top of page
Ecem Arslanay

Zamansız bir cihannüma


The Pill’de 1 Aralık’a dek süren Cosmovisions, ressam Eva Nielsen ve heykeltıraş Marion Verboom’ın üretimlerini bir araya getiriyor. Marienne Derrien’in küratörlüğünde hayata geçen serginin temeli, iki sanatçının birlikte gerçekleştirdikleri Meksika gezisine ve bu gezide keşfettikleri Meksika, Maya ve Aztek mimari unsurlarına dayanıyor. Modern mimarinin ve Meksika kültürünün karışımının bir sembolü olan Luis Barragán’ın etkisinin de yoğun olduğu Cosmovisions’ı Ecem Arslanay değerlendirdi

Eva Nielsen, Archihead, 2018, Tuval üzerine yağlıboya ve akrilik, 200 x 180 cm

Cosmovisions, adını antropolojiden alıyor ve bir mikro kozmos olarak bedeni inceliyor. Serginin küratörüyle sanatçıları birkaç senedir çeşitli projelerde beraber çalışıyorlar. Serginin oluşum sürecindeyse galeri kurucusunun etkisi büyük. Fransız güncel sanat sahnesiyle etkili bir diyalog içinde olan Suela Cennet’in önayak olduğu bir Meksika gezisiyle başlamış her şey. Sanatçılar Marion Verboom ve Eva Nielsen’in güzel sanatlar fakültesinin koridorlarında başlayan arkadaşlığına yeni bir ortaklık kazandırmış bu gezi. Türlü türlü medeniyetin meskûn mahali olarak Meksika, sanat pratiklerinde insan yapıntısından ilham alan iki genç sanatçıya muazzam bir maddi kültür birikimi sunmuş.

Marienne Derrien’in küratörlüğünde ortaya çıkan Cosmovisions, Marion ve Eva’nın gezi öncesi işleriyle gezi sonrası işlerini harmanlayıp geniş bir bağlantı alanına yayıyor. Maya ve Azteklerin dünyevi patırtılarını, Luis Barragán’ın tinsel dokunuşlarını okuyor. Mekansal kalitesi Pritzker ödülüyle tasdik edilen özgün Barragán yapıları Uluslararası Üslup’u, yerel Meksika mimarisini ve Akdeniz mimarisinden detayları birleştirir. Sade, efsunlu ve renklidir. Toplum içinde pek az konuştuğu söylenen bu gizemli mimarın kütle ile boşluk, açık ile kapalı, iç ile dış arasındaki oyunları Cosmovisions sergisinin tasarımına da yansıyor. Tefekküre davet eden konutlarını saklayan o anıtsal duvarların daha suskun renklileri The Pill’de art arda dizili. İki devasa bölücü duvar mekân üçe ayırıyor. En dikkat çekeniyse ortadaki: Marion’un epik Meksika fresklerini selamlayan mekâna özgü işi. Tabii Marion’un freski figüratif geleneği sürdürmüyor. Onun soyut dışavurumcu bir yorumu gibi. Renk paletine geçersek; siyah ve toprak tonlarının vakur birlikteliğindeki tek diri renk mavi. Dört kardinal yönün dört renk ve dört tanrıyla temsil edildiği Maya mitolojisindeki merkez renk maviye gönderme var mı diye düşünüyorum. Marion ise Maya renk sistemiyle doğrudan ilişkili olmadığını, onu bu süreçte etkileyen asıl rengin Meksika’nın her yerini saran oksitli tuğla kırmızısı olduğunu söylüyor. Siyah, bej ve mavinin altında da bu oksitli ırmızıdan esinlenen bir renk tabakası olduğunu öğreniyorum. Freskin bir başka ilginç yanı da katmanlarca boyadan oluşmasına karşın soyulmuş, eksilmiş gibi durması ki bu noktada bence Eva’nın metruk yapıntıları konu alan tablolarıyla iyi uyum sağlıyor. Hatta dikkatli bakınca fresk Eva’nın orada asılı olan Archihead IV işiyle bazı lekeler bakımından devamlılık gösteriyor ki bu da Eva’nın pareidolia -nesneleri insan yüzüne benzetme eğilimi- merakı ile ilişkileniyor. Eva’nın bu psikolojik fenomenle ilişkisi Romanya’da rastladığı ‘garip gözlü’ cephelerle başlamış ve antropomorfik Meksika yapılarıyla iyice perçinlenmiş.

