top of page

Üretimde gelenek: İstanbul’un geleneksel üreticileriyle söyleşiler

İstanbul’un çeşitli semtlerindeki anlık üretimlerin izini sürdüğü Halletmek projesiyle 4. İstanbul Tasarım Bienali’nde yer alan tasarımcı-araştırmacı Nur Horsanalı, İstanbul’daki beş üreticiyle bir araya gelerek geleneksel üretimin geçmişini ve bugününü konuştu


Hazırlayan: Nur Horsanalı



Emin Bolat

Müzisyen-Perküsyon ustası, Galata


Emin Bolat’ın atölyesinde geçirdiğim sürede geleneksel üretimin, üretme eyleminin ötesinde sosyal bir hal olduğunu bir kez daha hatırlıyorum. Sadece üretim hakkında değil, hayat, toplum, politika hakkında da konuşuyoruz. Emin Usta’nın üretimi, zanaat ve sanat arasında bir yerde konumlanıyor. Atölyesinden çıkan her darbuka tek; darbukalara işlenen her motif kendi ellerinin, hislerinin, keşiflerinin bir ürünü. Burada ustalığın-sanatkarlığın tek bir malzemeye ya da araca bağlı olmak demek olmadığını; müziğin, seramiğin, metalin birbirinden beslenebileceğini görüyorum. El üretiminin sürekliliğinin, bir yandan geçmişten öğrenilene açık fikirlilikle bağlı olmaktan, diğer yandan içten gelen bir üretme sevgisi ile dolu olmaktan geçtiğini anlıyorum.





Perküsyon çalmaya ve yapmaya nasıl başladınız?

Küçük yaşımdan beri kendi enstrümanlarımı yapardım; gazoz kapaklarını çivi ile ortasından delip kasnağa bağlar, zil yapardım. İlkokul yıllarında sıraların üzerinde ritim tutardım ve öğretmenlerden hep azar işitirdim. 11 yaşında darbuka -eskiler dümbek olarak hitap eder- çalmak istediğime karar verdim. Düğünleri, konserleri takip ederdim kimler nasıl çalıyor diye. Oralarda çalan abilerin darbukalarına “Bir dokunabilir miyim?” diye sorardım. Hevesliydim çünkü. Dışarıdan bakınca anlamıyor karşı taraf seni ama darbuka çalarken kalp ritmimin nasıl dörde katlandığını ben biliyorum.


İlkokul bittiğinde sınıf öğretmenimiz rahmetli babama “Bu çocuk çok becerikli ama okumaz.” demiş. Bundan sonra babam beni berbere çırak olarak verdi. Berberde çalışıp biriktirdiğim maaşlarla ilk darbukamı aldım. Küçük, alüminyum, vitrinde durmaktan vidaları paslanmış, koyun derisinden sıradan bir darbukaydı. Çok keyif alarak çalıyordum ama babam kızdı ve keserle ezdi darbukayı. Oradan macera başladı, şimdi buradayız…


Üretimleriniz gelenekten nasıl besleniyor? Darbuka gibi enstrümanların gündelik hayatımızda nasıl bir yeri vardı?

Bizim bu atölyede yaptıklarımız Orta Doğu vurmalı çalgılardır; Latin perküsyon değillerdir. Bizim kültürümüzden gelen enstrümanlardır tef, bendir, yöresel davul, darbuka… Düğünlerde, pikniklerde darbuka çalınır; toplanmayı temsil eder. Eskiden çömlekten yapılmış, üzerine işkembeden deri çekilmiş, unla yapıştırılmış darbukalar vardı. Doğal deri hava şartlarından etkilenirdi tabii; sert havalarda gerginleşirdi sesi. Köy evlerinde yanan ocağın başında toplanır, darbukayı ısıtırdık bir parça daha çalabilelim diye.


Zamanla üretiminizde neler değişti ya da yeni üretim gelenekleriniz oluştu mu?

Örneğin toprak darbukalarımız var; Avanos’ta dört beş toprağı harmanlayarak tamamen el işçiliğiyle üretiyoruz. Avanos’a senede bir ya da iki kez gitme geleneğimiz oluştu. İstanbul’a da çömlek atölyesi kurma imkanımız vardı ama özellikle kurmadık. Çünkü biz oraya giderek senede bir iki defa kendimizi sıfırlıyoruz, teknolojiden uzak çalışıyoruz, oranın havasını alıyoruz. Oranın toprağı, havası çok başka. Orada yörenin en değerli ustalarından Mehmet Körükçü ile çalışıyoruz, dost olduk.


Geleneksel üretimin kaybolduğunu düşünüyor musunuz? Bunda neler etkili oluyor?

