Bir çöküntü olarak güncel sanat
- Rafet Arslan

- 27 Haz
- 10 dakikada okunur
Sanatçı Rafet Arslan küreselleşme, hız ve kimliksizlik ekseninde güncel sanat pratiklerinin ardındaki ideolojik kodları, fon mekanizmalarını ve figürlerini sorgularken sanatın bugün neye hizmet ettiğini tartışmaya açıyor
Yazı: Rafet Arslan

Isabelle Huppert, Tip Top filminde Esther Lafarge rolünde
Geçtiğimiz günlerde, Twitter'da, genç bir şairin göz attığı bir makaleyle ilgili yorumunu okumuştum. Diyor ki, ya bugünkü şiiri tartışmak için bu makale neden olaya “duvarların yıkılmasıyla" başlıyor? Genç şaire kızacak bir durum yok çünkü bu okuma, dünyanın hızlandırılmasının bir sonucu. Bu durum, YouTube videolarının hızlandırılarak izlenmesi ya da podcast’lerin x2 hızında dinlenmesi gibi, her şeyin, sesin kendisinin bile, bir glitch ya da noise'e dönüştürülerek dinlenmesine yol açtı. Hayatın da böyle ite kaka ilerletildiği, aşırı uyarılarla gaza basılarak yaşandığı bir çağdayız.
Peki bu ne zaman başladı?
Antropolog Marc Augé'nin 90'ların başında modern mimari ve kent üzerinden başladığı non-place yani “yok-yerler” araştırması bir şekilde yazar James Ballard'ın 1970'li yıllarda yayınladığı metropol romanlarındaki olgularla çakışıyordu. Gökdelen romanında sınıfsal bir kule konut yerleşkesi içindeki yabancılaşma; evveli Çarpışma romanında otobanlarda geçen şiddet ve tutkuyla yıkanmış bir hayat; Beton Ada romanında Robinson karakterini alıp modern otoyol ve onun yarattığı mikro dünya üzerinden işlemişti.
Ballard'ın uyarısı şuydu; yakın gelecekte kentlerin varoşlaşması yaşanacak ve bunu insan ruhunun varoşlaşması izleyecek. Marc Augé ise "tarihin hızlanması" diyordu, aşırı iletişimin öne çıkması, teknoloji sayesinde eş zamanlılığın yakalanması, İnternet, uydu teknolojileri, küreselleşmenin bunu desteklemesi gibi olguların ciddi sonuçları olduğunun altını çizerek. Otantik olanın yok edilip her yerde zincir tüketim mantığının ortaya çıkması, bunun sonucu da insanların kimlikten öte anonimleşmesiydi. Kimliksiz mimariden kimliksiz kente ve oradan kimliksiz insana…
Bunun doğal olarak sonuçları oldu; en göze çarpanlardan biri hızlandırılmış, tarihsel olmayan zaman olgusuydu.
Ve genç şairi kızdıracaksa da bu iş duvarların yıkılmasıyla -olumsuz anlamda- hizalanmıştı.
Küresel duvar yıkıldı halayı ve yeni icatlar
90'lardaki bu küresel hırs, bir nevi kapitalizmin alternatifini yok etmesinin, Soğuk Savaş'ı kazanmasının kutlaması gibiydi. Zaten "küreselleşme" dediğimiz bu duruma en az 50 yıldır haset besleyen kültürel ve ekonomik sermayenin gözleri fal taşıydı. Dünya çapında sol entelektüeller, organizasyonlar ise gözüne far tutulmuş tavşan gibi ne yapacağını şaşırmış, donmuş haldeydi.

Küreselleşmenin ilk ve asli pilot bölgesi Doğu Bloku ve en çok da Balkanlar'dı. Şimdi oralardaki eski yurttaş, yeni tüketiciler kaç yıldır mahrum kaldıkları şeylerin tümünü hızlandırılarak test edecekti. Sonra sıra Sovyetler Birliği’ne gelecekti.
Mesela şöyle düşünün, 1917'de kopan küresel bağlar, 1992'de yeniden kuruldu, o yüzden ağ hızlıca yayılmak zorundaydı. Kapitalizm bu av sahasını, ortam tam da Dada iken bırakmıştı. Lenin kabiliyetliydi, sürgün döneminde Zürih'teki Cabaret Voltaire'i ziyaret edip oradaki performansları izlemeyi, dinlemeyi seviyordu.
