top of page

Dayanışma, açıklık ve süreklilikten beslenen dönüşüm

Geçtiğimiz Eylül ayında Van Abbe Müzesi’nde Direktörlük görevine başlayan Defne Ayas ile yeni rolünü, müzeciliğe ve küratörlüğe bakışını konuştuk


Röportaj: Funda Küçükyılmaz


ree

Defne Ayas. Fotoğraf: Boudewijn Bollmann


Hollanda’nın güneyinde Eindhoven’da yer alan Van Abbe Müzesi, uluslararası alanda adından en çok söz edilen çağdaş sanat müzelerinden biri. Müzenin son 20 yıl direktörlüğünü üstlenen ve 2024 sonunda görevinden ayrılan Charles Esche, bu süreçte müzeyi toplumsal ve politik konulara karşı duruşu, ve farklı coğrafyalardan sanatçılarla kurduğu ilişkilerle ön plana çıkardı. Müzenin yeni direktörü Defne Ayas, bu mirası korumanın ötesinde derinleştirmenin, dünya genelinde faşizmin yükseldiği bu zorlu dönemde lokalin gücünden faydalanarak müzenin duvarlarını tamamen açmanın yollarını arıyor. 


Yaklaşık iki senedir Eindhoven’da yaşayan ve 20 yılı aşkın bir süredir kültür sanat alanında çalışan biri olarak, Van Abbe Müzesi benim için müze olmasının ötesinde, ortak dünya algısı ile tanıdık gelen, kendimi iyi hissettiren bir mekân. Küratöryal duruşuna saygı duyduğum, yer aldığı projeleri ilgi ile takip ettiğim Ayas’ın müzenin yeni direktörü olacağı haberi içimi ısıttı diyebilirim. Bu pozisyona siyasi, ekonomik ve sosyal açıdan çok zor bir dönemde gelen Ayas’ın, bir kadın yönetici olarak “cam uçurum” metaforunu bize hatırlatması ve bu farkındalıkla sorumluluklarına olan yaklaşımı beni heyecanlandırdı. 


Dünyada tutunduğumuz her şeyin ters yüz olduğu olduğu bu günlerde Ayas’ın müzecilik anlayışını sorgulayan, gönüllüler dahil tüm müze çalışanlarını gözeten, müzenin yer aldığı sokaktan başlayarak yerel ve küresel arasında köprü kurmayı hedefleyen planlarını konuştuk. 


Van Abbe Müzesi, uzun yıllar Charles Esche’nin yönettiği ve politik ve sosyal konularda ana akım geleneklere karşı duruşuyla kendini konumlandıran bir kurum oldu. Sizin de küratöryal duruşunuz bu yönde diyebiliriz aslında. Hem küresel ölçekte hem de Eindhoven özelinde, böyle bir zamanda bu görevi üstlenmek sizin için ne ifade ediyor? Sizden önceki dönemle hangi noktalarda süreklilik görüyorsunuz, nerelerde farklılaşacağınızı düşünüyorsunuz?

Van Abbe Müzesi uzun yıllardır toplumsal katılımı, politik ve kültürel eleştirisi, erişilebilirliği ve deneysel yaklaşımıyla tanınan bir kurum. Bu mirası taşımak, ancak aynı zamanda bazı yönlerini derinleştirmek şart. Bu müze 20. yüzyılın bir kurumu, ama aynı zamanda sömürge tarihinin ördüğü bir dönemin tuğlalarıyla inşa edilmiş bir yapı. Politik olarak “kuantum faşizm” çağında, aşırı sağın yükseldiği bir Avrupa gerçeğiyle karşı karşıyayız. Böylesi bir dönemde müzecilik, hem 16. ve 17. yüzyıl anlatılarını beraberinde taşıyabilir hem de kendi duvarlarını daha fazla açabilir mi, bunu sorguluyorum.

Van Abbe Müzesi, sömürge-sonrası perspektiflere alan açmış bir kurum; ancak bundan sonrasında kentsel ve sivil yaşamla daha sıkı bir bağ kurmak, alternatif akıl ve zekâ platformlarını gündeme getirmek gerekiyor. Bir müze, bulunduğu sokağın insanlarıyla konuşmayı bilmiyorsa, başka topraklarla nasıl konuşabilir? Dünyaya borazan, ama komşusuna değil. Bu nedenle burada üstlenmem gereken köprü rollerinin bilincindeyim.

