top of page
Anlam de Coster

Yaralı şifacılar ve ufkun ötesine bakanlar

Ayça Telgeren'in Kırık Ufuk isimli sergisi 7 Mart- 27 Nisan 2024 tarihleri arasında Galerist'te gerçekleşti. Serginin katalog metnini paylaşıyoruz


Yazı: Anlam de Coster


Ayça Telgeren, Gut Feeling, 2024, Kağıt üzerine kömür ve pudra allık, Tuval üzerine monte, 140x222 cm


En son kendinizi ne zaman hem ruhen, hem bedenen iyi hissettiniz? Gelecek korkusu taşımadan, gözlerinizi kapatarak, güneş batarken ya da doğarken netliğini yitiren ufkun hissettirdiği umudu içinize çektiniz? İçinde bulunduğunuz bina ve şehrin sizi güvenle sarıp sarmaladığını düşündünüz? 

 

Yoksa siz de dışınıza ve içinize baktığınızda adeta ejderha gibi kükreyen bir yanardağ mı görüyorsunuz? Dokunduğu her şeyi görkemli bir şölenle karanlığa çeviren bu kontrolsüz güce karşı direnmek beyhude mi geliyor? Soluduğunuz küller genzinizi yakıp gözünüzü kör eder, yüreğiniz yerin altından gelen sarsıntılarla titrerken bu paramparça ufukta belirecek bir sonraki kırmızı patlamayı mı bekliyorsunuz? Yerde yanarak yok olan bir bedene silah doğrultan bir polis gibi, bu piromanik harabe makinesi de halihazırda tümüyle tükenmiş hissetmenize rağmen hayaletlerinize ve hayallerinize de talip sanki.


Ayça Telgeren, tanrıların terk ettiği bu kıyametin ortasında lavlarla dans edebilmeyi, yanardağın kalbine girmeyi, o kırmızı yarıklarda akan lav yılanlarını evcilleştirmeyi başarabilen bir sanatçı. Kimi zaman yanardağları söndürebilen derin bir okyanus, kimi zaman da kavuran ve kavrulan ateşin ta kendisi oluyor. Kâh gökyüzünde dans eden balık kuyruklu bir tanrıçanın, kâh rüzgara koruyucu büyüler fısıldayan yılan saçlı kadim bir Dağ Ananın bugüne uzanan eli olarak beliriyor.


Ayça Telgeren, Morning Gaze, 2024, Kağıt üzerine kömür ve pudra allık, Tuval üzerine monte, 99x140cm

Ufuk kavramı, dünyevi ve manevi bilgi, algı ve sınırların karmaşık dokusunu yansıtan çeşitli anlamlar içerir. İlahi dünya ve materyal dünya arasında bir geçiş kapısı gibidir. Hem kadınlığı temsil eden ayı, hem erkekliği temsil eden güneşi içerir - ikisi de insanoğlunun görüş hizasında ufuktan doğar ve batar. Kaf Dağı gibi ulaşılamayan ve dünyayı çerçeveleyen, gökkuşağının arkasında dönüşüm vadeden hayali bir varış noktasıdır. Oysa ki gökkuşağı bizim yeryüzü seviyesinden gördüğümüz gibi bir yay değildir - bulutların seviyesinden baktığımızda onun bir daire olduğunu görürüz. Bilgi ve anlayışın sınırlarını temsil ederek, insanın bilinmeyenle olan sürekli mücadelesini işaret eder. Dolayısıyla ufuk aynı zamanda algının göreli doğasını temsil eder, perspektif değiştikçe değişir ve her birimizin bakış açısına, ruh haline ve deneyimine göre şekil alır. Lakin öte yandan da mecazi anlamda sadece “aynı ufka doğru bakan” aşıklar ve toplumlar aynı yolda birlikte yürüyebilir. 

 

Ayça Telgeren, Sisters, 2024, Beton, Mekâna özgü yerleştirme, 5+2 edisyon


Ayça Telgeren’in Galerist’te gerçekleşen beşinci kişisel sergisi Kırık Ufuk, sanatçının işleri ve bedeniyle seneler içerisinde galeri mekânıyla kurduğu ilişkinin izlerini taşıyor. Odaklanmadan, dağınık olanı kabul ederek bakılmayan yerlere bakıyor, gözün yargılayıcı ve rasyonel tünelinden çıkıp adeta binanın içine işleriyle dokunuyor. Ziyaretçileri de serginin bedenine tüm duyularıyla dokunmaya, bilinen ve bilinmeyen arasındaki sınırı aşarak kapsayıcı yeni bir ufuk inşa etmeye davet ediyor. Serginin teniyle bizi sarmalıyor ve dokunma güdümüz ile çevrel, odaklanmamış görme yetimizi araştırmaya teşvik ediyor. Birbirlerinin içinde ikamet eden bina, sanatçı ve eserlerin bedenlerinin ilişkisine ziyaretçilerin bedenleri ekleniyor ve birbirlerinin hafızalarına dokunuyorlar. 

 

Gaston Bachelard, ufku hayal gücü ve hayallere dalışın sembolü olarak ele alır. Onu, zihnin gözünü genişleten, yaratıcı düşünce ve şiirsel keşiflere izin veren bir sembol olarak tanımlar. Bachelard’dan esinlenerek diyebiliriz ki ufuk bir sınır değil, bir başlangıçtır, hayal gücünün bilinmeyene doğru yolculuğunun eşiğidir. Bizim için de Ayça Telgeren’in Kırık Ufuk sergisi bu belirsiz geleceğe doğru seyahate çıkmak, bize miras kalan gelecek tahayyüllerini yıkmak ve yeni kehanetlerde bulunmak için bir çıkış noktası oluyor. 

