top of page

Katılımcı tasarım ve sosyal değişim


Mimar, akademisyen ve sanatçı Sinan Logie, katılımcı uygulamalarla yürüttüğü kamusal alan tasarımlarını ve İstanbul yürüyüşlerinde gerçekleştirdiği gözlemlerini Liana Kuyumcuyan'a anlattı

Sinan Logie, Fotoğraf: Yannis Bournas

Brüksel’de Ursulines Meydanı’nda kaykaycılar için tasarlamış olduğunuz kamusal alan projesinden bahsederek başlayabiliriz. Süreç nasıl gelişti, kullanıcı araştırmalarında nasıl bir yöntem izlediniz?

2000’li yılların başında Brüksel’de bir kaykaycı kolektifi kuruldu ve belediyeden kamusal bir kaykay parkı talep ettiler. 2003 yılında belediye bu ekibe bir arazi tahsis etti. Alan Brüksel’in merkezinde, 1930-50 yılları arasında tren yolu geçirmek için yarılan ve bu müdahaleden dolayı oluşan yaraların işlevlendirilmediği bir yerdi. Ayrıca da Recycl Art diye, tren yolundaki eski bir tren istasyonuna yerleşmiş bir alternatif sanat ve sokak sanatı üzerine faaliyet gösteren bir sanat merkezi vardı. Kaykaycı kolektifi, Recycl Art ve benim o dönem çalıştığım mimarlık ofisi L’Escaut olarak birlikte çalışmaya başladık ve projenin eskizi için bir yarışma açmaya karar verdik. 25 yaş altı tasarımcılara açık çağrı gönderdik. Belçika’nın değişik üniversitelerinden kent planlamacıları, mimarlar ve peyzaj mimarlarından 30 kadar proje geldi. Biz Bjorn Gielen ve Floris Steyart isimli iki genç peyzaj mimarının projesini seçtik. Tasarım süreci boyunca ofise kaykaycılar da geldi, eskiz üzerinden maketler üretildi, tasarım ekibiyle Belçika’nın farklı bölgelerindeki kaykaycıların en çok kullandığı alanlar gezildi. Bu tasarım süreci çok uzun ama çok verimli geçti. Her şeyin ötesinde, projenin social impact konusuyla da ilgili konumlandığı yer bence çok önemliydi. Çalıştığımız alan Brüksel’in tarihi ve turistik merkeziyle, Orta Çağ’dan beri kentin çeperinde sıkışmış yoksul bir mahallenin buluşma noktasıydı.

Tasarım sürecini mahalledeki okullarla paylaştık, geometri dersleri kapsamında çocuklarla ipler gererek projenin izlerini çizdik. Öğretici bir yönü de oldu projenin. Ayrıca alan tamamlandıktan sonra belediye, işsiz kaykaycıların yoksul mahallelerden çocuklara kaykay dersi vermesi için yıllık bir bütçe ayırdı - hatta bu halâ devam eden bir süreç. Çocuklara hem ekipmanlar hem de dersler ücretsiz olarak veriliyor. Bu sayede o mahalleden çocuklar mekânı oldukça yoğun bir şekilde kullanıyor. Hatta proje daha da ilerledi; parkın karşısındaki huzurevine projeyi tanıttık. Önce “gençler gelip gürültü yapacak” paniği oldu ama sonra anlaştık. Kulakları iyi duyan yaşlıların arka cepheye, duymayanların ön cepheye yerleştirildiği sürreel bir durum bile yaşandı (Belçika’da böyle şeyler olabiliyor). Halâ her sene parkın doğum günü kutlanıyor, kaykaycılar huzurevine bir DJ set kuruyor ve oradaki teyzelerle tango yapıyorlar. Her anlamda oldukça ilginç bir proje oldu.

Proje hangi yıllar arasında gerçekleşti?

Projenin tasarımına 2003 yılında başladık, 2006’da şantiyesi bitti ve kullanıma açıldı.

Ursulines Meydanı, Brüksel, Fotoğraf: Filip Dujardin

Katılımcı uygulama ile yapılan tasarımlarda mimar ve tasarımcının nasıl bir rolü oluyor? Bu tip durumlarda kişiler nasıl doğru yönlendirilebiliyor?

