top of page
  • Yazarın fotoğrafıHuo Rf

Camda şekilsiz bir buğu


Çağdaş ve güncel sanatın özellikle genç temsilcileri birkaç jenerasyon öncesine göre daha politik bir üretim içerisinde olabilir mi? Teknik ve teknolojik gelişmelerle politik sanat arasında bir bağ var mı? Politik sanat bir trende dönüştü mü, dönüşebilir mi? Üretimler politikleştiğinde bienaller ve müzeler kendilerini nasıl konumlandırıyor? Ülkelerin savaştan kaçan mültecilere sınırlarını kapatabildiği bir dünyada, politik sanat neye karşılık geliyor? Birbirini doğuran ve güncelliğini her daim koruyan sayısız soru... Huo Rf, konunun uzandığı noktaları ve tüm bu soruları sanatçıların ve sanat profesyonellerinin görüşleriyle inceledi

Cansu Çakar, Rumi, Kağıt üzerine karışık teknik, 70x100 cm, 2016, Sanatçının izniyle, Fotoğraf: Chroma Istanbul

İçinden geçtiğimiz dönem... İçerisinden geçtiğimiz bu zamanlar... Yaşıyor olduğumuz bu... Tam ortasında bulunduğumuz... Boşlukları aklımızın, hissimizin ve kelimelerimizin yettiğince, belki fazlasıyla doldurabiliriz. Güncel sanat içinde karşılaştığımız politik üretimleri göz önünde bulundurarak yola çıktığım bu yazıda, sanırım konunun muhteviyatından, daha farklı yönlere de ilerliyorum bir sanatçı olarak. Ancak ilerleyen bölümlerde, sanatçı ve sanat profesyonellerinin görüşlerine de yer vererek yol alacağım.

Kafamı kurcalayan sorular şunlar: Güncel sanatçılar ve genç sanatçılar önceki birkaç jenerasyona göre daha politik bir üretim içerisinde mi? Malzeme, teknik ve teknolojik gelişmelerin bu üretimler üzerinde bir etkisi var mı? Politik sanat bir trende dönüştü mü, dönüşebilir mi? Ve trend gibi algılanıyorsa, gerçekten içinin boşaltıldığı olur mu?

Güncel sanat içerisindeki ilişkiler ağı gibi başlıkları öncelikli olarak hatırlasak, biraz karmaşık cevaplar gelebileceğini tahmin edebiliriz. Bu sorular üzerine düşünmeye ve araştırma yapmaya başladığımda karşıma çıkan değerli incelemeler; Hito Steyerl’in e-flux’ta yayınlanan Sanatın Politikası: Çağdaş Sanat ve Post Demokrasiye Geçiş yazısı, yine Steyerl’in e-skop’ta Zeynep Baransel tarafından Türkçeye çevrilen makalesi ile Ayşegül Sönmez’in Milliyet’te yayımlanan Politik Sanat Yapmak İsteyenlere Duyurulur başlıklı yazıları referans noktalarımı oluşturdu.

Bir sanatçının üretimleri konusunda nasıl sancılı dönemlerden geçtiğini, izleyicilerle işlerini paylaşmak konusunda yaşayabileceği birçok hal ve duygusunu yakından biliyorum ister istemez. Sanatın politikliğini/politikayla ilişkisini bir başlık altında incelemeye aldığımızda ise farklı kanallar açılıyor. Belki ilk soru, neden bir başlık altında toplamak durumunda kalıp kategorize ettiğimiz? Sanatçı mı kendini bu şekilde tanımlıyor, profesyoneller mi? Yoksa üretimler mi bizleri yönlendiriyor? Cevap; kategorize sisteminin daha çok araştırmacılar, yazarlar, küratörler ve tarihçiler kısmında işlediği olasılığı. Güncel sanat, bugün geldiği noktada sosyal medyadan, hızlı olarak haberlere erişimden, global bağlarımızın cep telefonumuz aracılığıyla iki dakika uzaklıkta olmasından ayrı bir noktada duramıyor. Teknolojiden yararlanmayı tercih etmeyen varsa bile, bir o kadar içerisinde olmaktan kaçışı bulunmuyor.

