Zamanın ve maddenin hibrit beraberliği
- İlker Cihan Biner
- 2 saat önce
- 10 dakikada okunur
Hera Büyüktaşcıyan’ın Nilüfer Şaşmazer küratörlüğünde gerçekleşen Hayalet Kuartet isimli kişisel sergisi, 9 Ağustos 2026 tarihine dek Arter’de devam ediyor. Sanatçıyla sergisi öncesine bir araya gelerek zaman, mekân ve tanıklık kavramlarına uzanan düşünsel yolculuğunu konuştuk
Röportaj: İlker Cihan Biner

Hera Büyüktaşcıyan. Fotoğraf: Berk Kır
Hera Büyüktaşcıyan’a soruları hazırlarken detaylı bir çalışma yaptım. Sanatçının neredeyse tüm söyleşilerini okudum, inceledim. Ayrıca eserleriyle ilgili derin notlar aldım.
Yaptığım söyleşi bambaşka yerlere doğru uzanıyor. Bir fikir kümesi denilebilir: Ekoloji, hafıza, nesneler, edebiyat ve Büyüktaşçıyan’ın estetik pratiklerinin oluşum aşamaları. Röportaj sanatçı tarafından verilen zarif, incelikli ve derin yanıtlarıyla beraber çok boyutlu, özgün ve arşivlik hale geldi. Oluşan fikir ağının ilham verebilecek nitelikte olduğu bu röportaja bağlanalım.
Kılçıklı (eserinize ithafen) ya da krizli bir soruyla başlamak istiyorum. Doğayı sanki insanmış gibi ele alanlar var. “Doğa intikamını alacak.”, “Doğa yolunu bulur.” gibi söylemler en bariz örnekler. Sergilerinizi, eserlerinizi düşündüğümüzde siz bu denli insan merkezli doğa tasavvurundan yana değilsiniz. Ekoloji ve güncel sanat arasında nasıl bağlar kuruyorsunuz?
Bence doğayı insanın karşısında ayrı bir unsur olarak konumlandırdığımızda, ekolojik düşüncenin özünden uzaklaşıyoruz. Tıpkı kendi özümüze yabancılaştığımız gibi.
Ekoloji yalnızca çevreyle ilgili bir mesele değil, farklı varlık ve organizmaların birbirine örülü olduğu bir düşünme zemini aynı zamanda. Kelimeyi parçalarına ayırarak köküne baktığımızda, Yunancada “ev”, “ikamet” veya “yerleşim-habitat” anlamına gelen oikos ile “söz” ve “bilim” anlamında kullanılan logos sözcüklerinden türediğini görüyoruz. Her ne kadar pratikte doğaya atfen kullanılsa da ekolojiyi esasen bir şeylerin temellendiği, köklendiği bir “yer bilimi” olarak da okuyabiliriz. Bu da farklı sistemlerden ve değerlerden gelen pek çok unsurun ortak bir yüzeyi, süreci ve belki de kader birliği paylaştığı fikrini çağrıştırıyor bende.
Bu anlamda benim için insan olmayanın tanıklığı meselesi son derece önemli. Kendini bir maddenin, nesnenin, canlının veya bir nehrin yerine koyarak, onun gözünden çevreye bakmak ve algılamaya çalışmak gibi. Yüzyıllardır içimize işlemiş görme biçimlerinin dışına çıkmayı gerektiren ve bu açıdan da edinilmesi kolay olmayan bir pratik aslında. Ancak bunu başardığımızda etrafımızda akan zamanı, insanı veya insan eliyle şekillenen olgu, olay ve birikimleri daha farklı bir yerden anlamlandırmamıza alan açılmış oluyor.
Pratiğimde doğa kendimden ve benden öncekilerden bağımsız veya ayrı gördüğüm bir öteki değil; aksine belli kırılmaları daha net açmamı sağlayan, zaman ve maddenin birbirine karıştığı hibrit bir beraberlik ağının kendisi aslında. Bu iç içelik kimi zaman bir formun taşıdığı jestte, kimi zaman ise malzemenin büründüğü yeni bedende, seste, yüzeyler, dokular ve katmanlarda kendini görünür kılıyor.