Belçika’da katılımcı uygulamalar 15-20 yıldır oldukça popüler, ancak mimarlık camiasının içinde bir tartışma konusu, daha egolu mimarlar halâ mimarı en doğruyu bilen, her şeye karar verme yetkisi olan biri olarak görüyor. Tabii katılımcı tasarım dediğimizde her şeyi teslim etmekten bahsedemeyiz. Bu süreci daha çok insanları eğitebileceğimiz bir süreç olarak görüyorum. İnsanların çok iyi fikirleri olduğu kadar uygulaması imkansız fikirleri de olabiliyor, o zaman ince bir diplomasiyle durumu yönetebilmek gerekiyor. Oldukça çabuk örnekler gösterip önerdikleri şeyin neden ileride sıkıntılar yaratabileceğini kanıtlamak gerekebiliyor.

Öte yandan, katılımcı tasarımlarda görülen insanların estetik beklentisinden öte kullanıma ve oradaki yaşama dair beklentileri oluyor zaten, bu anlamda gerçekten mimar için de çok besleyici. Bu tip bir deneyimi daha sonra Charleroi şehrinde daha büyük ölçekli bir kentsel planlama projesinde de uyguladık. Gazete ilanı vererek mahallede yaşayan 60 kişi seçtik. Hem farklı eğitim seviyelerinden, hem farklı yaş gruplarından insanlarla haritalama çalışmaları yaptık. 2 km2’lik bir alandı ve biz öncesinden tarihi ve GIS (Geographic Information Systems) üzerinden bir sürü bilgi toparlamıştık. Tabii ordaki user experience çok önemli, yani GIS soğuk bir bilgiyse kullanıcı deneyimi sıcak bir bilgi olarak dillendirilir. Bütün bilgiler çakıştırıldığında GIS’in göstermediği sorunlar da çıkıyor.

Proje için yaklaşık 50 tane proje alanı belirledik. Sonrasında belediye her alan için bir yarışma açtı ve o projeler yavaş yavaş gerçekleşmeye başladı. Bu tip süreçler bizlere alışkın olduğumuz aletlerle ulaşamadığımız bilgiye ulaşmamızı sağlıyor ve gerçekten tasarımı yaparken, yapılan işte daha derin bir anlam bulunuyor. Sadece güzel bir form çizmek değil, gerçekten bir problemi çözdüğünü bilmek bence çok özgürleştirici. Kendi pratiğimizden ya da biçimsel arayışlarımızdan kurtulmamızı sağlayan bir süreç.

Bilgi Üniversitesi’nde verdiğiniz bir stüdyo dersinde Derbent Mahallesi için bir kamusal alan projesi hazırlamıştınız.

Orada Charleroi’da yaptığımız çalışmanın bir sürecini uyguladık. Derbent oldukça örgütlü bir mahalle ve 2007’den beri kentsel dönüşüme karşı direniyor. Biz 2014’te gittik oraya, tam davalarını kazandıkları ve istimlak edilme korkusuyla duvarlara çivi bile çakmadıkları bir süreçten çıkmışlardı. Gittiğimizde mahalle derneği, mahalle kooperatifi ve muhtarla tanıştık. Düzenlediğimiz çalışmalara yaklaşık 60 kişi katıldı ve çok zengin tartışmalar oldu. Bazı bölgelerde “6 kat mı 8 kat mı inşaat izni vereceksiniz hocam?” diye garip sorularla karşılaştık, rant hevesi maalesef her yerde var artık. Proje için Derbentliler’le haritalama çalışmaları yaptık; yürüyüş güzergahlarını, buluşma noktalarını, sevdikleri alanları ve sıkıntılı alanları onların aktarımlarıyla işaretledik. Bu bilgilerden öğrenciler, üç tane oldukça detaylı harita üretti. Biz bölgede çalışmadan önce Mimar Sinan’dan Murat Cemal Yalçıntan, TÜBİTAK’la orada bir sosyal araştırma yapmıştı, bu sayede elimizde birçok istatistiki belge vardı. Bu belgelere bakıldığında Derbent’teki mekâna aidiyet hissi, mahalleden taşınmama isteği, mahalleliye ve komşuya bağlılık oranları öbür mahallelere oranla % 20-30 üzerindeydi. Bu çok çarpıcı bir rakam. Araştırmalarımız sırasında bütün bu sosyal ilişkilerin aslında bir mekânsal karşılığı da olduğunu fark ettik. Örneğin mahallenin topografyasından dolayı kılcal damarlara benzeyen ara sokakları ve merdivenli sokakları var. Aslında orada merdiven sadece bir ulaşım güzergahı değil; haftasonları yorganların çıkarılıp dövüldüğü, Tüpgaz ile gözleme pişirilen bir yer. Yani o alan, evlerin mahrem bölümüyle sokak arasında bulanık bir alan. Bir diğer örnekse bahçe duvarlarının yüksekliğinin 1.55 metre olması, yani bahçedeyken sokaktan geçen komşunuzun yüzüne bakabiliyorsunuz. Bu tip birçok architecture without architects diyebileceğimiz yapıya ulaştık. Öğrenciler dönem sonunda yapı elemanları adında bir dosya yaptılar, bir kapalı sitedeki kapıyla Derbent’teki bir evin kapısını, kapalı siteden bir balkonla Derbent’ten bir balkonu veya bir merdiveni (toplamda 12 adet yapı elemanı üzerine çalışıldı) fotoğraflar üzerinden kıyasladılar. Bitmiş projeleri mahalleliye sunduğumuzda üzerine iki saatten fazla konuşuldu. Bu çalışma, Derbentliler’in kendi mahallelerine bakış açısını değiştiren bir çalışma oldu.