Güney Kore’de olanlar tam da desen çizmek için kalemimi tıraşlarken cep telefonuma düşüyor haber olarak. Televizyonlarda neredeyse görmekten bıktığımız siyasetçiler veya toplumsal olaylar; bizimle birlikte sürekli kafelerde, restoranlarda, dolmuşta, radyoda, alışveriş merkezleri üzerinde devasa ekranlarda, hatta içerisindeki tuvaletlerde bile, her yerde karşımıza çıkıyor... Teknoloji artık bir uzvumuz vaziyetinde, donan ekranlara tahammülümüz bile yok bazı vakitler. Buradan hareketle, teknoloji bizi çevrelemişken, dünyanın diğer ucu parmağının ucundayken duyarlı bir sanatçı nasıl kayıtsız kalabilir? Her gün duyduğumuz, gördüğümüz, şahit olduklarımız karşısında sadece üretiyor olmak bile büyük bir yeteneğe/ayrıcalığa dönüşüyor. Toplumsal bir olayın üretime yansımaması mümkün değildir. Her dönem yansımıştır, görsel dilin direkt olmadığı noktalarda bile gerçek sanat eserlerinin enerjisi dönemin ruhunu içerisine hapseder. Sanatçı su bile resmetse, o su politikleşebilir.

Güncel sanat içerisinde her şey hızla değişmekte; medyumun, üretimin herhangi bir sınırı bulunmamakta keza estetiğin, biricikliğin de öyle. Sanırım gelinen noktada başka bir okuma da, üretimlerle beraber sanatçıların varlıkları aynı zamanda. Bir sanatçının varlığı, yaşamı ve üretimleri kadar yer kaplamakta. Marina Abramović bir sanatçı portresi olarak, bahsettiğim bu duruma ışık tutuyor. Hayatı ve sanatı hakkında pek çok eleştiriye de hedef olarak...

Ben önceki jenerasyonlarla güncel sanatçılar arasında politik bir ayrım yapabileceğimizi düşünmüyorum. Bana kalırsa Van Gogh’un yalnızlığı da, Buğday Tarlası ve Kargalar resmi ve diğer tüm işleri de oldukça politik. Güncel sanatçılar önceki jenerasyonlara kıyasla daha fazla medyumla iş üretme ve daha fazla izleyiciye ulaşma imkanına sahip. Sarkis’le yaptığım bir röportajda, 20 yıl öncesinde yaptıkları bir serginin reprodüksiyonunun maddi bolluklar içerisinde yeniden kurulduğundan bahsetmişti. Burada, Hito Steyerl’in yukarıda bahsettiğim yazısından alıntı yapmanın tam zamanı:

Küresel Guggenheim markası, birtakım post-demokratik oligarşiler için bir tür kültürel rafineri vazifesi görüyor. Nüfus fazlasına seviye atlatmayı ve onu yeniden eğitmeyi görev edinmiş sayısız uluslararası bienal de öyle. Böylece sanat, vahşi ekonomileri genellikle içeriden baskı, yukarıdan sınıf savaşı, şok ve korku politikalarıyla beslenen, yeni, çok kutuplu bir jeopolitik güç dağılımının gelişmesine bizzat katkıda bulunuyor.

Dolayısıyla çağdaş sanat, Soğuk Savaş sonrası yeni dünya düzenine geçişi yalnızca yansıtmakla kalmıyor, ona etkin bir biçimde aracılık ediyor. Herhangi bir cep telefonu firmasının bayrağını diktiği her yerde, çağdaş sanat, dengesiz gelişen semiyo-kapitalizmin başrol oyuncularından biri konumunda. Çift çekirdekli işlemcilere ham madde sağlamak için madenciliğe bulaşıyor. Çevreyi kirletiyor; mutenalaştırıyor; gasp ediyor. Önce baştan çıkarıp kullanıyor, sonra arkasında kırık kalpler bırakarak ansızın kayıplara karışıyor. Çağdaş sanat, Moğol çöllerinden, yüksek Peru ovalarına kadar her yerde. Ve sonunda bir gün, üstü başı kana ve pisliğe bulanmış halde Gagosian’a tıkıldığında, ardı arkası kesilmeyen coşkulu alkışlarla karşılanıyor.

Sert sözler gibi gelse de kayıtsız kalamadığım, kalınamayacak bir gerçekçiliği barındırıyor bu alıntı. Bienallerin markalaşması, sanat profesyonellerinin ilişkiler ağı ve üretimler... Kuşkusuz bienaller, müzeler, sanat ödülleri birçok sanat eserini ve sanatçıyı işaret ediyor. Bütün bu olup bitenler sadece politik sanat konusunda değil, tüm üretimlerle beraber ilerliyor. Bir sanatçıyı eserinden ötede yine, bir önceki yaptıklarıyla ilişkilendirmeden ele alamıyoruz. Bu, bizi kişinin sanatına ikna eden en etkili yollardan biri. Genel manzarayı algılıyoruz veya algılamayı tercih ediyoruz. Müzeler ve bienallerin gücü kariyerlerin mihenk taşlarıyken ve üreticinin sanatını gün geçtikçe daha değerli hale getirirken, bütün dinamikler birbirini tetikleyerek devreye sokuyor. Günün sonunda, biz sanat eseriyle karşılaşmalarımızda ikna yollarına gidiyoruz.