İnsana dair bir siliniş hikâyesinin, doğaya ait olanın tükenişine dek uzanan bir tahrip döngüsüne eklemlenerek, birbiriyle paslaşan sonsuz bir yansımalar bütününe dönüştüğünü düşünüyorum. Antropomorfik bir ağaç kabuğunda, izleri silinmiş yüzlere rastlamak, tektonik hareketlerle şekillenen adaları, bağlamından kopartılmış bir duvar parçasında bulmak… veya kurutulmuş bir su yolunun yankısını, bir şelale gibi aşağıya uzanan asılı çamaşırlarda duymak gibi… Bu eşzamanlı varoluşlar bütünü, ekolojinin temelinde yatan karşılaşmalara ve bu ikiliklerin aynı ekosistemin parçaları olduğuna işaret ediyor.
Doğayı temsil etmekten çok; alıştığımız insan merkezci bakışın dışındaki duyumsama biçimlerini özümsemeye ve bir yandan da gerek öznel, toplumsal ve gerek tarihsel olanı bu perspektiften okumaya çalışıyorum denebilir. İnsan kendini merkeze yerleştirdikçe, kendi dışındakilerin sesini duyamaz hale geliyor. Oysaki insan-dışı olanın tanıklığı ve kaydediciliği insanoğlundan daha kadim ve tutarlı geliyor bana. Zamanın döngüselliğine karşın sürekli dönüşen ancak daimî ve güvenilir bir tanıklık hali.
Pratiğimde doğa kendimden ve benden öncekilerden bağımsız veya ayrı gördüğüm bir öteki değil; aksine belli kırılmaları daha net açmamı sağlayan, zaman ve maddenin birbirine karıştığı hibrit bir beraberlik ağının kendisi aslında. Bu iç içelik kimi zaman bir formun taşıdığı jestte, kimi zaman ise malzemenin büründüğü yeni bedende, seste, yüzeyler, dokular ve katmanlarda kendini görünür kılıyor.
Hera Büyüktaşcıyan, Hafif Bir Dokunuşla Başlayan Bir Çığ Gibi, 2023 [2025], Endüstriyel halı, ahşap, 14,9 × 3,17 m
Kaotik, gürültülü mevcut dünya düzeninde sessizliğe, görünmeyene, karanlıkta kalana, egemenlerin haritadan silmeye çalıştığı kalabalıklara odaklanan bir bakış açınız var. Yaşamınızda politika ile sanat iç içe mi? Bu iki zor alanı birbirine düğümlediğiniz söylenebilir mi?
Politik olmak biraz iddialı ve bir tür sorumluluk da taşıyan bir ifade. Ancak poetika ve politika bana göre birbirlerine derinden bağlı iki olgu. Üzeri örtülü olan herhangi bir elementin su yüzüne çıkarak dile gelmesi veya farklı formlarda yeniden var olması kendi içinde politik bir duruş öngörüyor bence. Adeta, bir formu ayağa kaldırmak, boş bir yüzeyde veya bir tür yokluk olgusu taşıyan bir mekânda beklenmedik olana veya söylenmeyene dair bir ses çıkartmak, bir çizgi çizmek veya herhangi bir devinim yaratmak ve bunu başlatmanın kendisi de aynı zamanda bu duruşu taşıyor. Bilinen belli bir düzen ile dönen dünyanın(dünyaların) aksi yönünde hareket eden yeni bir varoluş önerisi gibi de geliyor bu aynı zamanda…
Sanat kendi içinde görünmez olanın farklı dil ve bedenlerde tezahür ettiği bir alan benim için. Bu açıdan yeni anlatılara aracılık etse de aynı zamanda bakanın zihninde yaşayacak ve tamamlanacak muğlak bir alan da bırakıyor. Bu muğlak alan bir nevi materyalin, imgenin, izlerin ve bağlamın, saklı olanın varlığı ile çarpıştığı ve pekiştiği ihtilaflı bir alan da sunuyor. İşte bu çarpışma halinin yarattığı gerilim ve ondan doğan varoluş biçimleri benim ilgimi çekiyor. Bir nevi hayata ve çevremizde inşa edilen tarihlerin kendi içindeki yıkım-yeniden inşa döngüsüne dair de çok şey söylediği için, kendi hayatımda da bir şeyleri bu yönüyle okumaya ve özümsemeye çalışıyorum.
Yukarıda bahsettiğim, bu beklenmedik olanın veya sakınılanın kendini gösterme ve anımsatma hali yaşamımda da üretim pratiğimde de belli karşılaşmalar ve çatışmalar sonucunda tezahür ediyor… Bu açıdan zamana ve belli egemen anlatıların ardına bakmak bana iyi geliyor; daha temellenmiş hissettiriyor tek bir cepheye bakıp onun gölgesiyle yetinmektense. Bu açıdan kendimde çoğu zaman akıntının tersine yüzme meyili görüyorum.