Süreklilik açısından, müzenin toplumsal olarak anlamlı ve erişilebilir olma misyonunu sürdürmek istiyorum. Yerel ve uluslararası topluluklarla bağ kurmak, merkezî bir ilke olarak kalacak. Farklılık olarak ise, yeni formatlar üzerinde denemeler yapmayı, küresel krizlere -ekolojik ya da politik- daha doğrudan yanıtlar üretmeyi ve müzeyi hem düşünsel hem eylemsel bir alan hâline getirmeyi önemsiyorum.

Kurumsal kaynakların daraldığı, politik kutuplaşmanın arttığı ve kültürel alanların giderek daha fazla baskı altında kaldığı bir zamanda bu göreve gelmek, kaçınılmaz olarak “cam uçurum” (glass cliff) metaforunu akla getiriyor. Kadınların genellikle kriz anlarında liderlik pozisyonlarına getirilmesi, hem beklentilerin ağırlığını hem de başarısızlığa açık bir zeminde hareket etmenin zorluklarını beraberinde getiriyor. Bu dinamiğin farkındayım. Ancak terk edilmiş ya da ihmal edilmiş olanı onarmak, yapısal sorunlara çözüm aramak ve uzun vadeli bir bakışla kurumu yeniden şekillendirmek de bu sorumluluğun bir parçası, en azından önümüzdeki beş ila on yıl boyunca. 

Kırılgan bir zeminde ilerlerken, dayanışma, açıklık ve süreklilikten beslenen bir dönüşüm yaratmak şart. Şu anda bütün enerjimi, tüm çalışanlarla ve içinde bulunduğu şehirle birlikte, müzenin daha iyi bir yer olması için seferber ediyorum.




Bridging Minds, Sergiden görünüm, Van Abbe Müzesi, Fotoğraf: Boudewijn Bollmann


Van Abbe, günümüzde müzelerin ve sanatın rolünü sorgulayan, muhalefet etmekten çekinmeyen bir müze olarak biliniyor. Farklı coğrafyaları ve toplulukları bir araya getiren, izleyiciyi düşündüren ve iletişim kurmaya çağıran bir yer diyebiliriz müze için. Bugünün politik ve ekonomik ikliminde, bu müzenin hem kamusal bir sanat platformu, hem de sanatın ötesine geçen uluslararası ve kapsayıcı bir alan olarak potansiyelini nasıl görüyorsunuz?

Van Abbe Müzesi, hem yerel hem küresel dinamikleri olan çok özel bir noktada yer alıyor. Eindhoven gibi teknolojiyle iç içe, endüstriyel geçmişi güçlü, sosyal açıdan katmanlı bir şehirde olmak; ve aynı zamanda uluslararası alanda etkili bir müzeyi yönetmek bana bu iki düzey arasında köprü kurma şansı veriyor. Bugünün ekonomik daralmaları, politik kutuplaşmaları ve kültürel milliyetçiliği içinde, müzenin ifade özgürlüğünü koruyan, kapsayıcı pratikleri savunan ve diyaloğa alan açan bir kurum olması gerekiyor.

Eindhoven, kuzeydeki şehirlerle kıyaslandığında daha sakin, daha yerel ve gözden ırak bir yer. Ancak bu, yüzeydeki sessizliğin altında derinleşebilecek bir potansiyel taşıyor. Müze ekibi, bu derinleşmenin tohumlarını zaten atmış durumda. İlk soruda belirttiğim gibi, burada esas ilgim “lokalin nasıl derinleşebileceği” ve müzenin duvarlarının bir lotus çiçeği gibi nasıl açılabileceği üzerine olacak. Mekânın kendisi zaten bir uzay gemisi gibi, hem içe hem dışa bakan bir yapısı var.

Bu bir ekosistem işi. En önemli parçalarından biri de bunu tüm müze ekibiyle birlikte yapabilmek. Müzenin yaklaşık 100 gönüllüsü var; adeta bir arı kovanı gibi, imece ruhuyla çalışan bir yapı bu. Bu bölgeye özgü bir el birliği, bir “imece” kültürü var müzede, ve bu benim için çok değerli. Belki Katolik gelenekten, belki verimsiz topraklarda üretmenin getirdiği bir direniş refleksinden, belki de geçmişte defalarca bombalanmış bir şehrin dayanıklılığından besleniyor bu ruh.

