Bakışı geri almak
- Eda Yiğit
- 18 dakika önce
- 6 dakikada okunur
Zeren Göktan’ın kuşaklararası kurduğu bağlar aracılığıyla doğayla kadın bedeni arasındaki etkileşimlere odaklanan ve bakışın iktidarını sorgulayan Seninle Benim Aramda isimli kişisel sergisi, 4 Kasım - 10 Aralık 2025 tarihleri arasında Pilot Galeri’de gerçekleşiyor. Sanatçıyla sergide yer alan yapıtları üzerinden üretim sürecini, seçtiği imgeleri, kullandığı sembolleri ve nesnelerle kurduğu ilişkiyi konuştuk
Röportaj: Eda Yiğit

Zeren Göktan
Sanatsal üretiminizde, kadın bedeniyle doğa arasında iç içe geçmiş bir ilişkinin dinamiklerini deneyimleme sürecinizi anlatabilir misiniz?
Derin Mavi fotoğraf serisinden sonra Kırık Beyaz fotoğraf serisine başlamıştım ve yine kadınlarla ilgili bir seri üstüne çalışıyordum. Bu kez stüdyomun dışında da çekim yapmak istedim. Uzun zamandır dikkatimi çeken bir ağaç vardı. Bu ağacı çocukluğumdan beri gittiğim ve doğasını çok sevdiğim Datça’da görüyordum. Ağacın gövdesine dolanan sarmaşıklar, bir kadının bedenini çağrıştırıyordu. Zaten benim de dikkatimi çeken buydu. Tasarladığım fotoğrafı çekmek için günün değişik saatlerinde çalıştım ve sonunda en belirgin kadın formunu veren doğal ışığı, en uygun anda kullanarak çekimi gerçekleştirdim. Sergideki Ormanın Kraliçesi başlıklı fotoğraf böyle ortaya çıktı. Sonra, bu ağaç fotoğrafını kendi algımla nasıl dönüştürebilirim diye düşündüm ve ağacın kendi dallarının bir parçasıymış gibi duran bir kadının kollarını eklemeye karar verdim. Kaslı, kuvvetli bir kadın. Biliyorum, şu anda işin sürecinden bahsediyorum ama bu önemli, çünkü çoğu zaman bir şey sizi çekiyor ve ardından onunla bir diyaloğa giriyorsunuz. Kadın bedeniyle doğanın, dolayısıyla ağacın iç içe geçmesi fikri sanırım burada başladı.
Tarih boyunca doğa ve kadın, Batı düşüncesinde yüzyıllarca birbirine paralel biçimde temsil edildi. Doğa üretken ama irrasyonel, kontrol edilmeye muhtaç, kadın ise doğurgan ama yönetilmesi gereken içgüdüsel ve duygusal. Kadın, doğurganlığıyla, döngüselliğiyle, biyolojik varlığıyla doğaya indirgenmiş; denetlenmesi gereken bir güç gibi görülmüştü. Bu fotoğrafta ise beden, doğanın içinde yeniden güç kazanıyor ve artık doğa onun sınırı değil, direniş alanı haline geliyor. Doğallık, edilgenlikten çok, yaşamın dayanıklılığını taşıyan politik bir bedenselliğe dönüşüyor. Kraliçe figürü burada hükmeden değil, köklenen bir özne. Gücü, toprağın derinliğinden, gövdenin dayanıklılığından alıyor.Doğanın gücüyle bedenin gücü birbirine dolanırken, insan ve doğa arasındaki sınır siliniyor; bunun yerini ortak bir varoluş, bir direnç formu alıyor. Ormanın Kraliçesi, doğayı romantik bir sığınak olarak değil, yaşamın, dayanıklılığın ve bedensel gücün alanı olarak yeniden düşünmeyi öneriyor.
Solda: Zeren Göktan, Ormanın Kraliçesi, 130x97.5, 2025
Sağda: Zeren Göktan, İlk Hayal Kırıklığı, 130x97.5 cm, 2025
Triptik biçiminde kurgulanan fotoğraflarda doğal materyaller (örneğin dikenli, çiçekli, kuru dallar), duruşlar (diz üstü, boydan kadraja giriş) ya da bedenin görünürlüğünü etkileyen farklılıklar (bitki yoğunlukları) gibi görsel ve teknik tercihlerinizin fotoğrafın anlatısına nasıl bir katkısı oldu?
