Merve Ünsal'ın kişisel sergisi Şimdi Uzaklardasın 8 Temmuz 2017 tarihine kadar Galerist'te devam ediyor. Sergi gerçeklik ve gerçekliğin temsili arasında yaşanan ilişkiyi sorgulayan, üretim ve tüketim dengeleri üzerine düşünen, hem aynı hem farklı diye düşündüğümüz olguları zekice işliyor. Sanatçının söylemini daha iyi kavramak için bir araya geldik.
Merve Ünsal, Pencereden, 2015-2017, Video görüntüsü
Zeki Müren’in 1982 yılında çıkarttığı Eskimeyen Dost albümünün hit parçası, Müren’in en çok dinlenen şarkısı Şimdi Uzaklardasın’a referans veren kişisel serginde aslında sahip ve yakın olunan ‘şey’e mesafe alarak artık uzakta oluşu, bir anlamda kayboluşu üzerinde duruyorsun. Nedir kaybolanlar? Bu sergi oluşurken temelde hissettiğin duygun neydi?
Mesafe ve kayıp üzerine düşünürken buldum kendimi. Benim çıkış noktam imge ve fotoğrafın arzuyla olan ilişkisi olsa da aslında temsiliyetin, özellikle konu ‘acı’ olduğunda, sanatçının elinden kayıp giden bir şey olmasıydı. Fotoğraf her zaman kayıp üzerine kurulu bir mecra. ‘An’ ile olan ilişki, fotoğrafı çekenle fotoğrafı çekilenin arasına giren mekanik aracı aslında hep bir müzakereyle ilişkili. Kayıp, soyut bir bağlamda benim için mecranın kendisiyle ilişkili. Somut ve günümüz konjektüründe ise tabi ki bir yerden bir yere bakıyor olmak, çaresizlik ve sanatçı olarak kendi ‘kullanışlı’ olup olmama durumumu sorgulama var. Şu anda nasıl bir söylem üretilebilir? Ne hakkında konuşabiliriz, laf söyleyebiliriz? İnsanlığımızı kaybetmeden nasıl bir sanat üretimi mümkün olabilir? Özge’yle (Ersoy) üzerine sık sık düşündüğümüz bir konu olan ‘vatandaşlık’ ile ‘sanatçılık’ arasındaki ilişki ne olabilir? Yani bazı şeyleri öncelik olarak koyarken başka bir şeyleri kaybetmemek mümkün mü? Kayıplar nasıl dönüştürülebilir?
Temelde hissettiğim üretimimin ilk 10 senesindeki ‘fotoğraf’ ve ‘temsiliyet’ meselesiyle ilgili bir bölümün kapanmasıydı. Duygusal bir bağlamda ise hissettiğim temkinli bir acıydı diyebilirim.
Fotoğrafta kadraj ne zaman tarafsız olur? Buna kim karar verebilir? New York Times fotoğraflarını üst üste bindirdiğin serin içerisinde olan görselleri neye göre adlandırdın?
Fotoğrafta kadrajın tarafsız olması pek mümkün değil. Ya da şöyle demek lazım belki, fotoğraf her zaman müellifi olan bir mecra. (Burada tabi bir insanın çektiği fotoğraflardan bahsediyor, Google Satellite imgelerinin müellifsiz olduğu gibi bir argüman yapılabilir ama tabi satelit ne zaman neye bakmayı tercih ediyor gibi şeyler üzerine de düşünebiliriz.) Yalnız fotoğraf mecrasının alışılmış tarafları var diyebiliriz. Örneğin, New York Times fotoğrafları serisinin çıkış noktası New York Times’daki slideshowlar, yani belli bir hikayeyi anlatan fotoğraf serileri. Acıyla ilgili olanları seçiyorum; acıyla ilgili haberler, bu mecra içinde genelde üçüncü dünyayla ilgili oluyor. Acıyla ilişkilendirdiğim şeyler de doğal affetler, şiddet, savaş ve açlık. Tek bir örnek üzerinden anlatmak gerekirse, Şans Ölümü Yener diye bir hikaye başlığı var. Aslında hiçbir şey anlatmayan bu başlığın altında gösterilen fotoğraflar Amerikalı askerlerin Irak’taki bir çölde çekilmiş fotoğrafları. Fotoğrafların hiçbirini seriden çıkarmadan hepsini birleştirerek tek bir görsel üretiyorum. Bu görsel araştırma metoduyla hem fotoğrafların ortak noktaları kendini belli ediyor, hem de aslında 10 fotoğrafla anlatacağımızı tek bir fotoğrafla ya da görselle de anlatabilir miyiz sorusunu kendime ve diğer fotoğraf üreticilerine soruyorum. Şans Ölümü Yener’de gördüğümüz, Amerikalı askerler kompozisyonun içinde hemen hemen aynı pozisyonda gösteriliyor, mavi bir gökyüzü, ufuk çizgisi, çöl koşulları, yıkılmış binalar. Burada servis edilen belli bir ideolojik fikir var ve foto-muhabirlik zaten bu ideolojilerin arasındaki müzakere alanları üzerine düşünmeye alan açıyor.