Bu bir tür varoluş biçimi olduğu kadar, kendi içinde bir mücadele de aynı zamanda.
Büyüklüğün, gücün ve yüzeyde olanın yarattığı gerçeklik yanılsamasının revaçta olduğu bir dönemde daha basit ancak köklenmiş jestlerle veya derinden sirayet eden bir sesle bir şeylere yeniden alan açmak, var etmek ve onunla eş zamanlı bir varoluş mücadelesi vermek bana elzem geliyor.
Hera Büyüktaşcıyan, Ateş Kuşları, 2025, Porselen kuş figürinleri, jeotekstil keçe, ahşap, Değişken boyutlar, Green Art Gallery Dubai, Galerist ve sanatçının izniyle
Hafıza meselesi (Umberto Eco romanına gönderme niteliğinde olduğunu düşündüğüm Önceki Günün Adasından adlı eserleriniz gibi) sergilerinizin ana temalarından biri. Hatırlamak aynı zamanda eleme/kırpma/biçme eylemini beraberinde getiriyor. Bellek aktarılmaya dönüştüğünde seçme işlemi de gündemde. Kimlik yaraları, gölgede kalmış anılar, uçup gitmiş olay örgüleri eserlerinizde nasıl vuku buluyor? Bu konular kullandığınız malzemelere hangi açılardan temas ediyor?
Esasında bahsettiğiniz eleme/kırpma/biçme eylemi çok yerinde bir tespit. Çünkü tam olarak bu yapı bozuma uğratma hali belli zaman dilimleri ile karşı karşıya olduğum anlarda hem yol gösterici oluyor hem de birbirinden farklı zamansallıklardan gelen öğeler arasında bağ kurarak yeni bütünlüklere çıkan ara yollar açıyor.
Elbette ki bu süreç beraberinde belli kırılgan çeperleri, hassas dengeleri ve neyin kolayca su yüzüne çıkıp, nelerin ortaya çıkabilmesi için farklı bir dil inşa edilmesine (ve elbette ki nelerin sessizlikte kalmasına) dair de birçok soru ve meseleyi getiriyor.
Bütün bu soruları elekten geçirirken, karşımda beliren bu hafıza parçasının kendimle veya benim yaşantım, geçmişimde nereye tekabül ettiğini, neyin yansıması, akisi olduğunu da sorguluyorum. Öteki türlü bir ucu insanın kendisine bağlanmadığında eğreti ve tekinsiz bir temsil hali oluşmaya başlıyor. Bir nevi tüketilen ve içi boşaltılan bir şeye dönüşüyor bence.
Bu süreçte sanırım en güvenilir bulduğum an, elimin malzeme ile temas etme hali oluyor.
Bana göre el, zihinden daha fazla şeyi hatırladığı ve kaydettiği için, malzemenin forma dönüştüğü yolda, zihnin damıttığı bütün bu bilgilere bir uzvun duyusal külliyatı ile yaklaşıyor; kimi zaman bilinçli, çoğu zaman sezgisel bir hareketle maddenin sınırlarını sonsuz olasılıklarla esnetebiliyor. İşte bu bir nevi bahsi geçen zamansal kırılmanın beklenmedik bir bedende zuhur etmesine, ve aynı zamanda kendi yankılarını bir renkte, bir dokuda, seste, bir çizgide veya bir katmanlar yığınının arasında bulmasına alan açıyor.
Böylece belli bir tarihselliği, içini boşaltmadan, daha sınırsız bir zaman çerçevesinden okumaya da imkân olabiliyor.
Gölgede kalmış bir olay örgüsünün yansımasını bir inşaat kumaşının geçiciliğinde, bütününden kopmuş ancak yeniden ayaklanan bir fayans parçasında, veya uçup giden izlerin mühürlendiği bir halı yüzeyinde görebiliyoruz. Bu açıdan materyal, renk ve farklı duyusallıklara işaret eden elementler de unutulmuş bir unsuru hatırlatarak, olduğu yerden çekip çıkarabiliyor bana göre.
