Sinan Logie ve Yoann Morvan’ın İstanbul 2023 kitabı, kentin ‘soluksuz’ büyümesini, merkezden çepere belirlenmiş rotalardaki derin gözlemler ile net ve aynı soluksuzlukta anlatıyor. Kitap, içinden geçmekte olduğumuz dönemin belki de en kapsamlı ve katmanlı panoramasını sunarken, üzerine düşünülecek pek çok alan açıyor. Sinan Logie’yle, ‘eski kent’in yığıntılarına
bakan bir pencere kenarında ‘yeni kent’e dair söyleştik.
Kitabınızın metodu ‘yürümek’. Uzun kesitlerde tematik yürüyüşler üzerinden belgeliyor, bunu yaparken bir yandan da onları üreten sosyo-ekonomik gerçeklikleri tarif ediyorsunuz. Kitap fikri metotla birlikte mi çıktı, yoksa metot mu kitaba uzun vadede evrildi?
Yoann, IFEA’da Jean-François Pérouse’nin yanında çalışıyor, onun sağ kolu olarak onunla çeperde yürüyüşler yapıyordu. Akademik bir dergiye yolladığım
makale üzerine benimle iletişime geçti, görüştük ve yürümeye başladık. İlk rotamız Sabiha Gökçen’e Havataş ile varıp oradan Sultanbeyli’ye gidişti. Kitapta
Cehenneme Giriş olarak adlandırılan rotanın nüvesi: O gidişte cehennemin kapılarında durduk. Takip eden aylarda birkaç yürüyüş daha yaptık. Aynı sıralarda İstanbul’un 2020 olimpiyatları adaylığı Avrupa’da ses getiriyordu. Fransız bir yayınevi bu vasıtayla İstanbul 2020 üzerine bir kitap yapmak üzere irtibata geçti, Yoann ise “2020 değil 2023 olsun,” dedi ve kitabı birlikte
yazacağımızı iletti.
Yürüyüşlere yoğun olarak 2013 yılının Ocak ayında başladık, henüz Gezi eylemleri olmamıştı. O kış birkaç yürüyüş yapıp, ‘sıcak aylarda’ uzun mesafeleri katettik. Toplamda 200 kilometreye yakın. Bazı yerlerde kesintisiz yürüyüş mümkün değildi. Örneğin Gebze’yi önce otobüsle gidip duraklaya duraklaya gördük, sonra içerisinde otomotiv fabrikalarındaki uzun sunumları da
içeren duraklarla adımladık.
Merkezden periferiye devamlı bir atlayış var. Rota bazen merkezden başlıyor, bazen de merkez bir referans noktasına dönüşüyor. Bu değişim bilinçli mi?
Evet, arada sırada gidip gelmeye çalıştık. Öncelikle hitap ettiğimiz okurlar Fransız olduğundan, İstanbul’un belli başlı noktalarını vurgulamamız gerekiyordu. Aslında bu iyi de bir egzersize dönüştü. Merkeze bakıp tekrar gözümüzü uzağa çevirdiğimizde uçurumun büyüklüğünün farkına daha iyi varabiliyorduk. Yürümeye başladığımızda henüz aklımızda herhangi
bir strüktür yoktu. Keşfettiğimiz şeyleri nasıl bağlayabilecek olduğumuzu görmeye başladıkça, neredeyse yürüyüşlerin yarısına doğru, ana temalar yüzeye çıkmaya başladı. Temalar ile birlikte ise kapsam belirlenmiş oldu. Açıkçası ben başka megalopol deneyimlemedim. İstanbul, Avrupa’da eşi olmayan bir şehir. Tarif ettiğimiz durumların benzerlerini görebilmek için yüzümüzü Hindistan, Çin, Vietnam ve Bangkok gibi yerlere çevirmemiz gerekiyor. Daha çok Doğu coğrafyalarına has bir durum. Kent muhalefeti ve kent teorileri üzerine araştırdığımızda kimsenin bu megalopollerin nasıl dönüşeceğini öngöremediğini görüyoruz. Evet neoliberalleşmenin sonucu olduğunu az çok anladık. Murat Güvenç İstanbul’un kent teorisinde henüz olmayan örüntülere sahip olduğunu söylerken, çeperden çepere yaşayan insanlardan bahseder. Ben de yürüyüşlerimiz
sırasında sıklıkla bunu gözlemledim. Eskiden kentin merkezinde beslenip sonra çekilinen bir yer olarak çeperi görüyorduk. Bugün hayatı tamamiyle İstanbul’un dışı ve dışı arasında geçen insanlar var. Kitapta yer verdiğimiz, Şamlar Köyü’nde bizi karşılayan ve Hadımköy’de bir alışveriş merkezinde çalışan genç gibi.