Müzenin içinde her ekip özveriyle çalışıyor, ancak aralarındaki iletişimin güçlenmesi gerekiyor. Kısacası, müzenin içindeki ekiplerin birbirleriyle ilişkileri ve müzenin sokakla bağı nasıl derinleşebilir; müze yalnızca kapılarını değil, duvarlarını da açarak nasıl bir dönüşümün parçası olabilir, benim için asıl mesele bu.



Ayoung Kim, Body^n, 2025. Fotoğraf: Walter Wlodarczyk. Performa ve sanatçının izniyle


Rotterdam’da yer alan Kunstinstituut Melly (eski adıyla Witte de With) güncel sanat kurumunda direktör ve Gwangju, Moskova ve Baltık bienalleri, Venedik Bienali Türkiye Pavyonu gibi pek çok önemli uluslararası projede küratör olarak görev aldınız ve New York’taki Performa’da küratörlük görevinize devam ediyorsunuz. 

İstanbul, Amsterdam, Rotterdam, New York ve Şanghay gibi çok katmanlı, hayatın çok hızlı ilerlediği, kültürel olarak köklü metropollerde zaman geçirdikten sonra şimdi Eindhoven’dasınız -daha küçük ölçekli, sanayi & endüstriyel geçmişe sahip, son dönemde kendini tasarım ve teknoloji alanlarında öne çıkaran, ve biraz daha içe dönük bir şehir. Bu geçişi nasıl deneyimliyorsunuz? Eindhoven’ın kültürel dokusuyla kurduğunuz ilişkiyi nasıl tanımlarsınız? Profesyonel ve kişisel anlamda çok kültürlü, çok uluslu perspektifinizin müzenin şehirle ve halkla kuracağı ilişkide nasıl bir rol oynayacağını düşünüyorsunuz?

İstanbul, New York, Şanghay, Amsterdam ve Rotterdam gibi büyük şehirlerde yaşadıktan, Moskova ve Kore gibi farklı kültürel iklimlerde çalıştıktan sonra Eindhoven’a gelmek, ölçek ve tempo açısından bambaşka bir deneyim oldu. Daha küçük bir şehirde olmak, daha az dikkat dağınıklığı ve daha fazla derinlikte ilişki kurma olanağı sunuyor bana, ya da en azından böyle olabileceğine inanıyorum.

Elbette küçük bir şehirde, özellikle de bir müze kurumunda çalışmak, daha fazla bürokrasiyle uğraşmayı gerektiriyor. Ancak buna rağmen “dünyayı değiştirebilir miyiz?” sorusunu daha somut biçimde hissettiren bir enerji de barındırıyor. Belki bu bir hayal, belki bir halüsinasyon ama hepimiz yüksek bir frekansla gerçeği yeniden yaratabilme kapasitesine sahibiz.

Eindhoven’ın sanayi, tasarım ve teknoloji geçmişi büyük bir zenginlik taşıyor. Küresel çip savaşlarının içinden geçen bir şehirde olmak, geleceğe dair düşünmeyi kaçınılmaz kılıyor; bu durum neredeyse bedensel ve zihinsel bir aciliyet yaratıyor.

Benim çokkültürlü ve sınır ötesi birikimim, bana kültürel farklılıklara duyarlılık, çoklu tarihlere bakabilme ve baskın anlatıları sorgulama becerisi kazandırdı. Bu deneyim, Van Abbe Müzesi’nin şehirle olan ilişkisini de şekillendiriyor. Eindhoven büyüyor, 2040 hedefleri içinde çeşitlenen, Hintli, Koreli, Türk ve daha birçok toplulukla zenginleşen bir şehir haline geliyor. Benim için önemli olan, bu farklı insanların kendilerini müzede görebilmesi; yerel ve uluslararası sanatçıların gerçekten birbirine temas edebileceği, birlikte düşünebileceği, birlikte titreşebileceği bir alan yaratmak.