Ayşegül Sönmez Haziran 2013’te Milliyet’te yayımlanan, ‘Politik sanat nasıl yapılır’ sorusuyla izleğini çizdiği ve cevaplar aradığı yazısında şöyle anlatıyor:

Politik olarak sanat yapmakla politik sanat yapmak arasında dağlar kadar fark vardır. İkisinin arasında Süphan Dağı kadar fark vardır. Cudi Dağı kadar fark vardır. Bu ayrım da bana ait değildir. Ünlü yönetmen Jean-Luc Godard’a aittir. Godard şöyle der: ‘Asıl mesele filmleri politik olarak yapmaktır. Politik film yapmak değildir.

(...)1990’lı yılların ortalarından itibaren oluşan daha önce de yazdığım Diyarbakır okulu dediğim Kürt sanatçılar, Cengiz Tekin, Berat Işık, Şener Özmen, Erkan Özgen’i hatırlarsak... İşleriyle; yaşadıkları travmaları ele alışlarındaki incelik, gerçeğin altını üstüne getiren yorumları, taze trajik anılara koydukları ironik mesafe ve belki de en önemlisi gündelik hayatta kalma çabalarıyla, politik olarak yapılan sanata örnektirler.

Şener Özmen, Sanatçının beyaz gül olarak portresi, 100x100 cm, Sanatçı ve Pilot Galeri izniyle

Buradan hareketle ben de sanatçıların süregelen ve geçmiş çalışmalarının, güncel işlerinin tümünün bir sanatçıyı ve eseri okumada en doğru yol olduğunu düşünüyorum.

Konu üzerinde durulduğunda kuşkusuz akla gelen isimlerden birisi de Gülsün Karamustafa. 80’li yıllardan bu yana soluksuz üreten, güncel sanatın hali hazırda geçirdiği birçok evresine tanık olmuş bir sanatçı olarak onun da görüşlerine başvurdum. Karamustafa şöyle düşünüyor:

Güncel sanatın yakın tarihinde benim tanık olduğum en büyük politik üretim 90’ların başında başlayan ve sonuna kadar çeşitli biçimlerde devam eden, başta Yugoslavya'nın dağılması ve Batı Avrupa'nın siyasal anlamda yeniden tanımlanmasına yol açan 'Balkan Savaşı' süresindedir. Gerçek bir savaşın içinden geçiliyordu ve sanatçılar, yeni bir sunum dili arayan büyük sergiler ve bienaller aracılığıyla seslerini duyurabiliyorlardı. Söyledikleri sözü oluşturabilmek için büyük desteklere ve yatırımlara ihtiyaçları yoktu çünkü üzerinde düşündükleri ve yaptıkları sanat gerçeklerle direkt bağlantılıydı. Teknoloji de bugünkü kadar gelişmiş değildi ama kendilerini ifade etmenin yollarını biliyorlardı. Bu dönemin, sanat ve politikanın iç içeliği bağlamında çok önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum.

Bugün Ai Weiwei'nin politik olma iddiaları beni çok rahatsız ediyor. Popülist bir yaklaşımla güncel olaylara anında tepki vermek ve bunun kurumlar tarafından desteklenmesi ve gündeme getirilmesi beni son derece tedirgin ediyor. Bunun bir nevi istismar olduğunu düşünüyorum. Bunun yanı sıra hala dürüst bir biçimde eleştirisini yapan genç sanatçılar da tanıyorum ve bunun kolay bir iş olmadığını da biliyorum.