1917 Ekim Devrimi'nin ardından Sürrealizm oldu, arada savaş sırasında devrimci Sürrealistler oldu. Efendime söyleyeyim, Cobra oldu, Hayal Gücü İçin Yeni Bauhaus oldu. Fluxus oldu. Panik Hareketi oldu. Oldu da oldu yani. Siyasal sönüşler 1968-1972, sonra Punk, Cyberpunk… Yani bunların hepsi oldu.
E şimdi, uzun zamandır sanat havuzundan ırak kalmış bu insanlara çağdaş sanatı nasıl göstereceğiz?
Hızlandırılmış paket programlarla işte böyle oluştu.
Türkiye'nin esasında bu sürece dışa kapalı ya da baskıcı bir devlet realitesinden değil de, tutucu kültür ortamından, genelde toplumcu gerçekçi ya da muhafazakâr, aydın, münevver, eli kalem tutan tayfanın dünyayla senkron olamamasından dolayı yetişememişti. Fırsat bu fırsat! Bak, dünya hızlandı. Balkanlaşma diyebileceğimiz bu kültürel ihraç, ithal fazlası dalgası, yeni verilen fonlar, yerel gibi otantik varsayılan, etnik kültürlere destek… Büyük söylemlerin dağılımı sonrasında minör söylemlerin, yaklaşımların, kimlik siyasetinin ortaya çıkılması, ona eşlik eden siyaseten doğruculuk ve ardından woke kültürel politikanın, ya da sol liberal ahlakçılığın ortaya çıkması... Çağdaş sanatın böyle fonlandığı dünya çapında gözüktü, yani 90'ların ortasında gelindiğinde, dünyanın her yerinde bunun belli çıkarımları, dersleri oldu.
Elbette ki Türkiye'de de oldu.
Bu tip hızlı dönüşüm zamanlarında peygamberimsi dönüşüm figürleri zuhur eder. Mesela bunu Rusya'da Gorbaçov başarmıştır; Boris Yeltsin yeltenmiştir ama olmamıştır. Böyle figürler çok çıkar yani. Değişimin tarihsel figürü olmak, bunun yarattığı auraya, güç atmosferine ilişmek. Bunların sonuçları da olmuştur. Mesela -aşağı yukarı- Türkiye'ye çağdaş sanat benimle şu tarihte geldi diye, Hasan Bülent Kahraman Bey konuşmalar yapmış, metinler, kalın kitaplar yazmıştır. Buna benzer yaklaşımları daha kibar bir şekilde akademisyen yazar Ali Akay'ın ya da efendime söyleyeyim küratörlük misyonunun altın dönemine imza atmış Vasıf Kortun'un söylediklerinden de biliyoruz. Beral Madra gibi bir isim bile, daha eski, postmodern dönemin öncesi, modernin sonu bir figür gibi ele alınıp, bu bahsettiğim tarzda yeni, eli kalem tutan, küratörlük yapmış, yurt dışında çok iyi eğitim almış ve oradaki kültürel iklime hakim insanlar arasına alınmış mıdır, tartışılır.
Bir ülke Balkanlaşma sürecine girerse, René Block gibi, bu tip süreçleri dışarıdan hızlandıracak figürler kendiliğinden ortaya çıkar. Bunun için komplo teorilerine gerek yoktur. Eşyanın, tabiatın kendi işleyişinde de bazı olgular “hep” öne çıkar. Zaten Türk sanatında 90'ların hemen başında ve 80'lerin sonunda var olan atmosfer içinde Neo-Avangard, performatif, daha eklektik arayışlar vardı. Doğal olarak “dışarıda ne var diye bakalım” diyen sanatçılar vardı. Bu hem bir önceki 70'ler Paris dolayımlı kuşak figürleri (Balkan Naci İslimyeli, Komet, Hüsamettin Koçan, Nur Koçak, Nil Yalter…) üzerinden olduğu gibi bu olanak tahayyülü açık genç sanatçılar için de söz konusuydu. Biz de Balkanlaştırma dalgasına, biz de küreselleşmeye, biz de tarihin hızlanmasına katıldık.