Marion Verboom, Mondmilchs, 2012, Mortar , 280 x 26 x 50 cm

Cosmovisions sergi görüntüsü, The Pill

Renk meselesine dönersek, Marion’un melez totemler görünümlü Achronies serisinden -Achronie XVII (2018)- fresktekine özdeş bir palete sahip. Formlarını çeşitli dönemlerde ve çeşitli coğrafyalarda varlık göstermiş medeniyetlerin yapıntılarından devşiriyor; renkleriniyse farklı farklı malzemelerden. Boyalarını tunç, demir, mika gibi malzemeleri saydam bir reçineyle karıştırarak elde ettiğinden her rengin farklı bir malzeme karşılığı var. Kimi işinde bu maddesellik/renk ile form kasten çelişiyor. Örneğin alçıyı iki farklı mavi ve altın pigmentiyle karıştırarak gotik bir sinagogdan aldığı bir insan yüzü temsilini Lapiz Luzuli taşından yapılmış gibi gösterebiliyor. Gomalak cila, metalik pırıltılar, farklı boyaların art arda spreylenmesiyle elde edilen granit desenler ve homojen pasteller: hepsi Marion’un geniş yüzey muamelesi repertuarında var. Özellikle Noeud (2018) işindeki seramik doku çeşitlemeleri nefes kesici. Marion’a geride bıraktığımız yaz LVMH Métiers d’Art residence’ı getiren de alçı, metal ve kil üzerindeki bu aykırı ve nüktedan ustalığı olsa gerek. Seçtiği sanatçıyla kurum için yaşamsal sayılan bir malzemeyi buluşturan LVMH bu sene Marion’u asetatla eşleştirdi. Etkileri Cosmovisions’un girişinde asetatın seramik, alçı ve meşeye eşlik ettiği minimalist Tecton (2018) işinde görülebilir. Metalik boyası ve amorf formuyla alışılagelmedik seramik bir parça; meşe, alçı ve asetatın mobilya ağırbaşlılığındaki gridal yerleşiminin üstüne kondurulmuş. Ürün tasarımı ilüzyonu yaratan bir kompozisyon. Reveransı Achronies’deki gibi antik çağlara değil de modern tasarım hareketlerine gibi duruyor.

Cosmovisions sergi görüntüsü, The Pill

Marion’un en etkileyici serisi Achronies -adından da anlaşıldığı üzere- farklı tarihsel anları tepetaklak birleştiriveriyor: anakronik, melez, modüler, permütasyona dayalı ve spekülasyona açık. Hikaye aktarmaktansa keyfi bağlantılar kurmayı tercih ediyor. Bence bu sütunları ölü kültürlerle diri kültürler arası rasgele bir diyalogun mimari sonuçları olarak görebiliriz. Anlatı olarak otoritesi tanınmış medeniyetlerin debdebeli bezemelerinden az bilinen toplulukların gündelik nesnelerine atlayabiliyor. Devasa bir Arşimet vidası, Jen Baptiste Carpeaux’nun Ugolino ve Oğulları eserinin kısmi replikası, Amazon’da bir kabilenin dişten gelin bilezikleri, Henri Laurens’in kubist suratlarının replikası, Hitit aslanı, antik Çin’den bir yengeç temsili, brütalist mimari ve nicesinden tarilerarası bir sembiyoz kuruyor Marion. Atadığı yeni maddesellikle yapılı çevre izlerine taze bakışlar kazandırıyor ki bu öznel ve özgün yaklaşım tarih yazımının nesnel olma iddiası üzerine de düşündürüyor. Renklerin tatlı oyunculuğu da bu görüşü destekler nitelikte. Ona bu keyifli renklerin Memphis’i anımsattığını söylediğimde bana Ettore Sottsass’ın yaratım özgürlüğünden –özellilke de çaydanlıkları ve depolama elemanlarından -fazlasıyla esinlendiğini söylüyor. Kolomb öncesi dönemin antropomorfik ve zoomorfik çanak çömlekleri de onun için kıymetliymiş. Konuşmanın devamında dizilimlerinin ardında doğrudan politik bir tavır olmadığına, çıkış noktası salt estetik bir merak olduğunu vurguluyor. İnsanın yaratmaya muktedir olduğu her şeyin onu cezbettiği söleyenebilir. Zaten heykellerinin düşünsel hazırlık mekanları dünya üzerindeki çeşitli arkeoloji müzeleri; çünkü Marion insan yaratımını coğrafi bir bağlamda anlamak istiyor. Kendi yaratım sürecindeyse bazen var olan bir nesneyi doğrudan modelliyor; bazense farklı birkaç kaynağı hibritleştiriyor. Tabii kendi muğlak form hazinesinden kimliksiz ya da çok kimlikli bir form çıkarıverdiği de oluyor. Var olanı sadeleştirebiliyor, abartabiliyor ya da bozabiliyor. Örneğin Achronie XVII’nin tabanındaki parça Korint düzeninin bir mutasyonu gibi duruyor. Kuşkusuz ki sanatçı nesnel düzeyde bir okunaklılık peşinde değil. Kurguladığı alfabe daha sezgisel bir alımlama öneriyor.