Gülsün Karamustafa, Hançer, Kağıt üzerine baskı, 50x70 cm (çerçevesiz), 1991, Sanatçı ve Rampa İstanbul'un izniyle,

Fotoğraf: Barış Özçetin

Gülsün Karamustafa’nın sözleri kendisinden daha genç bir jenerasyondan olan Cansu Çakar’ınkilerle aynı potada eriyor. Çakar, gerçeği şöyle tanımlıyor:

İlk olarak şunu belirtmekte fayda var diye düşünüyorum, son 30 yılın neoliberal tahakkümleri altında yaşadığımız kapitalist dünya, sanat üzerinde bozucu- yıkıcı bir etki yarattı, bu da sanatçının üretimlerini meta olmaktan çıkarmaya yönelik yeni pratiklere yöneltebilir. Bana göre sanatta sosyal, çevresel ve politik eleştiri, ilk olarak piyasanın dayattığı statükocu sanatsal değerlerin varlığına karşı bir duruş sergilemelidir. Bu da ancak sanat dünyasının dışında kalmayı tercih eden, kişisel görüşleri ve davaları üzerinden çalışmayı seçen sanatçılar tarafından özümsenebilir. Dolayısıyla teoride, kısır ve çeşitlenmekten yoksun sayıca az sermayeler üzerinden yürütülen ülkemiz sanatında politik içerikli sanattan söz etmemiz zordur.

Ortadoğu ve Avrupa’da son yıllarda sıklıkla gözlemlediğimiz ve hatta deneyimlediğimiz kitlesel hareket ve gösterilerin sosyal medya aracılığı ile geniş mecralara ulaşabilir olması genç kuşağın sosyopolitik ve ekolojik farkındalığını elbette yükseltti ve bu da neslimizin göstergelerinin çağa ayak uydurabilir bir hal almasına yardımcı oldu.

Öte yandan yadsınamayacak bir gerçek vardır ki, 68 kuşağı tüm dünyayı kasıp kavuran bir kuşaktır. Sonra tüm dünyayı etkisi altına almasa da ülkemiz için önemli olan 78 kuşağı geldi. 80 darbesinin acımasızlığı ve darbe öncesi faşizmin güçlenmesinin de etkisiyle azımsanamayacak bir nesil ortaya çıktı. Kendi doğum yılım olan 88 için bunları söyleyemiyoruz daha. Birçok kişi, üretmeden tüketen internet çağının çürüttüğü apolitik bir nesil olarak görüyor bizi. Trend politik duruşlar, özellikle sosyal medya paylaşımları, bizi içi boş, yaşam pratiğimize dökemediğimiz, çatışan ideolojilerle karşı karşıya bırakıyor. Bu da kendi üst jenerasyonumuzdan daha fazla toplumsal olaylara karşı hassas görünmemizi sağlıyor olabilir fakat jenerasyonumuz adına asıl problem bireyler üzerinden kurgulanan toplumsallık, kimlik arayışı ve arayış sonucunda gelen bunalımı yine zümrecilik üzerinden çözmeye çalışmak. Türkiyeli olmayı anlayamamaktan mütevellit azınlık dertleri, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, inşaat sektörünün dinde adeta yeni bir mezhep halini alması sanat üretimlerinde eleştirilmeye çalışılsa da genellikle yine birey üzerinden üretilmiş toplumsal gerçekleri ortaya koyuyor. Kaldı ki yaşadığımız coğrafyanın çetrefilli yaşam süreci, sınırlarımız dahilinde gerçekleştiğini kabul etmemiz gereken savaş ortamı her türlü mecrada tartışılması elzem bir konudur. Örneğin dünyada içerik olarak toplumsal ve ekolojik katmanları açığa çıkarmaya çalışan, düğümleri çözme odaklı üretimleri sergilemeyi başaran yakın gelecekteki bienallerin kavramsal çerçeveleri gerek komşuluk teması gerek yuva teması üzerinden neredeyse aynı problemlere değinmeyi amaçlıyor. Çünkü geldiğimiz noktada sadece sanat dünyası için değil her türlü meslek dalı için kırmızı alarm veriliyor.

Bana göre sanatta sosyal, çevresel ve politik eleştiri, ilk olarak piyasanın dayattığı statükocu sanatsal değerlerin varlığına karşı bir duruş sergilemelidir.

Genç bir koleksiyoner ve galerici olan Melek Gençer ise farklı profesyonelliklerin çok sesli olmasına rağmen nasıl tek bir ses gibi algılandığına örnek veriyor. Gençer, “Politikanın sanatçıların üretimlerine direkt ya da indirekt şekilde her zaman yansıdığını düşünüyorum” diyor ve ekliyor:

Adı üzerinde, güncel dediğimiz sanat üretimlerinin yaşadığımız siyasi, sosyal ve ekonomik durumlardan etkilenmeden ortaya çıkmasının imkansız olduğu fikrindeyim. Bu etkileşimin jenerasyonlar arasındaki bir farktan çok, günümüz kaygılarıyla bazı sapmalar yaşadığı bir süreçte olabiliriz. Sanat üzerine yapılan ‘yatırımların’, bazı koleksiyonerlerin sanatı bir trend olarak görmeye başlamasının sanatçıyı üretim telaşına sokarak, sanatçının içi boşaltılmış eserler üretmesini olağan hale getirdiğini düşünüyorum. Bunda jenerasyon farkının ya da teknolojinin ilerlemesinin ne kadar etkili olduğundan emin değilim.