Hera Büyüktaşcıyan, Huzursuz Balkon, 2025, Ahşap, dökme demirden akantus yaprağı motifleri, hareketli düzenek, Değişken boyutlar, Green Art Gallery Dubai, Galerist ve sanatçının izniyle
Üç sözcük sizin sanat yaşamınızda önemli gibi görünüyor: Su, hafıza, coğrafya. Birbirinden farklı gibi duran ama dirsek temasındaki kelimelerin yaşamınızdaki öneminden/değerinden bahseder misiniz?
Bu üç unsurun gerek kavramsal gerek fiziksel bağlamda birbirine bağlı olduğunu düşünüyorum. Su yaşamsal bir element olmasının yanı sıra coğrafyaları bölen, birleştiren, maddeyi, taşı, toprağı ve tüm yüzeyleri dönüştüren bir güç. Ancak bu akışkan devingen doğasının zihinsel/manevi dünyada da bir karşılığı var bana göre: O da zamanın akışkan yapısı, geçip gitmesi ve belli zamansal katmanları ve hafıza parçacıklarını erozyona uğratması gibi.
Diğer yandan unutma ve hatırlama bana her zaman suyun gel git hareketini düşündürmüştür. Zihinsel suların yükselmesiyle var olan unsurların üzeri örtülerek unutulur, suların çekilmesiyle ise altta saklı olan tekrar görünür hale gelir. Bu hareket hali zaman içerisinde “zihnin akuatik doğası” şeklinde adlandırdığım ve sık sık üzerine düşündüğüm bir kavrama dönüştü benim için.
Bu akışkan yapı, beklenmedik bir aralıktan bir şeylerin sızmasına ve geçmişten gelenin, şimdinin içine sirayet etmesine vesile oluyor. Ancak diğer yandan da bu devingen harekette, anımsatıcı imgeler belli bir zaman dilimi içinde beliriyor ve sonrasında yeniden kayboluyor. Dolayısı ile bir nevi geçiciliği de öngörüyor. Bu açıdan bellek; su ve yeryüzü arasında süregelen sonsuz zıtlıkların, birbirini itme ve iç içe geçme halinin biriktiği ve kaydedildiği bir ara alan olarak karşımıza çıkıyor.
Yeryüzü veya coğrafya temellendiğimiz veya kök salmaya çalıştığımız bir yüzey iken, su veya hayali akışın, dolayısı ile zamanın sonsuz ve devridaim hareketi ile sürekli bir yüzey gerilimi ortaya çıkıyor. İşte bu benim için hafızanın ta kendisi; muhafaza edilen ile unutulanın, hatırlama ile yüzeyin eşelendiği/oyulduğu bir kazı alanı gibi düşünebiliriz.
Bir yandan da bütün bu okumalarımın ötesinde bana göre hafızanın görmezden gelindiği bir zamanda, su ve coğrafyanın mülksüzleştirmenin birebir tanığı ve taşıyıcısı olduğu haline şahitlik ediyoruz hepimiz. Zaman parçacıklarının ve izlerin külliyatını barındıran bu iki unsur, yaşanan şiddetin ve değişimlerin tortularını hem biriktiriyorlar hem de aktif biçimde bünyelerinde deneyimliyorlar da adeta.
Hera Büyüktaşcıyan, Ender Görülen Hemen Unutulan, 2018, Kapiz kabukları, ahşap, pirinç, 7 parça, Değişken boyutlar, Arter Koleksiyonu
Son dönemlerde nesne yönelimli sanat pratikleriyle çok fazla karşılaşıyoruz. Oysa insanın canlı ya da cansız nesnelerle kurduğu bağların tarihi eskilere dayanıyor. Üstelik insan nesnelerden meydana gelen bir varlık türü. Eserlerinizde kullandığınız nesnelerin hep hareket hâlinde olduğunu görüyoruz. Çalışmalarınıza yayılan nesne merakınız nereden kaynaklanıyor?
Çocukluktan itibaren edindiğimi düşündüğüm bir merak diyebiliriz buna. Nesne merakına bir de yer ve mimari merakını da ekleyebiliriz sanırım çünkü o dönemden bu yana her ikisinin birlikteliği ve bende bıraktığı etki ve izlerle zaman içinde kendime hayali alt mekânlar resmetmeme imkân tanıdı. Mekân içine mekân taşıma/inşa etme eğilimim belki biraz da buradan geliyordur.