Eva Nielsen, Archihead, 2018, Tuval üzerine yağlıboya ve akrilik, 235 x 195 cm

Eva’nın Archiheads serisi hem zamansızlığı hem de antropomorfik tarafıyla Marion’un Achronies serisiyle iyi anlaşıyor. Kolajlarında zamansızlık nesne ve arka plandaki uyumsuz içerikle kuruluyor. Nesneleri sergirafiyle filtrelenen fotoğraflardan oluşuyor; siyah beyaz, kontrastı yüksek ve maruz kaldığı işlemler sonucu granit dokulu gözüken taş ya da beton kütlelerin fotoğraflarından. Arka planlarıysa yeryüzünün ve gökyüzünün birbirine uyumlu renklerinde, dingin, bulanık, bakir manzaraların yağlıboya resimleri. Görüyoruz ki mimari nesne ile yerleştiği uzam birbirini zamansal olarak tanımsızlaştırıyor. Nesnelerin toplumsal süreçlerden bağımsız bir şekilde hasıl olmadıklarını varsayarsak bu birlikteki ontolojik ayrıksılığı nasıl açıklarız? Sanki ancak postapokaliptik bir senaryoda, film seti gibi suni bir ortamda ya da bir sanrıda geçerli kılınabilecek bir buluşma söz konusu: el değmemiş, adım atılmamış bir doğa ve bolca kullanılmış hatta yıpranmış, terk edilmiş bir yapıntı. İstilacı insan eylemini göz önünde bulundurunca mimari kütlenin yalnızlığı büyüleyici, hatta kutsal duruyor. Kullanım değerini kaybedince bir bakıma özgürleşiyor, esrarengiz bir tefekkür nesnesine dönüşüyor. Hele ki pareidolia merakıyla Eva’nın her bir kütleye bir ‘yüz’ atfettiği düşünülünce mekansal hafıza meselesi de daha canlı bir vehçe kazanıyor, çünkü nesneler özneleşiyor. Kimi Archiheadler brütalist. Onlarda yüz görmek belki biraz zor. Kimileriyse kendiliğinden antropomorfik; çünkü ‘Kolomb öncesi’ olarak tanımlanan, Kolomb sonrasında talan edilmiş bulunan yerli medeniyet kalıntılarını referans alıyor. Ölü bilgelikleriyle çevreyi gözetleyen bu enigmatik özne nesneler bizi yapılı kültürün medeniyetler arası gerilimlerden nasıl etkilendiği, bir kültürün sembolik düzeni yıkılınca nesnelerinin nasıl tanımsızlaştığı, anıtsallığın geçiciliği, öte yandan insanın faniliğiyle karşın yapıntılarının fiziksel ebediyeti üzerine düşündürüyor. Archihead’in etimolojik kökeninde ‘architecture’ kelimesinin de başı olan ve ‘baş’ anlamına gelen ‘arche’ var ki bu bana 1930’larda başı olmayan efsanevi yaratık Acephalus’a öykünerek Acéphale grubunu kuran Georges Bataille’ı ve totalitarizmin mimarlığa içkin olduğuna dair görüşlerini hatırlatıyor. Ona göre mimarlık bir ifade aracı olmaktan çok bir denetim aracı ki anıtlara yöneltilen şiddetin altında da bu baskıya karşı gelme arzusu var. Bu bağlamda Archiheadler bağlamından koparılmış iktidar nesneleri olarak da görülebilir. Bu görüşlerimi Eva’yla paylaştığımda bana bu iktidarı kuran bir öge olarak mimari ölçeği hatırlattı. Kuşkusuz ki anıtsal mimarinin muazzam bir idari gücü var. Harabeler üzerine Hubert Robert’ın eserlerinin çok akılda kalıcı olduğunu paylaşarak binaların doğa tarafından sindirildiğini, gömüldüğünü ya da kısmen yeniden keşfedilğini ve bu uçuculuğun bizim de geçiciliğimizi yansıttığını ekledi. Öte yandan bitimsiz bir kimyasal birleşme içinde bütün organizmaların birbiri içinde yaşadığını düşününce bu ‘sindirim’, ‘gömülme’ ve ‘yeniden keşfetme’ süreçleri de yıkıcı olduğu kadar yapıcı duruyor. İnsanın tekelinden çıkıp mikroorganizmaların, ayrık otlarının ve belki çeşitli hayvanların yaşam alanına dönüşen harabelerin belki o kadar da trajik olmadığını söylerek sanırım farklı yollardan 19. yüzyıl Romantiklerinin vardığı iyimser noktaya geleceğim. Gerçi Eva’nın kompozisyonlarında bu tür organizmalara yer yok. Mimari nesneler vakumlanmış da araziye konumlandırılmış gibi ki başta betimlediğim üzere, bunda görsel kontrast stratejilerinin etkisi büyük. Kim bilir, belki de görmekte olduğumuz postapokaliptik sahneler yapay zekanın gelecekti ekolojisidir...