İşlerindeki politik kaygının fark edilir şekilde form değiştirdiğini gözlemlediğimiz ve son zamanlarda çok eleştirilen Çinli sanatçı Ai Weiwei, bu konuyu tartışırken bir örnek olabilir. Aynı zamanda bir aktivist olan kavramsal sanatçının ilk dönem işlerine, örneğin Dropping a Han Dynasty Urn (1995) ya da 2010 yılında Tate Modern Turbine Hall’u dolduran Ay çekirdeği Tohumları’na baktığımız zaman izleyicinin tarihi ve sosyolojik referanslar bulabileceği çok politik işler olduğunu görürüz. Fakat mülteci sorunu üzerine ürettiği işlerden biri: Sahilde boğularak can veren Suriyeli küçük çocuk Aylan Kurdi’ye ithafen onun sahilde bulunduğu pozisyonu tekrar canlandırması, sanatçıyı eleştirilerin odak noktası haline getirdi. İş politikti belki ama izleyiciye sorgulayacak hiçbir alan bırakmamıştı. Bu örnekle sanat üretimlerinde politik olup olmama durumunun jenerasyonlar arasındaki farktan ya da gelişen teknolojiden çok, her sanatçının geçirdiği sürece ve bu iki etkeni nasıl kullandığına bağlı olduğunu düşünüyorum.

Son olarak zamanın bir eserin trende uyum sağlamak kaygısıyla üretilip üretilmediğini göstereceğini düşünüyorum. Eğer üretilen bir iş yıllar sonra hala güncel ve hala düşündürüyorsa o iş sanat eseridir diye düşünüyorum.

Sanat yazarı Merve Arkunlar ise bu konuları tartışabilmek için biraz daha zamana ihtiyacımız olduğunu söylüyor:

Bizi etkisi altına alan olaylar yeni sosyal medya düzeniyle mi etrafımızı sardı, çok sesli, çok dilli hale geldi, yoksa saçları bir gecede beyazlatacak ağırlıkta mı oldu? Bu konuları yeni düzeni algılayarak tartışabilmek için biraz daha zamana ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Sadece Türkiye’yi değil dünya genelini saran bir endişe sarmalı, sadece politik değil, ekonomik, çevresel; ölümler ve kaynaklarla ilgili olduğu kadar, varoluşsal. Mutlu olmak istediğimiz zamanlarda bile suçluluk hissettiğimiz oluyor. Bu nedenle sanatçıların bu tufana kendilerini geçmişe kıyasla daha fazla ya da daha kalabalık gruplar halinde kaptırıp kaptırmadıkları, kendi aklımdan, bilincimden ayrı tutarak tarafsızlıkla yanıtlaması zor bir soru.

Bu çerçevede tespit yapabilecek donanımda olsak da, bu indirgemenin nelere işaret edebileceğinden emin değilim. Beni düşündüren meseleler biraz daha farklı. Örneğin yaşayan bir sanatçı olmanın günümüzdeki karşılığı; sanatçının bu tanım içerisinde hangi dizginleyemediği fikirleri bir esere dönüştürmeyi önemsediği, gelişmelere ilgisi, önceki nesillerin sahip olmadığı bilginin ve tarihin dehlizlerine tek tıkla serbest dalış imkanını nasıl kullandığı, kendini hangi platformlarda, nasıl ifade ettiği, yeni dünya düzeninin kuralını bilerek açık ettiği takipçi sayısını ne kadar umursadığı... Ya da şu soruların da peşine düşülebilir: Bir sanatçının kazandığı parayla takipçi sayısı ya da hakkında çıkan haberler arasında gerçek bir ilişki olup olmadığı, bu ilişki zincirinde hiç görünür olmayan bir kalabalık ya da gücün bu ismin daha çok görünür olmasında bir faydası olup olamayacağı. Ve bunların çok hızlı değişebildiği gerçeği.