Fotoğraf: Sinan Logie
Yürüdüğünüz yerlere belki de bir daha yürünerek ulaşılamayacak ya da artık yürünerek algılanamayacak kentsel alanlar olacaklar, bunu hissettiğiniz, belki de örneklediğiniz yerler var mı?
Bazı adımlarımızda bu hisse daha yoğun kapıldığımız oldu. Kitapta fotoğrafına yer vermedik ama, Ispartakule yakınlarında elinde sopasıyla koyunlarını güden teyze, arkada yükselen dev bloklarla birlikte, sadece o ana özgü bir durumu ortaya koyuyordu. Tabi bazı şeyler çok hızlı değişirken diğerleri beklenenden yavaş kalabiliyor. Riva’dan geçtiğimiz dönemde, pek çok altyapı projesi inşaat halindeydi, o kısım fazla beklemeden dönüşür diye düşündük, ancak bu kış gidip gördük ki henüz hiç bir şey olmamış. Otoyol bağlanmış, ama vadedilenler geçekleşmemiş, küçük kasaba kente dönüşmemiş.
Nefessiz bir kitap bu, bir solukta bitiyor, bununla birlikte insanın nefesini de kesip de bitiriyor, insan kesif bir umutsuzluğa kapılıyor. Yine de bu çerçevede umut var mı, varsa nerede yatıyor?
Kitapta umudu yeterince veremedik ama birkaç noktada anlatabildik. Fransızcası yayımlandığında, baştan sona okuyup ağlamıştım. Öte yandan Türk toplumu, ana akım medyanın ya da siyasetçilerin göstermek istediği gibi siyah-beyaz bir toplum değil. Yeni teknolojiler ve tüketim alışkanlıkları ile bütün kesimler aynı hayat tarzını paylaşıyor, onu hissettik. Artık kapalı bir dünyada yaşamıyoruz, o kesin. Umut tarafı belki daha çok okulda ders verirken ortaya çıkıyor. Bu sene pek çok atölye çalışmasına katılma imkanı buldum, Eskişehir’de, Ankara’da Anadolu’dan gelen genç mimar adayları ile çalışma şansım oldu. O atölyeler esnasında, hepimiz din etknik köken açısından farklı olsak da, birleşince güzel şeyler yapabileceğimizi yeniden keşfettik.
Kitap belgeleme safhasında duruyor belki ama, burada öğrendiklerimle gençlere yeni ufuk ve kapılar açmaya çalışıyorum. Aktivizm sadece belgelemek mi?
Hangi dertle boğuştuğumuzu anlamak için belgelemek aktivizmin bir biçimi. Sokakta gidip pankart açmak bir başkası. Ancak, gerçek olan insanları tekrardan
beraber olmaya teşvik etmek, keyifle ve beraber güzel şeyler üretebilme potansiyellerini ya da yollarını açmak. Başka bir çare görmüyorum. Tekrar beraber olma potansiyelini masaya getirince, her şey değişiyor. Farklı kesimlerin ve kültürel çatışmaların Türkiye’si ortak bir zemine oturuyor.
İnşaat üzerinden, ‘rant paylaşımı’ aracılığıyla ciddi bir rıza üretimi var. Başka hiç bir alanda görülmeyen toplumsal uzlaşma en çok inşaat üzerinden gerçekleşiyor. Bu nasıl kuruldu, nasıl işliyor?
İstanbul’u korumak isteyen bizim gibi insanlar. Mesela Kadıköy’de müteahhit kendi binalarını dönüştürmeye başladığında “başımıza talih kuşu kondu, yaşasın,” diye seviniyor. Televizyon dizisindeki güzel kız kapalı sitede yaşıyor ya da rezidansta oturan yakışıklı erkek camdan boğaza doğru bakıyor. Yeni konutta yaşamak gazetedeki reklamlardan dizilere kadar çok iyi pompalanan ve satılan bir yaşam tarzı; kimse o treni kaçırmak istemiyor. Emlak, en az iPhone kadar çok istenilen bir arzu nesnesine dönüşmeyi başardı, reklamcılık sektörünü bu konuda tebrik edebiliriz.
Başakşehir’deki yeni konut reklamları “Yeni Türkiye” ya da “Yeni Türkiye’nin yeni merkezi” sloganları üzerinden pazarlanıyor. Orada sosyolojik bir durum
var. Bence, beş yıl içerisinde değil ama onbeş-yirmi yıl içerisinde bir sosyal patlama potansiyeli doğacak. Avrupa’daki orta sınıflar için yapılan büyük ölçekli site ve lojmanların çöküşünde gördüğümüz gibi; binalar 30 yıllık olduğunda, siteleri yöneten firmalar battığında, beş altı tane site birden batacak belki. O zaman ilginç durumlar ortaya çıkmaya başlayacak.
