top of page

Üretimde gelenek: İstanbul’un geleneksel üreticileriyle söyleşiler

İstanbul’un çeşitli semtlerindeki anlık üretimlerin izini sürdüğü Halletmek projesiyle 4. İstanbul Tasarım Bienali’nde yer alan tasarımcı-araştırmacı Nur Horsanalı, İstanbul’daki beş üreticiyle bir araya gelerek geleneksel üretimin geçmişini ve bugününü konuştu


Hazırlayan: Nur Horsanalı



İsmail Hız

Ahşap torna ustası, Tophane



İsmail Usta, İstanbul’da tanıdığım ve birlikte üretmiş olduğum ilk ustalardan. Belki de “geleneksel” tanımına en çok uyan usta. Şehirdeki çoğu atölye hanların içlerine, binaların zemin altındaki katlarına yerleşmiş ve bir nevi gizli kalmışken, İsmail Usta’nın atölyesi sokaktan geçenlere orada bir üretim gerçekleştiğini anında gösteriyor ve onu tanınan bir zanaatkar haline getiriyor. Kumbaracı Yokuşu’ndaki küçük torna atölyesinin cephesi ve kendi yaptığı figürlerle donatılmış vitrini, her önünden geçişimde beni de mutlu etmiştir. Baba mesleğini sürdüren İsmail Usta, zaman içerisinde kaybolan üretim geleneklerini farklılaştırmak durumunda kalmış; eskiden mobilya ayakları üreten atölyeyi ayakta tutmak adına oyuncak üretmeye başlamış.





Bu zanaate nasıl başladınız? Ne zamandır bu atölyedesiniz?

Benim babam ahşap tornacısı; 1939 yılında dokuz yaşındayken İstanbul’a gelmiş, ustalık öğrenmiş. Biz de babamızın yanında çıraklık yaparak bu mesleğe girdik. Eskiden çıraklara çok ihtiyaç olurdu, şimdiki gibi değildi… Okul tatillerinde çalışırdım. Okuldan çıkıp buraya geldiğim zamanlar da olurdu. İster istemez biraz çocukluğumuzdan feragat ettik ama hiç üzüntü duymuyorum. İyi ki de yapmışız ve yapmaya devam ediyoruz. Çünkü hakikaten ben mesleğimi çok seviyorum; çalışmayı sevdiğim için aşkla yapıyorum. Altmış sene oldu bu dükkandayım.


Çocukluğunuzdan beri bu bölgede bulunmuş, üretmişsiniz. Galata’daki üretim gelenekleri zamanla nasıl değişti?

Eskiden bu mahallede bütün dükkanlar ahşapçıydı. Türkiye’nin en güzel mobilyası bu mahallede, Kuledibi de dahil olmak üzere, Galata’da çıkardı. Anadolu’dan bir sürü tüccar buradan mobilya almaya gelirdi. Şimdi bazı arkadaşlarımız mesleği bıraktılar, bazıları rahmetli oldu, bazıları da daha geniş yerler aradılar çünkü buradaki dükkanlar genellikle ufak. Geniş yer arayanlar Kağıthane’ye, İkitelli’ye gitti. Öyle olunca yerlerine yüzükçü, tasarımcı, ıvır zıvır işler yapan insanlar geldiler; dükkanlar ahşaplıktan çıktı. Şurada zaten tarihi olarak bir ben duruyorum. “Tophane’nin yaşayan efsanesiyim” diyorum çünkü benden eskisi yok bu bölgede.


Bildiğim kadarıyla bu bölgede eski zanaatkarların büyük bir kısmı Ermeni ve Rum’du. Farklı kültürlerin bir arada bulunması üretimi ve gelenekleri nasıl etkiledi?

Buraya çırak olarak geldiğim zamanlar bu çevredeki ustaların hemen hemen %90’ı gayrimüslimdi; Rumlar ağırlıktaydı. Bizim ahşap tornacılık değil ama marangozluk, döşemecilik, cilacılık gibi bir sürü şeyi Rumlardan, Ermenilerden öğrendik. Onlar bize zanaatı öğretti, medeniyeti öğretti. Bunu deyince mahallede bazı kişiler “Bize nasıl medeniyeti öğrettiler?” diye sitem ettiler bana... Nasıl öğrettisi var mı? Babalarımızın buraya geldiği 1940’lar fakirlik zamanlarıydı. Gelenlerin çoğu köyden ayağında çarığıyla geldi. Rum ustaların yanında hiç olmazsa oturmasını-kalkmasını, yemesini-içmesini gördüler. Katkılarını inkar etmemek lazım. Ustalık da öğrettiler, medeniyet de öğrettiler. Kötü tarafı, içkiye de alıştırdılar… (Gülüyor). Kıbrıs olaylarından sonra Rumlar çok korktular. Halbuki biz burada onları korurduk; onlarla ve aileleriyle yakınlarımızlarmış gibi güzel geçinirdik. Ama sonradan buraya gelen Anadolu kültürüyle yetişmiş insanlar, “gavur” diyerek onları rahatsız ettiler, ürküttüler. Zaten Kıbrıs olaylarından sonra haliyle birçoğu gitmişti. Eski ustalar gittikten sonra yeni yetişen Rum ustalar olmadı. Şimdi burada bir tane Rum kalmadı.