İnternet’in 2005 yılına ait harita görüntüsü uzayda akıl üstü bir havai fişek şovunu andırıyordu. Geçtiğimiz 10 yılda oluşan yeni sinir uçlarımızla birlikte bu haritanın bugünkü çapını hayal bile edemiyorum.

Burak Arıkan’ın görünmez ilişki zincirlerini ortaya çıkardığı Beraber Sergi Yapmış Sanatçılar Ağı, Sanatçıların Politik Eğilimleri Ağı gibi işleri de beni etkilemişti. Sebebi teknolojiden istifadesinden, görselliğinden çok sorduğu sorularda yatıyordu. En başa dönecek olursak, hepimiz birtakım sorular etrafında esasında bir süredir zor zamanlardan geçiyor, tabiri caizse bu soruları ‘buffer’ ediyor (ara belleğe almak), tartarak yerleştirmeye çalışıyoruz. Ve en çok birikmeler kafamızı karıştırıyor, ilgimizi çekiyor. Burak’ın sayı artışıyla göz gözü görmez hale getirerek hayaletleştirdiği, kimi başlıklar altındaki birikmelerle bir şeyler söylemeye çalışan verilerinde olduğu gibi. ‘Neden’ ve ‘peki sonra’ sorularını da elbette akla getiriyor bu sorular ve ilişkiler. Yine Burak Arıkan’ın 2010 tarihli serisindeki çalışmalarına verdiği isimler gibi çok distopik, tansiyonu yüksek sonuçlar da doğurabilir bu durum: Kasıldı ve Genişledi ya da Gelmişini, Geçmişini Silerek Büyüyen Şey.

Teknolojinin ilerlemesiyle sanatçıların yaşarken yapabildikleri arasında elbette bir bağ var, olmalı. Zaman ve araştırmalar açısından bakacak olursak derinlik kazandırıyor. Sanatçının yaşarken yapabildikleri, gerçekleştirebildikleri üzerinde önemli bir etkisi var.

Turner Prize adaylarından Michael Dean’e adaylığının ona ne hissettirdiği sorulduğunda ‘korkmuş, gururlu, heyecanlı, endişeli’ olarak sıralamıştı. Benim için bu cümleler -Turner etkisini bir kenara bırakalım- günümüzün sanatçı psikolojisine, daha görünür bir figür olarak olan bitene göğüs germeye dair çok fazla şey söylüyor. Duygusal olarak mümkün olmasa da hepimizden iş ve idealler anlamında beklenen kararlı bir duruş, sürdürülebilirlik. Azınlıklar ya da çoğunluklar halinde.

Käthe Kollwitz, Helft Russland, 1921

En nihayetinde yaşanan her türlü olay, teknoloji sayesinde her yerdeyken günün enerjisinin işlere yansımaması mümkün olmuyor. Bazı sanatçıların görsel dilleri direkt veya aksine saklı olabilir, ancak benim baktığım yerden önemli olan, yapılan genel bir okuma şeklinde görünüyor. İşin gücü, sanatçının durduğu nokta ve hikayeyi ele alış şekli... Kuşkusuz bir çoğumuz farklı noktaları birbirine bağlıyor olacağız ve kuşkusuz kimi üretime ikna olup kimine olmayacağız. Ayşegül Sönmez’in Diyarbakır Okulu olarak tanımladığı ve tanımına dahil ettiği sanatçılardan biri olan Şener Özmen ise bu konuda gayet net bir görüşe sahip:

Hayır, asında pek bilindik bir soru değil, daha doğrusu henüz içinden çıkamadık bu sorunun.