Fotoğraf: Sinan Logie
Hem aşağıdan hem de yukarıdan gelen bir gelişme baskısı var. Bu, kenti, ve çeperleri neye doğru evirebilme potansiyeline sahip? Ve bu üretim biçimlerinde, mimarın rolü ne?
En büyük risk -bunu ilk söyleyenler biz değiliz ama- Kuzey Ormanları’nın yavaş yavaş küçük kentsel park alanlarına dönüşmesi, ki bu zaten başladı. İstanbul
makroformunun kuzeye kayması, Başakşehir ve üçüncü havalimanı ile birlikte üçgen formunun bir paralelkenara doğru evrilmesine şahit olacağız.
Aslında haritaya biraz daha uzaktan baktığımızda tamamen Marmara denizi etrafında muhteşem bir kentsel alan oluşmakta olduğunu görüyoruz. İstanbul bunun finans merkezi, Trakya tarım, Çanakkale enerji ve madencilik ile hammaddelerin temini rolünü üstleniyor, Bursa-Gebze ise endüstri bölgesi. Artık soru İstanbul’u kurtarmak olmamalı, kurtarılacak bir tarafı da pek kalmadı. Hepimizin sahip çıkmak istediği birkaç tarihi alan var, gerisi için artık “ne yapalım, oldu bir kere,” diyebiliyoruz ancak. Bütün İstanbul’u Karadeniz ya da Anadolu’ya gönderemeyeceğimize göre... Şehir böyle, bununla bir şekilde başa
çıkmamız lazım. Öte yandan mega projelerin dışında bütün metro altyapısı da inanılmaz bir şekilde gelişiyor, gerçekten “Büyükşehir çalışıyor.” Hem de etkileyici bir hızla. Tüm Marmaray tamamen devreye girdiğinde kentin saçaklanmasını biraz daha tetikleyecek. Marmaray ve hızlı trenle oraya 40 dakikada bağlanacağımız gün, Edirne İstanbul’un banliyösü haline gelecek.
Mimarlar çok nadiren muhalif pozisyonu alıyor. Ama bütün ülke yirmi-otuz yıldır bütün geleceğini inşaata yatırdıysa ve hiç bir yeni teknolojiye yatırım
yapılıp, gerçekten değerli bir sanayi üretimine doğru evrilmiyorsa bizim bu tablo içerisinde bir anda kahramanlara dönüşmemiz bir anlamda abartı olur. Oldukça yağlanmış bir sistem ve dişlileri var, kitabı yazdıktan sonra okumuştum, geçen yıl, gazetede bir akademisyen bunu çok güzel anlatmıştı. İnşaatlarda payı olan büyük holdinglerin kömür madenlerinde de payları var, çıkartılan kömür termik santrallerde yakılıyor, termik santrallerin külleri çimento fabrikalarında tekrar kullanılabiliyor, çimentoyla ise tekrar inşaat yapılıyor.
Handikap yok mu? İnşaat sektörüne geldiğinde döngü duruyor aslında?
Küçük bir kum tozu girdi mi birden tüm çarkı bozabiliyor. Muhtemelen şu anda işleyen sistemin sonu, inşaatta oluşan balonun patlamasıyla olacak. O balonun
nasıl patlayacağını öngörmek çok zor. Çünkü oldukça genç ve yenilenen bir nüfus var. Ancak bütün ülkelerde refah seviyesi yükseldikçe doğum oranı da düştüğü için bu yenilenen nüfusa bağlı sistem de sonsuz değil.
Muazzam yatırımlar oluyor ama öte yandan ülkenin ekolojik dengeleriyle sürekli oynuyoruz, 80’lerden beri. Tamam, Avrupa’daki bütün su yolları insan eliyle ıslah
edilmiş; barajlar, asansörler var gemilerin geçmesi için ancak insan eli neredeyse her yere değse de, yine de bazı havzalara dokunulmuyor. Birkaç tampon bölge bırakılmış vaktiyle, Avrupa’nın ekolojik dengeleri onlar sayesinde devam ediyor. Türkiye’de ise bu tamponlar tesis edilmiyor.
Biz, mimarlar olarak tüm bunları kayıp olarak değerlendirip elimizi çekiyoruz, meydanı inşaat ve müteahhit bilgeliğine bırakmıyor muyuz?
Bu sistemde parası olan güçlü. Mimarların böyle bir sermaye birikimi yok genelde. Halbuki bütün düşünce sistemini ele alsak; ekolojik ve sürdürülebilir teknolojiler ve yatırımlar ile birlikte Türkiye inanılmaz bir ülkeye dönüşebilir önümüzdeki on beş-yirme yıl içerisinde. Henüz geç değil. İyi okullar var halen daha, bir sürü istekli genç var. Ülke pırıl pırıl gençlerle dolu.
Comments