Geleneksel üretim neden kayboluyor? Sizden sonra bu atölyeye ne olacak?

Vallahi, bir ah çekiyorum. İki tane oğlum var ama maalesef ki çocuklarımı dükkana getiremiyorum. Bir tanesi şu anda Almanya’da yaşıyor, üniversiteyi okudu. Ufak oğlum üniversiteyi bu sene bitirdi. Şimdilerde köylü-çoban çocuğunu okutuyor, kasabadaki-şehirdeki insan okutuyor, zengin insan zaten okutuyor. Bütün çocuklar okuyorlar. Bu sefer çırak yetişmiyor, bizim küçük esnaflık kalmıyor. Küçük esnafa değer veren yok şimdi. Kimse çocuğunu oto tamirciye, marangoza vermiyor. Bu arada üniversiteyi bitirmiş çocuklar da yine iş bulamıyor…


Biraz da herhalde rahatlıktan, çağımızın hastalığı… Ben şimdiki gençlerin çoğuna acıyorum; hakikaten üzülüyorum. Bilgisayarın başında oturuyorlar, zamanlarını öldürüyorlar, başta benim çocuğum olmak üzere. Benim içimde ise elim ayağım tutana kadar çalışma arzusu var. Eskiden güçlüydük, kuvvetliydik; akşam on ikilere kadar çalışırdık. Bugün ben 69 yaşındayım, 70’e az bir ramak kaldı; bu vücut kaldıramayabilir. Maalesef ki benden sonra atölyeyi devredeceğim kimse yok. Herhalde ben öldüğüm zaman çocuklarım tezgahları hurdacılara verecekler. Tabii ki benden sonra dükkan kafeterya vesaire olsun istemem; faydalı bir şey olsun isterim. Yahut mesela gencin birisi gelir, “Ben de ahşapla çalışıyorum, devam ettirmek istiyorum, beraber çalışalım usta” der… İnşallah öyle olur.


Siz hiç çırak yetiştirdiniz mi?

Altı tane çırak yetiştirdim; içlerinden yalnız iki tanesi bu mesleği yapıyor şu anda. Bir tanesi çok maceraperest bir çocuktu, birden bire ortadan kayboldu. Cuma günü paydos etti, Pazartesi günü babası oğlunu soruyor. Daha sonradan ortaya çıktı ki Amerika’ya kaçmış, nasıl yolunu bulduysa… Bir tanesi vardı, çok ağır bir çocuktu, kafası almıyordu. Abisi onu benim yanıma verdi, “Biraz saf bir çocuktur, senin yanında çıraklık yapsın, gözü açılsın” dedi. Hakikaten öğretene kadar çok sıkıntı çektim. Çocuk tam öğrendi, öteki abisi “Benim kardeşim bana dükkanda lazım” dedi, alıp götürdü. O çocuk mesleği öğrendikten sonra konfeksiyona döndü.


Geçmişten bugüne atölyenizde ya da üretiminizde neler değişti? Babanızdan kalan üretim gelenekleri nasıl farklılaştı?

Eskiden biz burada ahşap tornada masa, sandalye, koltuk ayakları, merdiven küpeştesi, korkuluk yapardık. Yıllarca bununla geçindik, ekmeğimizi bundan yedik. Şimdi maalesef böyle bir ihtiyaç kalmadı. O zamanlar insanlar para kazandığı için gösteriş meraklısıydı; herkesten daha güzel bir şey yaptırayım diye bir yarış vardı… Bugün bizim ve birçok kişinin işleri -oymacılar, marangozlar, aksesuarcılar- Bauhaus, Koçtaş gibi büyük marketlerde hazır satılıyor.


Bugün ben burada bizim o zamanlar hiç aklımıza gelmeyen şeyler yapıyorum; oyuncak yapıyorum. Topaçlar, tavşanlar, ayıcıklar… Hem yabancılar hem yerliler satın alıyor. Mesela geçen hafta Sevgililer Günü’nde bir sürü tavşan, ayıcık sattım. Değişik fikirler aklıma geliyor, yapıyorum; boş kalmıyorum. Dün Almanya’dan çocuğum bir resim gönderdi. Orada çocukların dişleri çıkınca atmıyorlarmış; ufak, ahşap, üzerinde çocuk kafasına benzer bir figür olan bir kutuda saklıyorlarmış. Çok hoşuma gitti. Kısmetse onlardan da yapacağım. Bazen tasarım öğrencilerinden gelen değişik modeller de oluyor; mesela bir sehpa ama altı yedi ayaklı…

bottom of page