En nihayetinde politika dediğimiz şey, rekabete dayalı, bir tarafın gücü, diğerinin zayıflığı demektir ya da bunun tam tersi. Hangi tarafta yer alacağınıza siz mi karar verirsiniz yoksa içinde bulunduğunuz yegane koşullar mı, sizi -burada sanatçıyı- bir tarafa iter? Kaldı ki, Türkçeye ‘güncel sanat’ olarak çevirisi yapılmış ve 90’lı yıllardan bugüne, hâlâ yürürlükte olan bir sanat rejimiyle işe başladığınızda, ta baştan ‘politik’ olduğunuz hissiyatıyla yaşamaya-üretmeye başlıyorsunuz ki, asıl çözümlenmesi gereken şey de burada yatıyor kanımca. Peki bu nasıl oluyor? Söz gelimi, sosyolojik moda bir deyimle Kürt tarafında yer almak, sizi durup dururken -veyahut hiç yoktan- politik bir sanatçı (küratör, sanat eleştirmeni) yapıyor mu? Yani doğuştan mı politik oluyorsunuz? E. H. Carr’ın çok sevdiğim bir tanımı var, şöyle diyor: “Politika, asla bir arada düşünülmeyecek iki farklı alana ait iki unsurdan -ütopya ve gerçek- oluşur.” 90’lı yıllar boyunca, Türkiye’de yeni avangard olarak etiketlenmiş bir kısım sanatçılar, politikanın geleneksel adresi ile ilgili ezberleri hepten bozan, ya da o zamanların popüler deyişiyle ‘yapısöküme uğratan’ çalışmalar ürettiler, bu konuda Halil Altındere’nin gerçekleştirdiği sergilerin iyi –ama sorunsuz olmayan– bir başlangıç olduğunu söylemek mümkün. Plajın Altında Kaldırım Taşları (İstanbul, 2002), Kötüyüm ve Gurur Duyuyorum (İstanbul, 2002), Seni Öldüreceğim İçin Çok Üzgünüm (İstanbul, 2003), Serbest Vuruş (İstanbul, 2005), Gerçekçi Ol, İmkânsızı Talep Et! (İstanbul, 2007) sergileri, genç sanatçıların politik ilgi alanlarıyla (ortodoks politika, din, militarizm, hedonizm, çevre sorunları, AIDS, hayvan hakları, gündelik yaşamın eleştirisi, Kürt sorunu vs.) çevrelenmişti ve aslında geleneksel üretim ve düşünüş biçimlerine (dahası modern politikanın karakterine) de dokunmaktaydı. Bunun duygusal bir tarih anlayışı olduğunun tabii ki farkındayım. 70’ler ve 80’leri tartışmadan, 90’lara, 2000’li yıllara gelmek mümkün mü? Kimileri bunun mümkün olabileceğini düşündü, yani kafayı önceki sanat dönemlerine ve anlayışlarına takmadan, günün getirdikleriyle ilerleyebileceğini. 90’lardaki dönüşüm, tek tek sanatçılar üzerinden ele alınmadı, daha çok, ‘güncel sanat-sanatçı’ etiketinin verdiği rahatlık üzerinden -dokunulmadık alanlara girme, önceleri politik olmayan konulara eğilme, lokalleşme- etkilerini bugün bile görebileceğimiz bir yolda ilerledi. Halil Altındere ve Süreyyya Evren’in hazırladıkları, Kullanma Kılavuzu: Türkiye’de Güncel Sanat 1975-2015’teki metinleri ‘adam gibi’ okuduğumuzda, adı geçen dönemlerin ve saiklerin ne menem yollardan geçtiğini görebiliriz. Yeni Eğilimler, Günümüz Sanatçıları İstanbul Sergileri, Öncü Türk Sanatından Bir Kesit, A, B, C, D Sergileri ve Genç Etkinlikler. Ve demek durumundayım zirâ, sahne Genç Etkinlik sergileriyle değişiyor, burada Ali Akay’ın teorik etkisini görebilirsiniz; sanatın, politika lehine -tam tersi de geçerli- sosyolojik dönüşümünden söz ediyorum. 60’larda devlet bursuyla -yenilerde Kıta Avrupası burslarıyla- yurtdışına çıkmış sanatçıların güncel politikadan (kendi yurt sorunlarından diyelim) uzak olduklarını söyleyemezsiniz. Her dönemin aktörleri var, yıllarca kapalı kalmanın verdiği tükenmişlik sendromu, 80’lerin son kulvarında İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın organize ettiği 1. Uluslararası İstanbul Çağdaş Sanat Sergileri’yle (1987) aşılıyor gibi. 2. Uluslararası İstanbul Bienali’nde (1989) artık Sarkis var. 92 Bienali’nde, Hale Tenger, Gülsün Karamustafa, Selim Birsel var.

