top of page

Masa: Jean-Michel Basquiat (veyahut Rimbaud)


unlimitedrag.com, her çarşamba Masa başlıklı köşesiyle Ahmet Ergenç'i ağırlıyor. Ergenç bu hafta, Jean-Michel Basquiat'nın Canavar adlı portresinden ve İstanbul'da rastladığı Basquiat-vari bir duvar resminden yola çıkarak, sanatı ve edebiyatı kesif bir varoluş biçimi olarak deneyimleyen sanatçının bütünsel üretimi ve hayatı üzerine yazdı

Jean-Michel Basquiat

Pera Müzesi’nde Mart ayında sona eren Bana Bak! adlı portre / otoportre sergisinde Jean-Michel Basquiat da vardı. Canavar adlı o portrenin (muhtemelen oto-portrenin) önünde uzun uzun durduğumu hatırlıyorum. Basquiat’nın o yoğun, çiğ ve siyahi resminin gücü aklımda bir yerlerde kaldı ve birkaç gün önce Beyoğlu’nda bir duvarda gördüğüm Basquiat-benzeri bir resim beni bu yazıyı yazmaya, kendisini Masa’da ağırlamaya sevk etti. Tam da bugünlerde Basquiat ve benzerlerini hatırlamanın önemli olduğunu düşünüyorum.

Basquiat’nın ‘sokak’ macerası yaklaşık 40 yıl önce New York’ta başladı. Al Diaz’la birlikte duvarlara şöyle cümleler yazıyorlardı: “SAMO kaçış hakkıdır.” “SAMO yeni bir sanat biçimidir.” “SAMO beyin yıkayan dinin... ve sahte felsefenin sonudur.”

SAMO imzası, same old’un kısaltılmış haliydi ve Basquiat’nın Al Diaz’la kurduğu ‘sokak ikilisinin’ adıydı. Basquiat bu ironik ve hayli iddialı cümleleri duvarlara yazmaya başladığında henüz 17 yaşındaydı: Ergenlik rüzgarları içinde açıkça bir kırılma talep ediyor, yeni bir bakış arıyordu. Okulu ve ailesini terk etmiş, kendini sokakların düzensiz ritmine bırakmıştı...

Jean-Michel Basquiat, Canavar, Pera Müzesi, Bana Bak! isimli sergiden

Haiti’li bir baba ve Porto Riko’lu bir annenin melez çocuğu olarak dünyaya gelen ve (o Rock ‘n’ Roll efsaneleri gibi) 27 yaşında aşırı doz eroinle bu dünyayı terk eden Basquiat’ın kısa ve yoğun hayatına hep düzensiz ya da erratic bir ritim hakim oldu. Yarattığı şehir efsanesine “SAMO öldü” yazısıyla son verip, duvarlardan tuvale geçtiğinde de yine bildik ritmin dışında kalan ‘bozuk çizgiler’i sürdürdü. Başka türlü olması da pek mümkün değildi sanırım. Zira şöyle demişti: “17 yaşımdan beri bir yıldız olabileceğimi düşünürüm hep. Kahramanlarımı düşünürdüm, Charlie Parker’ı, Jimi Hendrix’i… Bu insanların nasıl ünlü olduklarına dair içimde romantik bir his vardı.” Parker ve Hendrix gibi figürler aşırılıktan çekinmeden, kendilerini yok edecek bir yoğunluk ve dağınıklıkla yaşayıp müzik yaparak ‘ünlü’ olmuşlardı. Basquiat da resimde bir benzerini yaptı. “Bilgeliğin yolu aşırılıktan geçer.”

Okulu erken yaşta terk eden ve hiç resim eğitimi almayan Basquiat çıplak gözleriyle ‘uzman’ların ıskaladıkları şeyleri görebiliyordu. Bu ‘çocuksu’ ya da ‘primitif’ denilebilecek bakış, resim malzemesiyle kurduğu ilişkiye de yansıyordu. Biraz ‘vahşi’ (fovistler gibi) bir resim yapıyordu. Eski bir graffiti’ci olarak tuvale kelimeleri de serpiştiriyor, figürleri bozuyor, yazdığı kelimelerin üstünü çiziyordu: üstü çizili özne işareti gibi. Ayrıca, Michael Holman’la Gray adlı bir endüstriyel-deneysel bir müzik grubu da kurmuştu. Müzik, edebiyat, resim ve sinemanın birbiriyle çok yakından konuştuğu bir dönemde (no-wave diye anılır) yaşamıştı ve esin kaynakları kitcsh bir çeşitlilik içeriyordu: Picasso, William Burroughs, Andy Warhol, Leonardo da Vinci, bebop, çizgi filmler ve çocukların yaptığı çizimler. Bunlara bir de Kreole ve Latin kökenlerinden devraldığı ‘melez / siyahi’ mirası da ekleyince Basquiat’nın hızla çizilmiş gibi duran, primitif tablolarının beslendiği kaynaklar tamamlanmış oluyor.

Jean-Michel Basquiat

Yoksul bir aileden gelen ‘bohem serseri’ Basquiat’nın şayan olduğu ilgiye mazhar olamadan kaybolup gitmesi ve kıymetinin öldükten sonra anlaşılması çok olasıydı. Sokaklarda kartpostal ve tişört satarak yaşıyordu ama neyse ki bu klasik, trajik son onun için geçerli olmadı. 1980’de birçok sanatçının bir araya geldiği The Times Square Show’a katıldı, bir sene sonra Rene Richard’ın onun için yazdığı Radiant Child (Işıldayan Çocuk) başlıklı makale onu sokaklardan galerilere taşıdı ve birkaç yıl içinde eserleri ciddi rakamlara satılan, ‘mühim’ bir underground sanatçı haline geldi, Andy Warhol’la yakın ve inişli çıkışlı bir ilişki kurdu vesaire...