Mekânları farklı zaman dilimleri taşıyan organizmalar olarak gördüğüm, nesnelerle konuştuğum, onların da karşılık verdiğini düşündüğüm bir dünya yaratmıştım kendime. Belki de bu bir yandan var olmayan insanlar ve onların külliyatını dinleyerek büyümekten ve bir nevi bu yokluğun yarattığı boşluğu nesneler ve mekânlarla doldurmamdan da kaynaklı diyebilirim. O yüzden örneğin boşluğun ve görünmezliğin karşılığı bende çok farklı bir yankı yapıyor. Nesne ve fiziksel alanların içinde karşılığını bulma ve bir nevi o yokluğu bir tür varoluşla değiş tokuş eden bir yaklaşım vardı adeta. İnsan-dışı olan varlıkların tanıklığının daha gerçek daha hakiki olduğunun bilincindeydim sanki o dönemlerde. Gerçi çocukluk yılları her bireyin hayatı, doğayı, çevresini daha sahi, filtresiz ve sınırsız bir bakış açısıyla gördüğü bir dönem... Körleşme, sağırlaşma sonradan edinilen ve biz yaş aldıkça bünyemizde yer eden şeyler gibi geliyor hep. O yüzden evet, bu bağlar beni çoğunlukla yaşantımın başladığı noktaya götürüyor.
Hera Büyüktaşcıyan, Bir Takımada Fügü, 2019-devam ediyor, Porselen, tuğla, beton, seramik, bronz, Değişken boyutlar, Green Art Gallery Dubai, Galerist ve sanatçının izniyle
Eserleriniz bambaşka coğrafyalarda sergilendi/sergilenmeye devam ediyor. Pek çok farklı insan çalışmalarınızı gördü, onlar üzerine düşündü, tartıştı ya da eleştirdi. Siz üretmeye devam ettikçe etkileşim halinde olduğunuz kitleler olacak. Bir sanatçı olarak bu durum daha sonra eser oluşturma süreçlerinizde etkili oluyor mu? Seyircinin/izleyicinin etkisine atıfla kafanıza takılan soruları, eleştirileri sanat yapma biçimlerine dönüştürüyor musunuz?
Hem evet hem hayır. İzleyicinin etkileşim ve ilişkilenme biçimini kaçınılmaz olarak düşünüyorum; özellikle mekâna has yerleştirmelerde. Çünkü eserin, yerleştiği alanla bir ilişkisi, kurduğu bir dili var; bu konuşma hali gezen kişilerin kendilerini nasıl konumlandıracağı, eser ile nasıl eş zamanlı var olacağı ve onun etrafında sirküle eden hareketini de belirliyor çoğunlukla. Mekânla beraber düşünen birisi olarak, bu göz önünde bulundurduğum bir şey elbette ki. Dediğiniz gibi eserin sergilendiği her coğrafyadaki algılanış biçimi de farklı olduğu gibi, ona bağlı olarak şekilleniyor. İzleyici geldiği yerin hem öznel hem kültürel birikimi ile o eserle ilişkileniyor ki bu yapıtın da içi boşaltılmadan, yaşayan bir organizmaya dönüşmesine vesile oluyor. Her izleyicinin zihninde farklı bir şekilde yaşamını sürdürüyor kısacası.
Diğer yandan, eleştiriler yapıcı ve göremediğim bir noktayı işaret ediyorsa, bir sonraki aşamada üretim biçimime etki edebiliyor yeri geldiğinde. Ancak uzun vadede bunu sağlıklı bir noktada bırakmayı bilmek ve başta kendi özüne ve sezgiselliğine dönerek eserle bir olmak gerekiyor diye düşünüyorum. Her iki anlamda, gerek esere gerek üretme haline dengeli bir mesafe almak ancak bunu yaparken de ne özünden uzaklaşmamak ne de bakan ile eser arasında bir sınır oluşturmak.
Bana göre el, zihinden daha fazla şeyi hatırladığı ve kaydettiği için, malzemenin forma dönüştüğü yolda, zihnin damıttığı bütün bu bilgilere bir uzvun duyusal külliyatı ile yaklaşıyor; kimi zaman bilinçli, çoğu zaman sezgisel bir hareketle maddenin sınırlarını sonsuz olasılıklarla esnetebiliyor.