95’teki 4. Uluslararası İstanbul Bienali ise René Block’un, 2000’ler sanatına bağlanan etkisiyle çoğalıyor. Bu tabii ki kendiliğinden olmuyor, Vasıf Kortun’un Anı-Bellek sergileri, yine Ali Akay’ın Küreselleşme: Devlet, Sefalet, Şiddet sergileri asıl tetikleyiciler. Özcesi, ‘üst jenerasyon’ diye tabir edilen cenahta, asıl vurgu soyut ve yeni dışavurumcu etkinin politik bakışına yapılmalı. Bu vurgu, günümüz politikliğinin kaçış çizgilerini gizleyemiyor maalesef. Son yıllardaki sergilerin tam bir saçmalık olduğunu söylemek mümkün. İster Kürt tarafından gelsin, ister Türk tarafından, hiçbiri hiçbir şey söylemiyor artık. Kaldı ki bu bir trend değil, kafası politik olarak bir hayli karışık sanatçıların, nerede durduklarıyla alakalı daha çok. Hem laik hem etnik, hem Gezi’yle karşıt hem şu sıralar olup-bitenlerle kuvvet ve kudret sevici, her hâlükârda bilinçaltıcı ama her daim korkak, her daim güçten yana. Küreselleşmek adına veyahut insanların dünyadaki konumlarını belirlemelerini sağlayan gerçek konular adına yapılanlar, boğucu havayı derinleştiriyor sadece. Üretimlerin içi boşalır mı diyorsanız, üretimlerin içi zaten boş! Bize ne Ai Weiwei’den!? Biz bu tarafta yaşayanlara gelince, hâlâ ve ısrarla kendimizi konumlandırmaya, duruşumuzu ve olaylara bakışımızı her sergiyle yeniden ve yeniden tarif etmeye çalışıyoruz. Şunu söylüyoruz aslında; coğrafya kaderdir!

Ben bıktım bu kader sarmalından ve uzun zamandır ‘görüntü adına’ hiçbir şey üretmiyorum. Elbette bir şeyler görüyorum, ancak bunlar daha çok karabasanlar gibi, bir kere hiç ama hiç ironik değiller! Eğer bir Gandhi ya da Martin Luther King değilseniz, politik sanat adına ürettiğiniz her şey sanat cenahında “Eh işte...” dercesine acı bir tebessüme yol açmaktan öteye geçmiyor. Yani ne yaparsanız yapın, olmuyor, burada olmuyor, orada olmuyor! Çünkü o zaman şöyle bir durumla karşılaşıyor genç sanatçı; galericisi içerikleri fazla politik bulduğundan, sanatçıyı latte içeriklere bağlı kalması yolunda tembihliyor, daha fazla süt, daha fazla karışım. Kendimizi kandırmayalım, beşikten mezara politik sanatçı Türkiye için olacak bir şey değil.

Belki aynı şeyi konuşuyoruz veya birbirinden çok farklı iki şeyi, belki birbirimize yaklaşıyoruz ya da birbirimizden uzaklaşıyoruz. Ortak noktada mantık dahilinde buluştuğumuz tek şey, sanat eserinin ikna ediciliği aslında. Buna sanatçının hayatı, estetiği ya da başka başka unsurlar eklemleniyor.

Öyle bir zaman dilimindeyiz ki, toplumsal herhangi bir olay yaşandığında ister istemez önemsediğimiz insanlardan, sanatçılardan yaşananlara dair beyan, düşüncelere destek bekliyoruz. Belki kendimizi yalnız hissetmek istemiyoruz. Beklediğimiz beyanlarla ne kadar aydınlanıyoruz tartışmaya açık olsa da, herkes sadece hazırda bekliyor birileri bir şeyler açıklasa da saflarımızı sıkılaştırsak gibi ilerliyor söylemler.

Güncel sanatın dönüşümüne, işlevine dair çeşitli sorular sorarak görüşler, alıntılarla zenginleştirmeye çalıştığım bu yazının da ulaşacağı son durak, zaman olacak sanırım. Zaman, rüzgarın çöllerde kumları şekillendirdiği gibi bizleri ya şekillendiriyor olacak ya da savuracak. Bizleri derken sanat eserini, sanatçıyı, eleştireni, anlayanı, anlamayanı, kabul edeni ve etmeyeni. Hepimiz biziz.

Ben bir sanatçı olarak anlatmak veya göstermek istediğim bir nesneyi farklı farklı noktalardan bakarak izleyici ile paylaşabilirim. Paylaştığım noktada işin içerisine sanat tarihi de giriyor, izleyici de. Toplumun sindirim sistemine ister istemez bağlanıyor belli bir noktasında. Sergileyeceğim mekanın uygunluğu, izleyicinin hassasiyeti, üretenin üretme sebebi...

Başlık: Barış Bıçakçı’dan; “Ben hep bir şarkının ellerindeydim,” diye fısıldadı Başak, “bu yüzden aranıza karışamadım.” Fısıltısı camda şekilsiz bir buğu olarak kaldı.

bottom of page