Derbent Mahallesi, Kamusal alan çalışması, 2014-2015, Gülberk İrem Pınar

Öğrencilerin mahalleliyle iletişimi nasıl sürdü?

Bütün o kentsel dönüşüm stresi yüzünden kendi içine kapanmış bir mahalle olmasına rağmen oldukça iyi yürüdü. İlk yürüyüşümüzü yaptığımız gün ana caddenin ortasında bir doksan boyunda bir abi “Ne yapıyorsunuz burada?” diyerek beni durdu. Sonrasında muhtar ve kooperatifle tanıştık, Yaşar (Adanalı) bizi yönlendirdi, onlar uzunca bir süredir Bir Umut Derneği bünyesinde mahalleye hukuki süreçte destek veriyordu. Sonra iyi arkadaş olduk, ileriki aylarda öğrenciler yürüyüşlere ve belgelemeye devam ettiler. Her seferinde çok iyi ağırlandık.

Ardından Gülsuyu’nda Gülensu Mahallesi’nin dönüşümü için de alternatif senaryolar ürettiğiniz bir çalışma yürüttünüz.

Evet o proje halâ devam ediyor, orası Derbent’ten daha uzun zamandır mücadele veren bir mahalle ve daha örgütlü diyebilirim. Yatırımcılar için de Derbent’e nazaran daha makul bir alan, çünkü Maltepe’de adalara bakan bir tepeye konumlanmış. 2015’te Emrah Altınok, Ece Sarıyüz ile beni alanı çalışmak üzere davet etti, bizde öğrencilerle çalışmaya başladık. Maltepe’deki imar ofisiyle de yakından bir çalışma başlattık, mahallenin isteği ve bizim önerilerimiz üzerine -herhalde Türkiye tarihinin ilklerdendir- imar müdürü plan notlarına “Katılımcı tasarımla yapılacaktır” diye bir plan notu düştü. Bu not hem Maltepe Belediyesi’nde, hem İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde onaylandı. Gülensu Mahallesi 30.000 kişilik bir nüfusa sahip, tabii ki o küçük ekiple bütün alanı çalışamadık ancak sorunlu adaları belirledik; topografyanın çok sert olduğu veya mülkiyetin karışık olduğu birçok alanla karşılaştık. Araştırmalar sonucunda 12 tane ada belirledik ve her öğrenci adalar için önerilerde bulundu, bu sunum da oldukça ilginç tartışmalara sebep oldu. Plan notlarında “1.75 emsal ve ayrık nizam 8 kat” diye bütün Türkiye coğrafyasına uygulanan bir imar kanunu bulunuyordu. Biz de yaptığımız tasarımlarda, mahallenin bugünkü dokusunu koruyabilmesi için bitişik nizamlı bir sistem önerdik. Böylece 8 kat yerine 5-6 katla imar haklarını kullanabiliyorlardı. Mahalleliye durumu anlatabilmek için TOKİ’nin geleceği durumda gerçekleşecek manzaraları da modelledik, o tip binaların altında bakkal değil büyük market zincirleri olacağından bahsettik. Mahalleliyle anlaşmamızdan sonra Maltepe’deki imar müdürü plan notlarına serbest nizam notu koydu. Böylece o 8 kat ayrık nizam planından kesin olarak kurtulmuş olduk.

Projenin sizlerin kontrolünde ilerleyeceği kesinleşmiş o halde?

Evet, yani oradaki en büyük zafer plan notlarına verilen değişikliklerdir. Ayrıca mahallenin ortasını yaran çok geniş bir arter tasarlanmıştı, buradaki arabalar için ayrılan şerit sayısını da düşürmeyi başardık ve yayalar için iki tane ince kaldırım olacağına manzara tarafında geniş bir yürüyüş yolu tasarladık. Bu da gerçekleşeceği için mutluyuz.