Merve Ünsal, Heat hunger and war force Africans on to a road on fire, New York Times Fotoğrafları series, 2017
Aslı Seven, New York Times Fotoğrafları serisi ve Pencereden isimli iki işin arasında bağ kuruyor. “Anlatıya ihtiyaç duyan, fotoğraf imgesinin kendisi olarak görünüyor. İmgeler, her iki işte de, dünyaya açılan pencereler gibi işlemektense, bakışımızı tıkayan ekranlara dönüşüyor.” Oysa Pencereden isimli yerleştirmede bir anlatıcı var ve imgenin yalınlığına eklemleniyor. İmaj/imge ve anlatı. Uzaklaşma bu anlatı anında mı başlıyor?
Ben anlatının her zaman oldukça kişisel bir yerden olduğunu düşünüyorum. İmgelere kişisel yerlerden bağlanıyoruz ya da bağlanmıyoruz, itici bulabiliyoruz. New York Times Fotoğrafları serisinde aslında çıkış noktam hem görsel benzerlikleri araştırmak hem de bir taraftan ‘çekici’ soyutlukta görseller yaratarak fotoğraf muhabirliğinin sorunlu yönleriyle ilgili bir sorgulamayı tetiklemekti. Günün sonunda ‘güzel’ bulduğunuz şeyler ne kadar sorgulayıcı olabiliyor emin değilim. Sanırım Aslı’nın bahsettiği tıkanma bu noktada devreye giriyor. Çekici görsellerin belli bir noktada süje olarak önümüzü tıkayabildiğinden bahsediyor; süje olabilmek yerine obje olarak kalabiliyoruz, maruz kalıyoruz görsellere. Pencereden’in anlatıcısı benim. Her gün gördüğüm şeyleri, dünyayla ilişkilendiğim yer olarak tanımlayabilecek yaşadığım evin penceresinden dışarıya baktığımda gördüklerimi kaydetme pratiğimi bir şekilde dillendirmek istedim. Görselin zaten dillendirildiği ve işaretlediği şeyler üzerinden anlam kazanmasını basit bir şekilde anlatmak istedim. 1+1 metodu biraz. ‘Sıkıcı’ bir fotoğrafla geçirilen vakiti sesimle, anlattıklarımla uzatarak, kişiselleştirerek, kendimi kırılganlaştırarak ne yapabileceğimi merak ettim. Aslı’nın deyimiyle belki tıkanıklığı giderici, ekranla farklı ilişki kuran bir şeyler denemiş oldum.
Pencereden işinden yola çıkarak İstanbul’da mahrem ve kamusalın ayrımını nasıl değerlendiriyorsun?
Mahrem ve kamusal alanın arasındaki ayrım, İstanbul özelinde, oldukça değişken. Gezi zamanında evler paylaşılır olmuştu, mahalleler üzerinden herkes kimin ne zaman nereye sığınabileceğini biliyordu. Şimdi ise farklı bir mahrem algısı var. En azından kendim üzerinden söyleyebileceğim şu ki ‘kamusal’ alandaki polis varlığı benim oraya ait olmadığım hissini uyandırıyor. Bir şeyin fotoğrafını çekememek üzerinden anlatmak bile mümkün bunu. Kaçımız şu anda Taksim’de fotoğraf çekecek kadar uzun durmaya tahammül edebiliyoruz? Farklı nedenlerle ortaya çıkan barikatlar da kamunun anlamını sorgulatıyor.