 

Ayça Telgeren, Güzel Marmara, 2024, Beton, 33x123x46 cm, 5+2 edisyon


Ayça’nın heykelleri, desenleri, yerleştirmeleri, ve videoları onları canlandırmak için dışarıdan bir varlığa ihtiyaç duyan hareketsiz objeler gibi değil. Kendi savaş arabalarını süren ve Platon’un hayatın kaynağına koyduğu ruhlar gibi otonom bir hareket kabiliyeti barındırıyorlar. İçlerinde bulundukları mekânı ve onun içinde gezen diğer bedenleri de peşinden sürüklüyor. Sanatçının yaşadığı kırılmalar ve hayal kırıklıklarını temsil etmenin ötesine geçip, yas tutabilen yapılara dönüşüyorlar. Zamanın sürekliliği içinde kendilerine bir yer tutuyorlar.

 

Finlandiya’nın önde gelen mimar ve mimarlık kuramcılarından Juhani Pallasmaa’nın Tenin Gözleri kitabı Ayça’nın sergiyi yaratırken en büyük yol göstericisi olmuş. Yazarın kitapta değindiği hapticity kavramı, yani “bedensel algıların duyusal entegrasyonu” belki de şu an dijital imajların yönettiği dünyamızda en çok ihtiyaç duyduğumuz şey. Ayça Telgeren’in işlerinin en güçlü yanlarından biri de bunu başarması. Pallasmaa’ya kulak verirsek: “Gözlemciyi duygusal katılıma açmak için bilinçli niyetler ile bilinçsiz dürtüler arasında bir gerilim olması şarttır. Görmek bizi dünyadan kopartırken, diğer duyular bizi dünyayla bütünleştirir.” 

 

Batı’nın gözmerkezli algılama ve düşünme biçimi nasıl patriarkal bir egemenliği ve güç arzusunu paralelinde getirdiyse, sanatı da sadece göz ve beyin arasındaki ilişki üzerinden okumak ve zihinsel algıyla kısıtlamak bizi benzer bir açmaza sürüklüyor. Sanat eserlerini taşa çevirmeden, sabitleştirmeden, şeyleştirmeden ve kendi yaşanmışlığımıza odaklı çerçevemize hapsetmeden nasıl onlar hakkında yazabiliriz? Zira Pallasmaa da “sanatsal dışavurum, dünyanın söz-öncesi anlamlarıyla, basitçe entelektüel olarak anlaşılmaktan ziyade bedenle bütünleşmiş ve yaşanmış anlamlarla iç içedir.” diyor. 

 

Bu bağlamda serginin başlığının sembolizmine geri dönmeden edemiyorum. Pallasmaa’nın da sık sık alıntıladığı Maurice Merleau-Ponty, ufuğu algı ve bedensellik bağlamında yorumlar. Ufuk sadece görsel bir fenomen değil, aynı zamanda bedensel bir deneyim sunar, uzayı anlama ve içindeki yerimizi şekillendirdiğini tartışır. Ufuk sadece ne gördüğümüz değil, nasıl gördüğümüzdür, bedensel varoluşumuzun ufkudur. Yazara göre, “Ufuk yeni bir varlık türüdür, gözeneklilik, gebelik ya da genellik yoluyla varlıktır.” Bizim de varlığımızın derinliğini ve ufkun ötesini görmek için gözlerimizle tek bir noktaya bakmanın yetmeyeceği aşikar. 

 

Ufuk, Dionysos ve Apollon arasındaki sembolik bir sınır olarak görülebilir. Bilinenle bilinmeyen, rasyonel ve irrasyonel, düzen ve kaos arasındaki buluşma noktasını temsil eder. Yunan mitolojisinde, Dionysos ve Apollon arasındaki etkileşim, insan doğasının farklı yönleri arasındaki gerilimi ve bunlar arasında denge bulma çabasını yansıtır. Apollon, bilgi ve düzenin rasyonel arayışını temsil ederken, Dionysos, içgüdüsel ve duygusal benliğimizi kucaklamanın, yaşamın içgüdüselliğini ve çeşitliliğini kutlamanın önemini hatırlatır. Bu nedenle, ufuk, bu karşıt güçlerin birleştiği mecazi bir eşik olarak hizmet eder ve bireyleri varoluşun karmaşıklıklarını yönlendirmeye ve mantık ile tutku, düzen ile kaos arasında uyum bulmaya çağırır.

 

Tarih boyunca karşımıza çıkan “yaralı şifacı” arketipini bugün belki de sanatçılar devam ettiriyor. Hades’e açılan gizli geçitleri bulma merakı ve yeraltındaki canavar ve tanrılarla yüzleştikten sonra yeryüzüne geri dönme cesareti, tıpkı müzisyen, şair ve tanrıların tercümanı Orpheus gibi, onlara bahşedilmiş. Biz de onların yarattığı dünyalarda bu inisiyasyonun izlerini buluyoruz ve ufkun ötesine bakma cesareti gösteriyoruz.


Kırık Ufuk, Sergi görünümleri, Fotoğraf: Zeynep Fırat ve Barış Özçetin

Comments


Commenting has been turned off.
bottom of page