Böylece küresel iş yapan yerli sermayenin de desteğiyle nur topu gibi bir güncel sanatımız oldu.
Bu kadar her şeyin hızlandığı, toz dumana karıştığı dönemlerdi ki, hatırlıyorum, biz 2005-2006 yıllarında Sürrealist Eylem’i (s.e.t. grubu) oluşturup ardından bunu fanzinler, sokak pratikleri, performanslar ve buna benzer etkinliklerle en azından ilgilendiğimiz kamuoyuna duyurduğumuzda Art-ist Mecmuası’nın değerli bir yazarı bana (aklımda kaldığınca) şöyle yazmıştı: Ne Sürrealizmi ya, Sitüasyonizm gündem.
Esasında haklıydı, Balkanlaştırılmış dünyanın gündemi Sitüasyonizm'di. Çünkü bir an önce en son avangardlardan gözüken Fluxus ile Sitüasyonizm hızlandırılmış turla geçilecek, oradan çağdaş sanata, dünya sanatına demir alınacaktı. Biz yeterli kaynağa yakın değildik, olan biteni o an İnternet'in zayıflığı, yabancı dil eksikliği gibi nedenlerden tam kavrayamıyorduk. Doğal olarak her şeye, yoruma da bir ikrar etmek gerekir tabii ki. Evet ya, neden Sürrealizm? Ama biz Sürrealizm'i zaten güncel bir olgu olarak alıyoruz, hatta Avangard galaksinin hepsini (dünü, bugünü, yarını) birleştirmeye uygun bir Sürrealizm, Neo-Sürrelizm var.
Fark ediyoruz ki, hızlandırılmış dünyada kodlar bambaşka. Sürrelizmi ele almak out, Sitüasyonizm'i ele almak in. Bizdeki durum buydu ve Balkanlaştırılmış dünyada da buydu. Latin Amerika'daki, Orta Doğu'daki ya da Asya'daki versiyonlarıyla benzerdi, Balkanlaştırma dediğimiz kelimeye takılmamak lazım. Fakat şöyle bir durum vardı, 90'larla birlikte akademik ve teorik olarak Sürrelizm'in patladığını, Hal Foster'in ve birçok yazarın bu konuda çok nitelikli metinler oluşturduğunu, akademik sempozyumlar ve büyük müze hareketlerinde ciddi bir geri dönüş dalgası olduğunu anlamamıştık. Ve bunun da zaten "duvarlar yıkıldı, büyük söylemler çöktü" peşin hükmüyle gelen bir nevi sol liberal içkincilik patlamasına doğal bir tepki olarak “gerçeğin geri dönüşü” olduğunu bilmiyorduk. Biz sadece, etik anlamda, politik anlamda sürrelizmin taşıdığı derinci özü güncelleyip sürdürmek lazım derdine düşmüştük o sırada.
Değişen dünyanın yeni normları, tabii o normların belirleyeceği alt üst oluşlarla beraber, kitsch kavramı, çokkültürlülük, biçimsel senkron olma, tarihin hızlanması, kültürün hızlanması, ona göre pastişin sanatta belirgin olması ya da öykünme biçimleri belirginleşti ve bunların sonuçları oldu. Küreselleşme ve hız devam etti. Mesela ironik tablolar ortaya çıktı, eski kuşak ressam yeleğini bir sembol olarak gördü. Esat Tekant'ın tuvalinin üstüne sprey boyayla “dolar” işareti yapan genç sanatçı Halil Altındere'ydi, ondan sonra uluslararası yükseklikte para kazanan sanatçıların başında geldi (gelsin, onla alakâsı yok, Allah gani gani versin, severim kendisini); bu olayın, gelişimin kendisi bir ironi sanatıydı. Ya da Türkiye'ye çağdaş sanat başlangıcına kendi varlığını referans veren, çağdaş sanatla da yetinmeyen, deneyci şiir konusunda da mentörlüğe soyunan Hasan Bülent Kahraman, öncelikle Abdullah Gül'ün danışmanı oldu. Daha sonra da resmî uçaklardan bir dönem inmez oldu. Vasıf Kortun, bu yeni dönemin ve küratör mentörlüğünün önemli savunucularından biri olarak, önce emekli oldu. SALT'tan sonra oranın tam tersi, resim geleneğinin merkezi Akademi'nin inisiyatifi altındaki Resim Heykel Müzesi’nin başında bir süre görev aldı. (Urban Kafe gibi bol gıybetli mekânlarda kendisinin "resim çoktan bitmiştir" demiş olduğu iddia edildi.) Ali Hoca, önce Kültür Yolu’nun açılışında sonra çirkin sponsorlarla iş yapmayı seven Mardin Bienali'nde görev aldı. Tabii, bir profesyonel olarak kimle çalışacağına hüküm vermek bana yakışmaz.