Öte yandan Pencereden’deki kaygı bilindik, tanıdık, gündelik şeylerin fotoğrafını çekmek üzerineydi. Pencereden bakarak fotoğraf çekmek belki zaten her zaman orada olan bir içgüdü. Fotoğraf tarihindeki ilk fotoğraf da pencere pervazına konumlandırılmış olan bir şekilde kaydedilmiş bir fotoğraf. Tabi zamanında uzun sürede ancak pozlanabilen fotoğraftan ötürü durağan bir süje olan dış mekanın seçilmiş olması pragmatik nedenlerle açıklanabilir. Benim pencereden dışarıyı çektiğim fotoğrafları bir şekilde dönüştürmek istemem hem her gün gördüğüm şeyin mahremiyetini bir şekilde paylaşmak, hem de aslında işin bence daha mahrem olan seslendirmesini, anlatımını benim tanıdığım bir görüntü üzerinden yapmaktı.
Kamusal ile mahrem her zaman iç içe, sanatçının müzakere alanı da zaten mahreminden yola çıkan ‘araştırma’larını bir şekilde dışarıya çıkarması, ifade etmesi. Bu sınırların muğlaklığıyla oynamayı önemli buluyorum.
Merve Ünsal, Şimdi Uzaklardasın, 2017, Performans kaydı basılı materyal
Sergiden önce, 12 Haziran’da kapalı bir grup ile gerçekleştirdiğin happening hakkında bizi bilgilendirebilir misin? Deneyim sergiyi nasıl etkiledi?
Serginin çıkış noktası olan Şimdi uzaklardasın performansı, kamusal ve özel alanda aynı anda olan iki paralel performansın oluşturduğu bir tecrübe denemesiydi. Köprüye evlilik teklifi ya da ilan-ı aşk yansıtmak, paket program olarak satılan bir şey. Bu paket programı, yani 2 saatlik bir tekne turunu satın aldığınızda, aslında 5 dakikalık projeksiyonun dışında bir tecrübe yaratma fırsatımız olduğunu fark ettik. Bir happening denemesi Aslı’nın fikriydi, kendisi doktora sırasında yaşadığı bir tecrübeden bahsetti, ben de zaten özel ile kamusalı bir şekilde çarpıştırmak istediğimden bu fikrin üzerine gittik. Happening yapabildik mi yapamadık mı aslında belki katılımcılara sormak lazım ama sanırım sanat tarihinde önemli bir yeri olan bu kelimeyi kullanmak bizim ne aradığımızı tarif etmek açısından önemliydi. Bir sürü bilinmeyen vardı, sıkı bir performans koreografisi hazırlamamıştık, bunun yerine gerçekten orada olan insanların şekillendireceği bir durum ilgimizi çekiyordu.
Tekne gezisine katılacak kişilerin kim olacağı konusunda oldukça kafa yordum. 12 kişiyi davet ettim. Davet ettiklerimin hepsi beni tanıyordu ama bazıları Aslı’yı ya da Galerist ekibini tanımıyordu. Ortak payda olarak benim kendimi yanında rahat hissettiğim, fikir alış-verişinde bulunduğum, farklı alanlarda çalışan ve düşünen kişiler diyebilirim. Ve tabi ki zamansal olarak da yakın zamanda dirsek temasımın olması önemliydi.
Aslı’yla deneyimi doğaçlama bir şekilde şekillendirmeye karar verdik. Tekneye binmemizle projeksiyonun yapılacağı yer arasında geçen 1 saatlik yolculukta sosyalleşildi, herhangi bir arkadaş toplantısından farklı değildi. Projeksiyon oldu, hepimiz için heyecan verici bir boyutu olduğunu düşünüyorum köprünün üzerinde tanıdık bir cümleyi görmenin. Sonrasındaki 1 saatte de nabzı yokladık, fark ettik ki hemen hemen herkes onlardan rica ettiğimiz ‘unutterable’ yani ağza alınamayan, söylenemeyenle ilgili bir şeyler getirmiş. Ses kayıt cihazlarını görünür bir şekilde yerleştirdik, Elmas (Deniz) konuşmayı başlattı. Daha sonra herkes tek tek çözüldü diyebilirim. Getirilenler arasında kitaplardan bölümler de vardı, saç teli de, aile fotoğrafları da, anekdotlar da. En son ben konuştum, neden böyle bir şey yapmak istediğimi dilimin döndüğünce anlattım.