Left: Göksu Kunak, Bygone Innocence, Fotoğraf: David Visnjic

Right: Jack O’Brien, Cascade, 2024, Berlin, Fotoğraf: GRAYSC, Sanatçı ve Capitain Petzel'in izniyle


Bu yıl 25.’si düzenlenen Hollanda Tasarım Haftası’na (Dutch Design Week) özel, Miriam van der Lubbe küratörlüğünde gerçekleşen Bridging Minds sergisi 18 Ocak 2026 tarihine kadar müzede görülebilecek. Ardından 31 Ocak 2026’da Positions serisinin sonuncusu olan hareket, ses ve performansa odaklı yeni bir sergi başlıyor.

Bu sergiler hakkında biraz bilgi verebilir misiniz? Ayrıca sizin planladığınız ilk serginizle ilgili ipuçları alabilir miyiz? 

Bridging Minds sergisi, Hollanda Tasarım Haftası’nın stratejik tasarımcısı ve yaratıcı direktörü Miriam van der Lubbe’nin küratörlüğünde gerçekleşiyor ve tasarım, teknoloji ile toplum arasındaki kesişimlere odaklanıyor. Disiplinler arası iş birlikleri, özellikle sanat, tasarım ve bilim arasındaki etkileşimler  serginin ana damarını oluşturuyor. Son iki yılda dekolonyal tartışmalardan Hollanda Kraliçesi’nin katılımıyla açılan temalı sergilere uzanan çizgi, sembolik açıdan düşündürücü! Bu dönüşüm, yalnızca sergilerin değil, genel olarak kültür kurumlarının yönetim biçimlerini sorgulamak için de önemli bir fırsat. Bridging Minds, disiplinler arası düşünme biçimlerini ve toplumsal bağlamla yüzleşmeyi teşvik eden bir sergi olarak hem popüler hem de kuşaklar arası bir etki yaratıyor. Benim için de bu yaklaşım, bir ufuk alanı açıyor.

Diğer sergi ise geçmişte yürüttüğüm küratöryal işler ile canlı sanat alanındaki deneyimlerimle örtüşüyor. Performansı ve canlı sanatı ciddiyetle ele alan bir pratiğim var; bu serginin küratörü Zippora Elders. Sürece katkı olarak, bazı ek sanatçıların davet edilmesini önerdim.

İlk projemin, direktör olarak değerlerimi yansıtması benim için çok önemli. Bu nedenle Bridging Minds ya da Positions gibi projelerden doğacak diyaloğun, topluluk katılımını teşvik eden ve müze sınırlarını sorgulayan yeni bir yapı kurmamız için besleyici olacağına inanıyorum. Göksu Kunak ve Ayumi Paul gibi geçmişte birlikte çalıştığım ya da üretimlerini yakından takip ettiğim sanatçılar, bu yaklaşımı derinleştirebilecek örnekler arasında.

Ekibimiz güçlü, ancak gelişmeye açık. Benim enerjim, müzenin iç dinamiklerini şifalandırmaya, birlikte yürümeye ve dünyadaki kültürel, siyasal ve ekonomik dalgalanmalarla rezonans içinde hareket etmeye odaklı bir müze yöneticisi enerjisi.


Van Abbe Müzesi, farklı ülkelerden, kültürlerden sanatçılara yer verdiği zengin koleksiyonu ve onlarla yaptıkları çalışmalarla biliniyor. Sizin küratöryal yaklaşımınızın bu çeşitliliğe nasıl bir katkı sunacağını düşünüyorsunuz?

Van Abbe Müzesi’nin halihazırda sahip olduğu uluslararası koleksiyon güçlü bir temel oluşturuyor. Koleksiyonda Leyla Gediz, Gülsün Karamustafa, Dominique Gonzalez-Foerster, Pierre Huyghe, Rei Kawakubo, El Lissitzky, Kabakov, Dan Perjovski, Picasso, Andrea Zittel, Martha Rosler ve Qiu Zhijie gibi sanatçılar bir arada yer alıyor. Benim içinse ilk “hazine-hediye” Sarkis’ten geldi. 

Bununla birlikte, koleksiyonun geleceğe taşınabilmesi için bazı alanlarda derinleşme şart. Özellikle kadın sanatçıların temsilindeki eksiklik giderilmeli ve teknoloji ile yeni medya alanlarında üretim yapan sanatçılara daha fazla yer açılmalı. Bu iki eksen, toplumsal cinsiyet dengesi ve dijital çağın sanatsal dilleri, müzenin yenilenme sürecinin merkezinde olmalı.