Ursulines Meydanı, Brüksel, Fotoğraf: Filip Dujardin

Mimarlık pratiğinin geleceğini nasıl görüyorsunuz? “Yıldız mimarlar”dan, ikonik tasarımlardan vazgeçip gerçek ihtiyaçları görebilecek miyiz sizce?

Bence “top-down bottom-up”ın var olması lazım, yani sonuçta bütün kenti de katılımcı yolla tasarlamanın bir anlamı yok. İkonik yapılar ve abideler o kentin ve toplumun tarihini belgeleyen ve noktalandıran yapılardır, yani bir belleğin oluşması için gereklidirler, ama tabii özellikle dönüşümün söz konusu olduğuyerlerde katılımcı tasarım olmaksızın yapılan her proje bence zaten bir facia ve tarihte de yeterince örneği var. O yüzden katılımcı pratiklerin Türkiye’de yaygınlaşması çok önemli. Rönesans’tan gelen muhteşem mimar figüründen son yüzyılda yavaş yavaş kopulan bir tarihsel süreçteyiz ve daha yolun başındayız. Bizim kısa hayatımızda her şeyin çok yavaş değiştiğini düşünüyoruz, ama bence bu değişim çok hızlı, gittikçe de hızlanacak. Neo-liberalizm ve kapitalizm hastalık olarak görülmeye devam ettikçe o tepeden inme projeler yok olmaya mahkumlar.

Sosyal tasarımın üründen kent planlamaya kadar uzanan geniş bir yelpazesi var, bu konuya yönelmek isteyen tasarımcılara eğitim alanında nasıl destek verilebilir? Tasarım ve mimarlık eğitimini bu anlamda nasıl görüyorsunuz?

Mimarlık o kadar kompleks bir disiplin ki okulda sadece küçük bir bölüm gösterilebiliyor. Bu konuda yüksek lisans programlarının artması daha verimli olacaktır çünkü 4 veya 5 yılın içerisinde bu pratiği derinden anlatabilecek bir ders programı yaratmak imkânsız. Öte yandan mimarlık medyasının da sorumluluk alması lazım. Yavaş yavaş başlasa hangi projeler “iyidir” veya “yayınlanmayı hak eder” konusu da önemli tabii... Ama özellikle mimarlık okuyan gençleri gözlemlediğimde, benim gibi 20 yıl önce diploma alan mimarlardan çok farklı yetiştiklerini görebiliyorum. Bizi baya kapitalizmin askerleri gibi eğittiler, ama bugünkü gençlerin öyle bir beklentisi yok. Bu yüzden iyi şeylerin olacağına inanıyorum.

Beyond Istanbul yayınlarında Yaşar Adanalı ile birlikte çalışıyorsunuz, ne kadar zaman geçti üzerinden? Başladığınızdan bu yana neler değişti?

Derneği 2016’da kurduk, daha öncesinde ekibin bir parçası Bir Umut Derneği’nde ve Düzce Umut Evleri Atölyesi’nde görev alıyordu. Toplamda 20 üyeyiz; aramızda mimarlar, plancılar, çevre davalarında gönüllü avukatlık yapan hukukçular var. Ben son aylarda çok gidemiyorum, daha çok Yaşar ve oradaki ekip çalışmaları yürütüyor. Bu sene üç kitap yayınlandı (Mekanda Adalet ve Sakatlık, Mekanda Adalet ve Çocuk ve yeni baskıdan çıkan Mekanda Adalet ve Gıda), ayrıca İnternet sayfasında kent hakkında haberler belgeleniyor. Kentsel dönüşüm tehdidi altındaki mahalleler de dernekten destek istiyor, onlara Düzce’de veya Gülsuyu’nda yaptıklarımızı anlatıp süreçleri nasıl yürütebileceklerine dair bilgiler aktarıyoruz.

Ursulines Meydanı, Brüksel, Fotoğraf: Filip Dujardin

Yayınlardan devam edersek ; İstanbul 2023 kitabınızda gördük ki neredeyse bütün İstanbul’u yürüyerek gözlemlemişsiniz. (İstanbul 2023 hakkında Elif Simge Fettahoğlu’nun Sinan Logie ile yaptığı röportajı Architecture Unlimited’in 2. sayısında bulabilirsiniz.)

