top of page

Zamanın izini sürerken Aloş hattında

Yazı: Ece Başak Karakaş


Psikanalizde après coup (sonradan etki) kavramı, yaşanan bir olayın, anlamını her zaman o anda değil, ancak daha sonra, bir başka olayla bağlantı kurarak kazandığını söyler. Bu mekanizma özellikle travmaların işlendiği bir süreçtir: İnsan, bazı deneyimlerin etkisini yaşadığı anda değil, etkisi başına geldiğinde anlamlandırır. Bu yorum, toplumsal belleğin işleyişi için de geçerlidir. Geçmiş, toplumsal hafızada da sürekli olarak yeniden biçimlenir.

 

Ali Teoman Germaner’in sanatındaki söylem bu mekanizmanın sanat bulmuş hali gibi. Sanatçı, özellikle ALOŞNAME adını verdiği desen dizisinde toplumsal hafızanın düşünce sahnelerini çizmeyi denerken, dönemin siyasi olaylarını (daha çok bebek ölümleri gibi travmatik olayları) mitolojik bir anlatıya dönüştürüyor ve evrensel bir döngünün parçası haline getiriyor. Dolayısıyla da şu yoruma izin veriyor; yaşanılan her şey, geçmişte zaten yaşandı ve gelecekte de yaşanacak.

 

ALOŞNAME desenleri, 1970’lerde, çizgisel bir günce tutma fikriyle başlıyor.

Dönemin siyasi atmosferini düşündüğümüzde, her gün yara alan toplumun güncesi, belki ancak, dünü, bugünü ve yarını içe içe, kopuntusuz olarak çizmekle daha mümkündü. Zaman bir bütündür; insan onu tanımlayabilmek için çağlara bölmüştür diyor bir röportajında sanatçı. Sonradan etki, burada, karşımıza bir zamansızlık olarak çıkıyor. Nasıl ki Hume, mutlak mekânın varlığını yadsıyorsa; Aloş da mekanla birlikte zamanın doğrusal ve sıralı akışını yadsır gibi gerçekleştirmiş eserlerini. Onun dünyasında olaylar, kesintisiz bir akışın parçaları olarak değil, sonsuz bir döngünün içinde, iç içe geçmiş halde bulunuyor.

 

ALOŞNAME desenleriyle ilk kez karşılaştığımda yakaran, yalvaran, acı içinde figürler gördüm. Ama biraz daha dikkatle baktığımda, gözleri göğe çevrilmiş bu yaratıkların sanki çağlar boyunca bir şeyler beklediğini, bir yaşayış biçimleri, inanç sistemleri olduğunu düşündüm. İlk bakışta tarih öncesine aitmiş gibi görünen bu figürlerin çene yapılarındaki mekanizmaları, ayaklarındaki tekerleğimsi formları fark etmem beni onların sadece tarih öncesini temsil ettikleri fikrinden uzaklaştırdı. Onun figürleri, geçmiş ya da geleceğin değil, zamanın kendisinin bir izdüşümü gibi. Zamanın belirli bir doğrultuda akmadığını, belleğin anları birbirine eklemleyerek inşa ettiğini, gerçek olanla düşsel olanın aynı çarkta döndüğünü gösteriyorlardı.

 

İşim gereği, çocuklarla bolca oyun oynayan, sohbet eden biri olarak tanıdık bir zaman algısı keşfediyorum sergide. Aloş’un eserlerindeki zaman, bir masal zamanı, çocukluğa ait geçirgen bir zaman. Benzer biçimde, çocukluğumuza ait anılar hafızamızda oldukça akışkan biçimde yer almaz mı? Kim bir çocukluk anısını, o anıya tanıklık eden birinden dinlediğinde, hafızasında yer ettiğinden farklı biçimlerine rastlamamıştır ki? "Her birimizin hatırlayacağı üzere bu ilk günler, çocuğa sonsuzluk gibi gelir ve bu durum geleceğe uzanan haftalar, aylar ve yıllar için daha da geçerlidir. Çocuklar yetişkinler tarafından keyfi sürülen kısa, acınası zamandan çok daha farklı bir düzende geçip giden 'zaman' içerisinde hafif uykularından uyanır, ayağa kalkar, etrafta koşuşturur, yer, oynar, güler ve ağlarlar." Geleceğe dair umutları ve düşleriyle zamanın "şimdiki" haliyle sürekli bir ilişki içindedir. Çocukların zaman anlayışı, bu yüzden sadece geçmişi değil, geleceği de kapsayan bir içsel zaman yolculuğudur.