Marion Verboom, Noeud, 2018, Seramik , 100 x 70 x 60 cm

Cosmovisions sergi görüntüsü, The Pill

Marion’un zamansızlığına dönecek olursak; binyılların düşünsel bakiyesini iştah kabartan renklerde ve gıcır gıcır malzemelerdeki heykellerde ihtiyari bir şekilde ikame ettiren Achronies’te zaman muntazam bir akışta ilerlemiyor, oradan oraya sıçrıyor. Diyalektik yöntemle zamanı yatayda ilerleten tarih çizelgeleri gibi değil; anakronik. Yerkürenin katmanları gibi, fiziksel olarak dikeyde ilerliyor. Zamansallığı değişken; fakat maddeselliğine gelirsek, o tamamen dikey. Zaten zamanın maddeye etkisi de hep dikey; aşağı doğru dikey. Saçımız sakalımız aşağı doğu uzaması ve vücudumuz aşağı doğru sarkması gibi. Omurga problemlerimizse bu yerçekimsel dayatmaya geliştirdiğimiz evrimsel bir itirazdan çıkıyor. İşte Marion’un Achronies’i iki ayak üzerinde durabildiği için sırt ve boyun ağrıları çeken bu insan üzerine. Bu sütunların yükselme motivasyonu gökdelenlerin pragmatik programından çok gotik katedrallerin cennete ulaşma kaygısına ya da tek bir ortak dille kurulmuş Babil Kulesi’nin çıkış noktasına benziyor. Kadim Hindu sistemi Vastu Shastra’dan rönesansın Vitruvius Adamı’na, oradan kapitalizmin Neufert antropometrisine uzanan süreçte evrenin oranlarını kendi oranlarında taşıdığı düşünülen insan bedeni üzerine bir sonsuzluk denemesi kurguluyor Marion. Bunu yaparken mikro düzeyde bir kazı da yürütüyor. Dünyanın “düz tepsi” olduğu bir evren tahayyülünden dünyanın “soluk mavi nokta” olduğu bir evren kavrayışına geçerken “kimlik” konusundaki araştırmamız da bedenin altına ulaşmış durumda. Marion da Cosmovisions’ta eriştğimiz en güncel, fiziksel olarak en küçük biricik benlik zerresine, DNA’ya referans yapıyor. Daha önce Marion’un bereketli cila dağarcığını anlatmak için bahsettiğim Noeud (2018), Achronies mantığıyla bir DNA sarmalına farklı kültürel artefaktları yerleştirerek sanırım tek ve melez insan soyunu ortaya koyuyor. Kuşkusuz ki insanlar artefaktları yarattığı gibi artefaktlar da insanları şekillendiriyor. Günümüzde insanların molekül tasarlamaya dahi muktedir olduğunu düşününce Noeud (2018) daha da çok katmanlı bir iş olup çıkıyor. Marion daha eski işlerinde jeolojik etütlerle de ilgileniyor. 2012’de Rennes Bienali’nde sergilediği Mondmilchs tektonik bir manevrayla akışa geçmiş gibi gözüken bir sıvı hareketini –belki lavanın akışını- dört katı parçada anıtsal bir tavırla sabitliyor. Eserin ismi aniden takallüs edip sabit ve sıkı bir varoluş edinen sıvıya süt (milch) güzellemesi yapıyor. Kültürle doğanın birbirine karışmışlığını neredeyse ektoplazmik diyebileceğim, güçlü ve doğaüstü bir taşlaşma jestiyle vurguluyor. Öte yandan Cosmovisions Medulla V (2018) ve Medulla Tab (2018) gibi yılankavi formlardaki nadide yaratık önerileriyle nadire kabinelerine de gönderme yapıyor gibi. Zaten Achronies’te antropomorfik olduğu kadar zoomorfik referanslar da var.