Aslında bu dönem bir akımın başlangıcıydı. Ketih Harring ve Barbara Kruger gibi isimlerle birlikte New York’ta 80’lerin başında patlak veren Neo-Ekspresyonizm’in dinamolarından biri oldu. Yer altı yeniden yeryüzüne çıkmıştı. Çarpık çizgiler ve ‘yamuk’ bakışlar tuval üzerinde dolaşabiliyor ve galerilere girebiliyordu.

Basquiat’nın resimlerini çarpıcı kılan şeyi ifade etmek için Neo-Ekspreyonizm’e ek olarak Jean Dubuffet’nin resim eğitimi almamış insanların, daha çok da ‘akıl hastaları’, mahkumlar ve çocukların yaptığı resim ve çizimleri tanımlamak için kullandığı Art Brut teriminden de bahsetmek gerekiyor. Art Brut kategorisine sokulabilecek resimlerde zihinsel ya da ruhsal manzara eğitimli, ‘resmi’ süreçten ya da estetize etme sürecinden geçmeden, bütün parçalanmışlığı, saflığı, bozukluğu ya da afallatıcılığıyla resmedildiği için bakan kişide hayranlıktan çok rahatsızlık uyandırır. Profesyonel hakimiyet ve kusursuzluk değil, dünyayla uyuşmayan aritmik bir nabzın pürüzlü, ziyadesiyle “kusurlu” tezahürü insanı afallatır.

Jean-Michel Basquiat, Self-Portrait

Basquiat’ın oto-portresine bakınca aynı şeyi görmeniz mümkün: basit çizgilerden oluşan, hızla karalanmış gibi duran bir Siyahi figür. Ama bu “karalama”dan öyle bir şiddet ve yoğunluk yükseliyor ki, elinde tuttuğu okun her an üzerinize saplanabileceğini hissediyorsunuz. Bu yıl Pera Müzesi’nde sergilenen Canavar isimli tablosu da aynı yoğunluğu taşıyordu. Siyahi bilincini de yansıtan bu “kara maske” (ya da Fanon’u değiştrerek söyleyelim: ‘siyah deri - siyah maske’) tasviri, hem politik anlamda siyahilere yüklenen ‘canavarımsı’ anlamı gösteriyor, hem de Basquiat’nın bir nevi otoportresi olarak bir tehditkarlık taşıyordu. Çocuksu, yoğun ve tehditkar.

Basquiat’nın hayatı ve resimlerinde herhalde en baskın olan şey, bu ‘yoğunluk’ haliydi, bir ‘hayattan fazla’olma hali, daha sonra Lyotard’ın felsefi bir ifade haline getirdiği bir ‘yoğunluk’ (ya da felsefi çevirisiyle, yeğinlik) hali. Şöyle diyordu Lyotard: "Marjinaller, deneysel ressamlar, hippiler ve yippiler, asalaklar, deliler... Onların hayatlarının herhangi bir saati, meslekten bir felsefecinin üç yüz bin sözcüğünün sunacağından daha fazla yoğunluk ve daha az amaç sunar. Onlar Nietzsche'nin okuyucularından daha fazla Nietzschecidir." Böyle bir yoğunlukla insanın bu dünyada uzun süre kalması da pek mümkün olmayabiliyor. Kendi yoğunluğu ve keskinliğiyle kendini yok edenleri düşünün: Hendrix, Joplin, Parker, Coltrane... “Gerçek yaratıcılığa giden yol yanıp yok olmaktır” diyen Basquiat’nın 20 yaşında en yoğun işlerini yapıp, 27 yaşında yanıp yok olması ve çağdaş resmin Rimbaud’su olarak anılması kaçınılmazdı sanırım. Tıpkı Rimbaud gibi Basquiat da bir serserilik, yoğunluk ve aşırılık abidesiydi ve hayatla sanat (ya da edebiyat) arasında bir ayrım yapmıyordu.

Çağdaş sanatın (ve edebiyatın) büyük ölçüde steril kültür endüstrisine teslim olduğu ve öz-yıkıma varabilecek bir yoğunluğun yerini ürkek bir kültür kariyerizminin aldığı bugünlerde, sanatı ve edebiyatı kesif bir varoluş biçimi olarak deneyimleyen Basquiat’yı (ve Rimbaud’yu ve diğerlerini) hatırlamak zihin açıcı oluyor.

Beyoğlu’nda gördüğüm o Basquiat-vari resmi yapan kişiye bu kültür-dışı ve yoğun ihtimali tekrar hatırlattığı için teşekkür.

Not: Basquiat’nın yoğun ve öforik hayatına tanık olmak isteyenler Ego Bertoglio’nun çektiği Downtown 81’e ve Julian Schanabel’in çektiği Basquiat’ya bir göz atabilir.

Not 2: Rimbaud konusunda çok iyi bir kitap için bkz. Rimbaud ya da Büyük İsyan, Henry Miller.

All rights reserved. Unlimited Publications.

Meşrutiyet Caddesi No: 67 Kat: 1 Beyoğlu İstanbul Turkey

Follow us

  • Black Instagram Icon
bottom of page