 

"Çocukluktaki 'zaman' bizimkisi ile mukayese edilemez" der Bonaparte ve çocukluk anılarının bellekte yeniden şekillenerek geçmişin mitolojik bir versiyonuna dönüştüğünü savunur.

 

ALOŞ: dün, bugün, yarın, sergi salonuna adım attığımızda, serginin belki de en görkemli heykeli karşılıyor bizi. Bizden yüce bir varlığın karşısındaymışız gibi hissediyoruz. Antik dünyada tapınak girişlerindeki heykeller, kente girenleri karşılayan, onlara kentin ruhunu hissettiren böyle görkemli figürlerdi.


Bu sergiye de Aloş’un yılanlarıyla karşılaşarak giriyoruz, üst üste dizilmiş yılanlar geleni gideni kolaçan ediyor. Heykelin ardındaki sergi alanına geçtiğinizde diğer heykellerin konumlanışı, yırtıcı kuşların bakışları ziyaretçilere bir yön vermek ister gibi, oraya gidin diyor. Orada, bir heykel topluluğunun önünde duruyoruz. Merkezde, kanatlarını etrafındaki diğer kuşların genç, parıldayan enerjilerini toplamak ister gibi açan Zümrüdü Anka kuşu, hemen önündeki çelimsiz, gösterişsiz, yorgun kuşu, sanki yaşlılığı ve bilgeliği kutsar gibi kucaklıyor. Burak Fidan, sergiyi bir arkeolojik buluntu alanı gibi tasarlamış ve Aloş’un eserlerine ritüelistik bir düzen kazandırmış. Gerek ALOŞNAME desenleri, gerekse Aloş’un Paris dönemi resimleri, bu ritüeller alanının geleceğe gönderilmiş mesajları gibi sunuluyor yerleştirmede. Heykellerse, tüm anıtsal görkemleriyle geçmişi bugüne taşıyor. Ziyaretçiyi belirli bir akışa dahil eden bu anlatının içinde bir gizemi çözmeye çalışır gibi, sanatçının dünü, bugünü, yarını içinde kayboluyorsunuz. 

Bu sergi için üretilmiş, ALOŞNAME desenlerinin canlandırılmalarının gösterildiği video odasının iki duvarı deniz kabukları formlarıyla kaplanmış. Bu formlar, aslında sanatçının zaman algısındaki gibi, eğimli, bükümlü, helozonsel ve kendine ait bir ritimle dolu. Sergiden ayrılırken, sanki izleyenin zihnine bir imge bırakmak isteyen tek bir ALOŞNAME deseni dikkat çekiyor. Bu desende de, düşsel bir sahnede, bir deniz kabuğunun içinde beliren bir çocuk yüzü var. Belki de dünyaya yeni uyanmış bir bebek yüzü. Bu yarı deniz kabuğu yarı insan yüzü portreye baktıkça, o spiral formların, çocukken farkına vardığımız ama anlamına sonradan vakıf olduğumuz şeylere benzediğini düşünüyorum. Çocukluk, bir zamanlar içine daldığımız ama ancak yıllar sonra derinliğini anlayabildiğimiz bir deniz gibi. Çocuklar yaşar, ancak bazı çocukluk anıları bir başka deneyimle birleştiğinde tam olarak anlamlanır. Belki de Aloş’un sanatında zamansızlık hissi bu yüzden var: çünkü çocuklukta keşfedilen formlar, ancak ömrün sonunda tam anlamıyla geri dönüyor.

 

Aloş’un, Ahu Antmen’le yaptığı bir söyleşide, çocukken, denizden topladığı deniz kabuklarının formlarına uzun uzun bakıp ne çok etkilendiğini söylediğini hatırlıyorum. Sanatçı, çocukluğunda incelediği kabuklarda ne arıyorsa, onun desenlerine bakan herkesi bu arayışa ortak ediyor olabilir mi? Sergiden ayrıldıktan sonra, çocukluğumda deniz sesini duyacağıma inanarak kulağıma dayadığım deniz kabuklarını anımsıyorum, seslerin devingen ve gizemli yapısı içinde ne çok şey duyardım. Deniz kabuğu desenlerine nakşedilmiş bir masala ait olmalı bu figürler diyorum. Sergi boyunca kulağımıza dayadığımız deniz kabukları tanıdık bir masalı yeniden bahşediyor bize.


*Bonaparte M., Bilinçdışı ve Zaman, 1939, International Journal of Psychoanalysis, çev: Şahin Ateş

Comments


Commenting on this post isn't available anymore. Contact the site owner for more info.

All rights reserved. Unlimited Publications.

Meşrutiyet Caddesi No: 67 Kat: 1 Beyoğlu İstanbul Turkey

Follow us

  • Black Instagram Icon
bottom of page