Cosmovisions sergi görüntüsü, The Pill

Eva’nın Archiheads dışındaki işlerinde de fenomenolojik bir kent ve tabiat sorgulamasına rastlanıyor. Serigrafi tıpkı Archiheads’deki gibi boyanın üzerinde. Seçtiği kent, periferi ve doğa manzaralarının üzerine hep bir engel olarak -üzerinde yırtıklar, delikler, kırışıklıklar ve katlanmalar bulunan bir tel örgü olarak- beliriyor sergirafi ve muğlak sınır algısı kuruyor. Eva’nın eğilimini Deleuze’ün fold kuramıyla ilişkilendirebileceğimi hissediyor ve haksız çıkmıyorum. “Deleuze’ün fold’u içerisiyle dışarısını birleştiriyor ki bu son yıllardaki işlerimde kesinlikle bir ana tema haline geldi. Ufuk çizgisiyle ilişkimiz beni çok etkiliyor. Kent peyzajında ufuk çizgisine doğrudan ulaşmak zor. Onu hep farklı engellerin, çerçevelerin, ızgaraların arasından görüyoruz” diyor Eva ve tel örgü takıntısını da açıklamış oluyor. Cosmovisions’ın küratörü Marianne ise doğanın burada çok merkezi bir tema olduğunu, şehrin hem kendi içindeki hem de çevresindeki bölgelerdeki değişiklikler için bir iddia niteliği taşıdığını söylüyor.

Cosmovisions sergi görüntüsü, The Pill

Marienne’in belirttiği gibi, kültürel abidelerin sembolik temsillerini bazen naturalist bir şekilde, bazense soyutlayarak ve stilize ederek ele alıyor Cosmovisions. Bu nedenle sunduğu harabeler geçmiş medeniyetlere ait olabileceği kadar gelecek medeniyetlere de ait olabilir... Bu tüyler ürpertici sergiden çıkarken aklım The Pill’in (Hap) ismine takılıyor çünkü şifalanmış hissediyorum... Yaşadığım katarsisle Boris Groys’un Politics of Installation (2009) makalesindeki bir gözleme dönüyorum: ‘Küratör’ kelimesinin İngilizcesinin (curator) ilk hecesindeki ‘cure’ sözcüğünün ‘tedavi etmek’ olduğunu düşünüyor ve The Pill’deki bu muhteşem sergiden iyi anlamda ‘hapı’ yutmuş, tazelenmiş olarak ayrılıyorum.

コメント


bottom of page