Sojung Jun. I Do Nine-Tailed Fox, 2025. Fotoğraf: Masao Katagami. Asia Society'nin izniyle


Yeni pozisyonunuzda sizce göze almanız gereken en büyük zorluk nedir? Ve sizi en çok ne heyecanlandırıyor?

En büyük zorluklardan biri, kurumların ekonomik baskılar ve politik hassasiyetlerle sınandığı bir dönemde eleştirelliği koruyabilmek. Bunun yanı sıra, yerel bağlama duyarlı kalırken uluslararası düzeyde etkili olmak; erişilebilirlik ile deneysel riskler arasında dengeler kurmak da önemli bir mesele. 

Ama beni en çok heyecanlandıran, böylesine güçlü bir mirasa sahip bir kurumu dönüştürme ve geleceğe taşıma fırsatı. Teknolojiyle dolu bir şehirde çalışmak, topluluklarla anlamlı ilişkiler kurmak, yeni formatlar denemek ve bir müzenin ne olabileceğini yeniden düşünmek, benim için büyük bir motivasyon kaynağı.


Türkiye’deki sanat ortamının hem içinde hem de dışındasınız diyebiliriz sanırım. Uluslararası küratöryal yolculuğunuz göz önüne alındığında, Türkiye’deki çağdaş sanat ortamının bugünkü durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Alternatif mekânlar, bağımsız platformlar ve tabandan gelen inisiyatifler bugün de dirençli, yaratıcı ve hareketli. Türkiye’nin dört bir yanında sanatçılar ve kolektifler tüm zorluklara rağmen üretmeye devam ediyor. Öte yandan hem müzecilik alanında hem de galeriler arasında işine derinden bağlı pek çok insan olduğunu biliyorum. Nitekim zor zamanlar çoğu zaman güçlü sanatın ortaya çıkmasına imkân verir.

Gerçi Türkiye konusunda yorum yapmak için doğru kişi olduğumdan emin değilim; özellikle de son deneyimimin nasıl bir domino etkisi yarattığını ve artık unutulmuş ya da itibarsızlaştırılmış önerimin, hayal etmiş olduğum o kolektif buluşmaların çoğalmasına nasıl zemin hazırladığını düşününce. Toplantılara ve buluşmalara katılmadığım için her şeyi bütünüyle anlamam mümkün değil; keşke orada olup daha fazla gözlemleyebilseydim, buna tanık olabilseydim.



Raimundas Malašauskas, Send in the Clowns, 2025. Fotoğraf: Maria Baranova. Performa ve sanatçının izniyle


Türkiye’deki sanat ortamına sizi en çok ne bağlıyor -zihinsel, duygusal ya da politik olarak? Yeni pozisyonunuzu, Türkiye’deki sanatçı ya da kurumlarla yeni iş birlikleri kurulmasına aracılık edecek bir köprü olabileceğini düşünüyor musunuz?

Türkiye ile olan kişisel bağlarım hâlâ sürüyor; sanatçılarla kurduğum dostluklarım da öyle. Birbirimizi beslemeye devam ediyoruz; siyasi ve jeopolitik okumalar ile entelektüel ve duygusal yakınlık hâlâ düşüncemi ve bakış açımı şekillendiriyor.

Van Abbe Müzesi’ni bir duyuru platformu, bir amplifikatör gibi görüyorum. Geçmişte, Ahmet Öğüt, Nilbar Güreş ve Hüseyin Bahri Alptekin gibi sanatçıların görünürlüğüne katkı sağlamış bir kurum. Ayrıca, Esra Sarıgedik gibi küratörlerin ilk yuvalarından biri ve SALT ile uzun soluklu, müzeler arası platformların bir parçası olmuş bir yer. Son yirmi yılda elbette çok şey değişti…


Bütün yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir. Yazı ve fotoğrafların tüm hakları Unlimited’a aittir. İzinsiz alıntı yapılamaz.

All content is the sole responsibility of the authors. All rights to the texts and images belong to Unlimited.

No part of this publication may be reproduced or quoted without permission.

Unlimited Publications

Meşrutiyet Caddesi No: 67 Kat: 1 Beyoğlu İstanbul Turkey

Follow us

  • Black Instagram Icon
bottom of page