Zamanın da böyle tuhaf huyları var yani. Her şey hızlandığında kimse nasıl olsa düşünmeye fırsat bulamıyor. Böyle olunca da öz eleştiri, eleştiri mekanizmaları kimse için işletilmiyor. Mekanizma kimse için işletilmediği zaman, Hasan Bülent Kahraman Bey için de işlememesini normal karşılamamız gerekiyor. Bedri Baykam için işledi mi, diye bir soru da gelebilir. Ya da bu sürece, baştan René Block ile ilgili oldu mu, diyen de çıkabilir. Salt bilen bilir. Sermayenin güncel sanatla hemen füzyon olmasının mantığı nedir? Edebiyat dünyasında da bunun ceremesini Ferit Edgü ve Enis Batur -hatta İlhan Berk- gibi isimler çekmiştir. Ferit Edgü'nün de İstanbul Modern'in kuruluş döneminde bir şekilde “bilge adam” olarak orada bulundurulduğunu da hatırlamakta fayda var. Eski kuşağın mitlerine, bir şekilde babaya öfke -Freudcu anlamda- gündeme getirilmiş ve hadleri bildirilmiş ama esasında edebiyat dünyasında yerine hiçbir şey getirilememiştir. Sanat dünyası daha şanslıdır çünkü küresel bir paket ivme uygulanabilmiştir. Edebiyat dünyası kadar başıboş ve savruk kalmamıştır, maazallah.
“Bunları bak hasetten, çekememezlikten yazıyor, luzır leyn bunlar, geldiğin sokağa geri dön” diye peşin hükümlü ele alınır mı bu eleştirel gözlemlerim? Sevgili idrak ve bilinç, sana “hâlâ” güvenmek eğilimindeyim, sizin bildiğiniz sanatı Eylül 2024'te Kıraathane balkonundaki Uzaylı Sinek performansında bırakmış ve yollara düşmüş bir şair olarak...
Hileci, hülleci güncel sanat
12 Eylül Cuntası’nın balyozunun etkisi ile beyin sarsıntısı geçirmiş sol kanat, okumuş etmiş -bizde nedense aydın denir- keskin yenilgi sonrası gözünü, Ortodoks Leninizm dışındaki sol alt kültüre çevirdi. Kafası karışıktı, doluya yatıp boşta kalıyordu ama tavrı nesnel olarak dürüsttü. O zihinsel karışıklık yayıncıların kaotik yayın katalog listelerine aktığında belli oluyordu. Aynı dönem rahmetli Ahmet Kaya'ya üzgün, özgün, arabeskçi dendi. Bir Ömer Kavur filmini idrak edemeyecek akıllar onun auteur filmlerine bile yenilgi, bunalım, depresyon ruhu dedi. Ortam kaynıyordu, Bülent Somay üyesi olduğu Mozaik topluluğunu hakkında “üzgün değil, azgın, özgün müzik” demişti. Yazar, akademisyen, yayıncı, sivil toplum ve edebiyat teorisyeni Murat Belge, İstanbul Boğazı’na, bir Caspar David tablosu gibi bakabiliyordu, kuşbakışı olsa da. Evet, ortam borsa gibiydi; Cem Baba bir devrimci bir dönek ilan ediliyordu.
Ciddi bir kafa karışıklığı daha doğrusu beyin hasarıydı yaşanan.