Ne yazık ki kayboluyor, bunun acısı var. Bugün el emeğine önem verilmiyor. Sadece zanaat değil, el işçiliği her anlamda kayboluyor. Örneğin, eskiden annelerimiz çeyizliğini -dantel, el oyası gibi el işçiliği gereken şeyleri- kendileri hazırlardı. Biz bunları görerek büyüdük, o yüzden siz gençlerden daha şanslıyım. Ne yazık ki şimdi hazır çeyiz firmaları var. Eskiden marangoz atölyeleri vardı; artık her şey fabrikasyon oldu. Bugün bir ustaya mobilya siparişi versen, o bile İkitelli’ye gidip elini sürmeden makineye yaptırıyor. El işçiliği kalmadı, hele ki bu teknoloji çıktıktan sonra… Sussun diye üç yaşındaki çocuğun önüne bile tablet koyuyorlar. Yemek yapmak bile hazır oldu. Durum böyle olunca ne bekliyorsun? Herkes hazırcı oldu; el işçiliğine gelene kadar günlük yaşantımızda hazırcı olduk.





Peki bugün geleneksel üretimi korumak neden hala önemli? Elle üretmenin ne gibi değerleri var?

Elle üreterek çok daha sağlıklı yaşarsınız. Bir şey üretmenin, ürettiğiniz şeyi paylaşmanın verdiği bir haz vardır, huzur vardır. Atölyede geçirdiğiniz zamanda hayatı, stresleri unutursunuz. Çalışmayı bırakırsanız bunalırsınız, çökersiniz. Bence gerçekten biz burada çalışırken terapi oluyoruz.


Bu atölyeye sizden sonra ne olacak merak ediyorum. Hiç çırak yetiştirdiniz mi ya da yetiştirmek ister miydiniz?

Yıllardır bir tanesini yetiştirelim özlemi var. Ben alaylı kafamla bildiğim kadarını, tecrübemi gençlere anlatır, destek olurum; fakat gelen yok. Gençlerin de yapmayı istemesi önemli, istemeden olmuyor. Biz Kalkınma Bakanlığı ile 8 aylık bir projede çalıştık; maaşlı, sigortalı çıraklar yetiştirmek adına. Aldık bir çırak; üç ay sonra ben bu işi yapmak istemiyorum deyip bıraktı (Gülüyor). Aslında içimiz yanıyor ama gülüyoruz… Eskiden eti senin kemiği benim diye verdi bizi babalarımız ustalara. Aldığımız para çok bir şey değildi fakat meslek öğrendik. Şimdi böyle bir şey kaldı mı? Örneğin, bir arkadaşımın 15 yaşında bir oğlu var; bana hayrandır, ritim duygusu da vardır. Babası “Sana göndersem de yetiştirsen” dedi. Bunu duyunca öyle bir heyecanlandım ki tüylerim ürperdi. Sohbet tam biterken arkadaşım “Sen bizim çocuğa ne kadar maaş vereceksin?” diye ekledi. İşte orada film koptu. Bu sadece para ile ilgili değil; ben o çocuğu her türlü besleyeceğim. Beraber aynı masada yemek yiyeceğiz, edep öğrenecek, adap öğrenecek… Çıraklık sadece enstrüman yapımını öğrenmek değil ki.

Bana ne zaman emekli olacaksın diye soruyorlar; ölene kadar emekli olmayacağım diyorum. Ayrıca emekli olsam bu firmayı kime bırakacağım? Kardeşlerime, yeğenlerime, mirasçılara mı? Ne yapacaklar bu firma ile? Borçlu çıkarlar bu işten… Düşünüyorum bir vakfa bağışlayayım diye ama vakıf ne yapacak? Çok kötü bir durum.


Anlattıklarınızdan yola çıkarak geleneksel üretimin kaybolması hem günden güne hazırcı bir toplum haline gelmemiz hem para odaklı düşünüyor olmamızla ilgili. Oysa siz zanaati paradan öte, sevgi ile bağlı olduğunuz bir şey olarak görüyorsunuz…

Asla çok üretim yapayım, çok para kazanayım diye bu yola girmedim. Ticaret ikinci plandadır bizde. Elimizin değmediği, sevgimizi vermediğimiz hiçbir enstrüman vitrine girmez. Ben müzisyen olarak icra ettiğim enstrümanları en temiz, en düzgün şekilde yapmaya çalışıyorum. Fakat piyasadaki üreticilerinin bir çoğu enstrümanı tanımadan yapıyor çünkü onlar için ticaret birinci planda. Örneğin, sıvamacı adam darbukada iyi para varmış diyor, bu işe giriyor. Tencere tava yapan adam darbuka yapmaya başlıyor. Sonra da bu atölyeler ayakta kalamıyorlar tabii; çünkü bir bilirkişi yok, bir müzisyen yok ortada. Tek düşündükleri çok yapalım, çok satalım. Zaten bir işi para için yapıyorsanız, mümkün değil o parayı bulamazsınız. Ama işinizi severek yapıyorsanız, bütün enerjinizi, ruhunuzu, bedeninizi, sevginizi katarak bir şey yapıyorsanız, o para zaten geliyor size. Eğer amacınız jet almak değil, huzurlu mutlu yaşamak ise…

bottom of page