Hera Büyüktaşcıyan, Kadim Bir Nehrin Mantosu, 2025, Kumaş üzerine grafit ile çizim ve frotaj, Değişken boyutlar, Green Art Gallery Dubai, Galerist ve sanatçının izniyle
Görsel sanatların yanı sıra ses, şiir, mitoloji, mimarlık gibi alanlarda da çalışan birisiniz. Tüm bunlarla beraber disiplinlerarası bir anlatma tutkunuz var. Edebiyatın hayatınızdaki yerini merak ediyorum. İlham aldığınız şairler, yazarlar, kitaplar var mı?
Edebiyat ve müzik sanırım görsel dilimi temellendiren en önemli iki unsur benim için. Edebi metinler, özellikle de şiir kendi dünyamı anlamlandırmama olduğu kadar söküp yeniden bir şeyleri inşa etmeme imkân tanıyor, aracılık ediyor ve bir nevi cesaret de veriyor. Daha önce bahsettiğim hibridite, yani birbirinden farklı yapı ve zamansallıklardan gelen elementlerin eş zamanlı var oluşu ve çarpışması kelimeler dünyasında karşıma çıktığında beni çok heyecanlandırıyor. İnsanın bildiği bir simayla karşılaşması gibi veya bakmayı akıl edemediği bir köşeden bir şeyi çekip çıkarması gibi de.
İlham aldığım çok fazla şair ve yazar var elbette. Şiir bağlamında son yıllarda özellikle Büyük Britanya’nın savaş sonrası edebiyatındaki doğa-insan-varoluş eksenini açan yazarlara doğru bir meylim var sanırım. Örneğin Kathleen Raine bunların başında geliyor. İlk karşılaştığım eseri, Barbara Hepworth’ün de içini resmettiği, Taş ve Çiçek (Stone & Flower) adlı şiir kitabıydı. Bu vesileyle Raine’in dünyasına dalmış oldum. Esasında pratiğimin doğayla olan derin bağlarını onun şiirleri ve yazıları vesilesiyle görmeye başladım diyebilirim. Raine gibi son birkaç yıldır sık sık dönüp okuduğum diğer şairler; T. S. Eliot, Seamus Heaney, Thomas Hardy, Arthur Rimbaud, Rilke, Odysseas Elytis, Yannis Ritsos, Lee Maracle, İlhan Berk bunlardan birkaçı. T. S. Eliot’un Dört Kuartet’i son zamanlarda, Raine’den sonra en çok geri dönüp okuduğum kitap oldu. Yazar olarak ilk aklıma gelen ve daimî olarak taptığım; Virginia Woolf. Birçok kitabını periyodik olarak dönüşümlü bir biçimde okuyorum çünkü her okuyuşumda farklı bir detayı görünür kılıyor; okuduğum dönemki algıma ve ruh halime de bağlı olarak her defasında yeni karşılaşmalara imkân veren bir yazar. Onun dışında; Selim İleri, Leyla Erbil, Zabel Yesayan, Ocean Vuong, Kazuo Ishiguro gibi nice nice yazarlar betimlemedeki ustalıklarıyla beni çok etkiliyor. Kendisini tanıma şansım olan M. Mahsum Oral’ın kelimeler ve tahayyüller dünyası da aynı şekilde… Son kitabı, Ev Düşkünü Bazı Rüzgârlar olağanüstüydü.
Üzerinde çalıştığınız yeni bir sergi projeniz var mı? Gelecek projelerinizde hangi konuları/meseleleri/olay örgülerini işleyeceksiniz?
Şu an Arter’de açılacak olan kişisel sergim Hayalet Kuartet üzerinde çalışıyorum. Serginin küratörlüğünü Nilüfer Şaşmazer üstleniyor. Sergi son yıllarda üretilmiş ancak Türkiye’de gösterilmemiş işlerin yanı sıra, bu sergi için üzerinde çalıştığım bir seri yeni esere de yer veriyor. Zaman, mekân, doğa, insan, kent ekseni içerisinde geçmiş yeryüzü tahayyüllerini şimdiye taşıyan bir seri tezahüre rastladığımız mekân içinde mekân yaratan bir sergi diyebiliriz. İsminden de anlaşıldığı gibi serginin temelleri kendi içerisinde birçok kuartet’e/dörtleme’ye dayanıyor. Ateş, hava, su ve toprak gibi dört elemente ve geçmiş, şimdi, gelecek ve araf olarak dört zamana işaret ederek sergi mekânı birçok iz, yüzey ve formların tezahür alanına dönüştürüyor.





