Evet, yaklaşık 250-300 km’yi Yoann’la (Morvan) yürüdük ve çok etkileyici manzaralar gördük. 2013 yazı yürüyüşleri yaptık, tam 3. köprünün bağlantı yollarının ormanlarda yarıklar açmaya başladığı dönemdi. Güzergahımızda gecekondu mahalleleri, Başakşehir’in kapalı siteleri ve İstanbullular’ın İstanbul olarak kabul etmediği alanlar vardı. Buralardaki manzaralar çok etkileyici imgeler bıraktı zihnimde. Hatta o imgelerin çoğu resim pratiğimi de etkileyen şeylere dönüştü. Antroposen diyebileceğim, kentin yavaş yavaş tabiatı kemirdiği o ara kesit beni çokça etkiliyor. Yoann’la yürüyüşlerimizi bir yandan da akademik okumalar ve o yıllarda çıkan haberlerle de besliyorduk. Yani çalışmamızda üç katman var; yürüyüşler, akademik yayınlar ve basında çıkan haberler. Bu kitap İstanbul’u kurtarmayacak onu biliyoruz, ama en azından 2010’ların ortasında “İstanbul nasıldı ve neye benziyordu”nun küçük bir tarihsel belgesi oldu. Herkes soruyor “İstanbul’u kurtarabilecek miyiz?” diye, bence zaten artık çok geç. İstanbul Notre Dame’ın kamburu gibi bir şey oldu, kalbi temiz ama çirkin. Yine de seviyoruz keratayı.

Yürüme pratiğini ne zaman edindiniz?

Yoann’la 2012’de tanıştık. O Anadolu Araştırmaları Enstitüsü’nde çalışıyordu ve periferide yürüyüşler yapmaya başlamıştı. Ben daha çok tarihi yarımadayı yürüyordum o dönemde. Tanıştığımızda beraber periferiye gitmeye başladık. Yürüme pratiği son yıllarda gittikçe popülerleşen bir konu. Francesco Carreri’nin Walkscapes diye çok iyi kitabı var, Iain Sinclair’ın London Orbital adlı kitabı da aynı şekilde; bütün Londra’daki tren hattının çeperinde yürüdüğü zamanı anlatıyor. Yürüme felsefesi üzerine de bir sürü yeni yayın çıktı. Zaten arabalı yaşamın yavaş yavaş sonuna geliyoruz, o yüzden herkesin yürümeyi sevmesi gerekecek yakında.

Yeni eklediğiniz rotalar var mı İstanbul’da?

Evet. Bu yaz tekrar çalıştık ve kitabın Fransızca bir ikinci baskısı çıkacak. Bu defa Çatalca’nın ormanlarını yürüdük, orası çok etkileyiciydi. Bizans döneminden kalma su kemerleri, vahşi ormanın ortasındaki tapınaklar gibi karşınıza çıkıyor. Strüktürel yapıları gerçekten çok etkileyici. Rumeli Feneri ve Anadolu Feneri civarlarını da yürüdük. 3. köprü inşa edildiğinden beri orada nasıl bir dönüşüm olduğunu inceliyoruz. Yani rotalar daha çok Çatalca ve boğazın Kuzey girişine kaydı diyebilirim.

Bu gözlem sırasında ortaya çıkan veriler tasarıma nasıl aktarılabilir?

Örneğin Bilgi Üniversitesi’nde Mimarlık 4. sınıf lisans programında öğrencileri tasarımlarını yapmadan önce baya yürütüyorum. Zaten 3. sınıfta kent analizini öğretiyoruz ve 4. sınıfta da aynı şeyi yaptırmak istemiyorum ve yürüyüş pratiğini aşılamaya çalışıyorum. Bence haritalar ve uydu fotoğrafları çok keskin sınırları olan bir imaj veriyor mimar ve tasarımcılara, halbuki yürüyünce yatay bakış açısıyla o istatistiki bilgilerin renklendirildiği kutuların arasında birçok kılcal damarın olduğunun farkına varabiliyoruz, bence bunun kıymetli ve önemli bir getirisi var.

Sosyal değişim konusunda tasarımın rolü nerede durmalı sizce? Ne kadar yönlendirmeli?

Durması gerektiği bir nokta yok, ama bu süreçler popülerleştikçe tekrar sermaye tarafından ele geçirilip kötü yönde kullanılma riskleri var. Tıpkı Tarlabaşı’nın dönüşüm projesinde bir sürü akademisyen ve mimarın projenin altına imzalarını koymaları gibi. Bu noktada tamamen mimarın ve tasarımcının kişisel sorumluluğuna ve kendi sosyal bilincinin insafına kalıyoruz. Maalesefbu konuda sihirli bir formül yok.

bottom of page