Ama sanat ortamının geneli -üstüne üstlük- kandırıkçıydı. Doğru, ironiye kurban gitti. Avangard sanatın en geç 80’lerle öldüğünü, Avangard diye maskeleyip, yüceltilen formların ve yıldız sanatçıların -çoğunun, hepsinin değil- koca bir sizimden ve gösteriden ibaret olduğu ışıltı altında gizilleşti. Hatta kibirle, Avangard'ın sürdürülemediği kültürel alanlarda, kitleler için sanat üretmeye devam edenleri küçümsedi. Onları kitle kültürüne yakın buldu, kendi anlaşılmazlığı ile övünerek. Üstünlüğünün ise içeriğinin biçimsellik, teknik icat, ironi, pastij, kopya ya da soytarılık olduğunu bilerek ve bunu örterek bunu yaptı. Kandırıkçılığı için nano-teknolojiden kuantuma sözde bilimselliği, saha araştırmalarını, antropoloji üzerine kesilen ahkâmları ve bol bol radikal felsefeden aşırılan cümleleri kullanır oldu. Postmodern kültür içinde, estetik “kâğıttan kaplanlar” yaptı.
Oysa küçümsedikleri sanatlar samimi, kapsayıcı, aşkınsal yaratıcı çok kıymetli ekinler verdi 80'ler Godard'ın video ve TV üzerine yoğunlaşması, ezoterik-sürrealist edebiyatın “büyülü gerçekçiliğe” yönelimi, tiyatro da in your face, müzikte bırakalım Fugazi gibi radikal duruşları, post-punk ve hatta Sting, Madonna, Prince, Bruce Springsteen, Pj Harvey ve pek çok star'daki Dionysos ile Apollon arasında gidip gelen tını, YBA (Young Brisith Artists) furyasından, Dada'yı ya da Situasyonist “çalıntılamayı” istismar eden estetik paçozluktan çok ötededir.
Baudrillard birçok gerçeği Sanatın Komplosu'nda felsefi ve sosyolojik açıdan ifşa etmişti ama fazla gelir-gelmiştir yazdıkları bu komedyaya.
Oysa, daha direkt söylemek yeğdir; hakikata.
-O zaman söyleyelim-
Türkiye’de -artık- öne çıkan güncel sanat pratikleri nedir?
Kimse kurumlar, küratörler, iddialı bildiriler, protest ve yaratıcı işler demesin.
Çoktandır bir öfori halidir, Türkiye'de güncel sanat. Sanki bu ülkede yaşamıyordur, uçmuştur güncel sanat.
Dünyanın sonuna ya da uzaylı istilasına kadar devam edecek İstanbul Modern partileri, galalar, ön gösterimler, İKSV'ye hizalanması istenen gündüz düşleri, fear and loathing’in KİKİ night club.
Yani show must go on. Mülksüz sanatçılar, AICA üyeleri, galeri asistanları, parası ve gücü olan ama entelektüel profili düşük kalan müşterilerini eylemek ile görevli... Gelsin kartvizitler, pahalı elbiseler, cahil ama çok paralı, derinlikten yoksun ama süper eğitimli community.
İstisna mı? Olmaz mı; sanatçıyı, sanat yazarı ve emekçisine “dur dostum seni anlıyorum” söylemini kullanarak; Stoacılığı da Duchampcılık kılığında bilinçaltına zerk edilen liberal teslimiyet amentüleri sıralayanların hakkını yemeyelim: Sabır eyle sanatçı ya da Lacan’ın dediği gibi “tadını çıkar.”
Nuh'un gemi listesi ve sanat koleksiyonerlerine mütevazı bir çağrı
İnsan, önce kendine bakmalıdır. Aynasında kendini görmeli, kendi menzilinde ilerlemelidir ki onun ilerleme olmadığını bilsin. Döner, döner, geriye ileriye. Edebiyat değil ebediyet diye yola çıkmıştık. Sanatçı değiliz, savaşçıyız diye yola çıkmıştık. İdrak eksik, imdat, diye yola çıkmıştık. Sonra dediler ki bize, sanatçısın, gel, sergi aç, alırız resimlerini arada. Aç kalmazsın ama sürünürsün. İşte sen bir kariyer inşa et falan. Fonlar var, koskoca SAHA var, start-up gibi çalış. Bunların hepsinin hepimizde deformasyonu olmuştur.