Geriye dönüp bakınca işleyen şeylerin neden işlediğini anlamaya çalışıyorum. Sanırım kısıtlı bir süre olması bu durumun grup terapi seansına dönüşmemesini sağladı, bir şekilde efektif olduk, bir şeyleri konuştuk, biraz tartıştık, teknede bıraktık ve döndük. Teknenin aynı yere geri dönmesi, denizin üzerinde olmamız belki bu geçici özel alanı yaratmakta faydalı oldu. Başka bir yerde böyle bir denemem olmadığı için aslında bunların hepsi tahmini.
Bu deneyimi sergide ses kayıdı ve basılı malzeme olarak sunmaya karar verdik. Köprüye yapılan projeksiyonun 5 dakikalık videosu da görülüyor. Bu malzemeleri bir sanatçı kitabı yapma hayalim var ama sanırım daha demlenmesi gerekiyor.
Star Gazetesi'ne verdiğin ilana geri dönüş oldu mu? Olmasını bekliyor muydun?
Geri dönüş olmadı ama zaten geri dönüş olabileceği bir iletişim bilgisi de yoktu. İlk baştaki planım ilanda köprünün koordinatlarının olmasıydı ki merak eden saat 9’da köprüde bir şeyler olacağını bilsin ama iki farklı gazete ilanın bu halini reddedince koordinatları ilandan çıkarmaya karar verdim. Star gazetesine bir geri dönüş olmuş mudur bilmiyorum. Sormak lazım ama bir taraftan da bir daha böyle bir şey yaparsam ilan vermeme izin vermezler diye de sormaya çekiniyorum!
Star gazetesindeki ilanın şöyle bir önemi var: Amacım ‘kamusal’ alana sızmaktı. Seri ilanlar da bu anlamda kullanılabilir bir mecra. Şimdi uzaklardasın performansının bir kayıdı var, duyuruldu, ne kadar az bilgi olmuş olsa da bir ipucu verildi. Zaten bu görünülürlük görünülmezlik benim ilgimi çeken. Performansın kendisi de 5 dakika sürdü, teknedeki insanlar dışında kimse o sırada köprüye bakmamış olabilir ve bu anlamda ‘kamusal’ alanda görünülmez bir şey yapmış olabiliriz.
İletişim çağında nasıl duyulmaz kalınabilir? Bu bir tuzak mıdır? Sosyal medyayı nasıl değerlendiriyorsun? En çok kullandığın sosyal medya mecrası hangisi? Ne amaçla kullanıyorsun?
Aslında tam olarak da iletişim çağında duyulmaz olabiliyoruz diye düşünüyorum. Gerek kendimizi ifade etmede gerekse başkalarının duymamızı istediği şeylere karşı duyarsız olabiliyoruz. Belki bilgiler arasında yüzen yalnız bireyleriz. Belki de gerçekten birbirimize daha bağlıyız sosyal medya üzerinden. Bilemiyorum bu çağda yaşıyor olduğum için. Sosyal medya ile ilişkimi belli şeylere bağlı olarak tanımlamaya çalışıyorum. Örneğin Instagram kişisel paylaşım mecrası, Facebook profesyonel olarak paylaşmak ve duyurmak istediğim şeyler için kullanılabilir, Twitter ise bilgi paylaşımı. Ama buna ne kadar uyuyorum bilmiyorum. En çok kullandığım mecra Instagram, görsel bir insanım galiba günün sonunda. Seneler önce ‘sanatçıyım diyorsun ama Instagram fotoğrafların çirkin’ denmişti, sanatçı gibi olmayan bir Instagram hesabım var galiba!
Sergini nostaljik olarak tanımlar mısın?
Neden olmasın? Nostaljik kelimesinin çağrışımları benim için daha çok mecranın kendisine, hikaye anlatabilir olmasına, inanılırlığına olan bir nostalji olabilir. Ama tabi ki başka zamanlara, yerlere duyulan bir nostalji de var.
Merve Ünsal, A friendship that comes with a toll, New York Times Fotoğrafları series, 2017
Comments