Oysa sanat üretmek bir ibadettir, bir nefestir. Kendi olma yolunda alametleri öğrenip- güncellenmektir. Resmetmek, kolajlamak, şarkı, şiir, delişmen bir dans, samimiyet. Ama hashtag’ler koydular onlara. Artissin sen, dediler. Bunları diye diye biz insan olduğumuzu bile unuttuk. Avangard'ın çıkış noktasını da unuttuk, şair Arthur Rimbaud'nun sözlerini de: “Şair voyant olmalı.”
Yani şahin olmalı, kâhin olmalı. Şair hayvanlardan da sorumlu. Kesinlikle modern olmalı. Daha ne moderni demeyin abi. 1871'de adam kesinlikle modern olmalı dediğinde doğrusunu yapıyordu. Somut durumun somut haliyle tahlili dediği gibi eskilerin. Adam sana 2150 yılında modern ya da postmodern ya da bir şey ol demedi. Şair neden Paris Komünü'nden sonra Harrar'a gitti? Neden oradaki çocuklarla köyde beraber dua etti? Neden Hristiyan kökleri reddedip kendini Benjamince "din dışı bir aydınlanmaya" verdi? Batı zihni denilen şeyin zehrini gördü, Öz'e döndü. Özler ezoterikti. Gölün üstünde bir cami görüyorum, diyordu. Sarhoş gemisi içinde Arthur Rimbaud'nun, o gölün üstünde, yüzüyordu. Bit ayıklayan ablalar da ve geleceğin parlak kentleriyle birlikte. Orada sanat yoktu. Orada sermaye yoktu. Orada umut satılmıyordu. Sadece bir yolculuk vardı, şairin özünden kozmosun özüne.
2010 yılında Yıkım 2011 Destruction sergisi için yaptığımız uluslararası çağrıda, dünyada beliren bazı alametleri sıralamıştık: Arap Baharı, göçmen isyanları, Maya Takvimi'ne göre Beşinci Güneş’in başlangıcı, Marduk miti, kapitalin ve insanın refahı için soyu tüketilen canlı türleri, kapıya dayanmış gezegenin topyekûn imhası… Ve bunlardan yola çıkarak bir çağrı yapmıştık S.E.T. olarak: Yeni bir Nuh'un Gemisi listesine ihtiyacımız var. Bu yıkımdan yaratıcı yeni bir başlangıç yapabilir miyiz? Yoksa komple bir yok oluşa mı mağlubuz?
Yıkım sergisi üzerinden geçen 14 senelik dünyaya baktığımızda yıkımın çoktan gerçekleştiğini, artık son noktaya vardığını görüyoruz.
Bugün hâlâ sanat koleksiyoneri olduğunu söyleyen iş insanları, holdingler, yatırımcılar var.
Bu saatten sonra para verip sanat almak yerine "ona" verecekleri büyük paralarla vahşi hayatı/gezegeni koruyacak, önlemler alacak şeyler yapmalılar. Örneğin, devasa rakamlı sanat eserlerini sergileyecekleri müzeler ya da evlerine özel bölümler yapmak yerine villalarında, çiftliklerinde, tatil köylerinde kurtarabildikleri kadar tilki, ayı, keklik kurtarmaları çok daha mantıklı gözüküyor.
Artık adrenalin vermekten uzak, çeyrek yüzyıl sonra bedava versen kimse almayacak işlere çokça para vermekten daha hayırlı bir faaliyet olur bu. Çoktan sıkıcı olmuş güncel sanat ajandalarından daha hakiki bir sergileme. Düşünün, bir kartalın kafa tüylerinden ya da bir kadim kaplanın gözlerinin ötesinde sanatı hangi usta icra edebilmiş?
2025 yılında artık güncel sanat, kurum ya da Bienal koridorlarının köşelerinde üst üste dizilen nesneler gibi bir döküntüye dönmüştür. Kansız, cansız, ruhsuz, tekrar, apolitik ve dünyaya/yaşama gözü kararmış bu sanatsal biçim artık yok hükmündedir.
Evet, ortada bir döküntü olarak güncel sanat.
Dökün gitsin, iz kalmaz.





Yorumlar