Bir gün, yine ormanda ağaç fotoğrafı çekmek için doğru ışığın peşinde koşarken, gözüme daha önce hiç görmediğim bir kuru diken topağı takıldı, topak rüzgara kapılmış, yuvarlanıyordu. Sanki bir film karesi gibiydi. Bir içgüdüyle dikeni tuttum ve yanımda götürmeye karar verdim, bir top yumağı halinde olduğu için onu taşımak zordu, kendime de yaklaştıramıyordum çünkü batıyordu. Diken yumağını belirli bir mesafede tutmam gerekiyordu. Bu arada, etrafındakilerin de sana yaklaşırken mesafe kurmaları gerekiyordu. Sanki kökünden kopmuş gibi duran diken yumağının tutacak bir yeri de vardı. Kuru dikenler ve otlarla olan triptikler işte o zaman başladı. Stüdyoya girip kendimi bu dikenlerle çektim, aklımda bedenin arkasında bir var olup bir yok olan ama sonunda dönüşen bir fotoğraf serisi çekmek vardı. Triptiğin ilk sahnesinde kadın ve kuru dikeni veya kuru otları bir arada görüyorsunuz sonra kadın bu topağın içinde kayboluyor, en sonunda bir ışık, bir yıldız, bir nokta oluyor. Ama son fotoğrafta bile küçük bir göz iletişimine yer verdim. Fotoğrafın arkasında kalan kadının sağ gözü bütün o topağın içinde var olmaya devam ediyor.
Burada, Seninle Benim Aramda ismini koyduğum bu fotoğraflar hem seyirciyle bağ kurmaya çalışıyor hem de burada “sen” ve “ben” olarak yalnızca iki insanı değil; insan ile doğa, özne ile çevre, beden ile dış dünya, hatta benlik ile öteki arasındaki ilişkiyi temsil ediyorlar. Triptik fotoğraflarda gördüğünüz dikenler ve kuru otlar ilk önce bana poz vermeyi kabul eden arkadaşlarımla çekildi sonra ayrı ayrı çektiğim diken topakları bunlara eklendi. Bunu varmak istediğim yoğunluk için uyguladım. Dönüşüm, büyüme, yoğunluk ve ışık.

Zeren Göktan, Seninle Benim Aramda, Triptik, Her biri 90x90cm, 2024
Sergide anneniz ve kızınızla fotoğraflarda yer almak; bu kuşaklar arası deneyim sizin için ne ifade ediyor? Ayrıca sinemada yönetmenin kendi filminde kısa bir sahnede görünmesi anlamına gelen cameo rolüne benzer biçimde, bir otoportrenizle de karşılaşıyoruz. Sergide otoportrenize yer vermek sizin için ne tür anlamlar taşıyor?
Seninle Benim Aramda serisinin fotoğraflarına başlarken, ilk önce deneme yapmak amacıyla kendimi çektim. Sonra, “evet” dedim “bu da benim otoportrem olarak kalsın”. Daha önce de fotoğraflarımda kendi bedenimi kullandığım çok oldu. Ama burada daha belirgin, çünkü yüzüm görünüyor. Sergi kurgusu için bir hikâye daha eklemek istedim: kuşaklar arası kurduğumuz bağlar.
Kuru dikenler ve otların ölü doğayı değil, doğanın hafızasını taşıdığıyla ilgili bir makale okudum ve bu beni çok etkiledi; atıl gördüğümüz, bu yabani otlar aslında doğanın özü, evcilleştirilmemiş haliydi. Hafıza ve bağlarla ilgili düşünürken annemi de çekmeye karar verdim. Seninle Benim Aramda aynı zamanda bir gerilime işaret ediyor: Arada bir şey vardır ve bu şey bizi hem birbirimize bağlar hem de ayırır. Fotoğraftaki kuru dikenler, otlar bu gerilimin görsel karşılığı. Eğer bu kuru dikenler ve otlar bir tür enerji alanı, bir duygusal beden gibi okunursa, “aramızda” olan şey sevgi, bakım ya da empati olabilir. Fakat bunlar bir kalkan, kafes ya da engel gibi görünürse, o zaman “aramızda” olan şey uzaklık, korku ya da ayrılıktır. Fotoğrafın siyah beyaz olması bu iki duygunun arasında yakınlık ve yabancılaşma, bağ ve çözülme arasında bir his yaratıyor ama aslına bakarsanız bana göre, bu ikili gerginlik arasında herkes kendi ışığını yaratıyor. O yüzden sergide, annemle kendi fotoğraflarımı birbirlerinin arasına koyarak yerleştirdim. Anne ve kız ortada buluşuyorlar. Ama herkes kendi yolunda hem birikiminin, köklerinin, dikenlerinin, engellerinin hem de birlikteliğinin farkında.
Kızımı da ilk defa çektim, oyun oynarken kolu kırılmıştı ve çok üzülmüştüm. Üzüntüm bir yana, o da ilk defa böyle bir durumun acısını ve ceremesini çekiyordu. Kızımı da bir kolu alçıda ve yaprakları kurumuş, kırık bir ağaç dalının üzerinde otururken çektim. Hafif karanlık, masalsı bir ormanın içinde. Fotoğrafın adı da İlk Hayal Kırıklığı. Ormanın Kraliçesi fotoğrafıyla aynı boyutlarda ve sergide aynı duvarı paylaşıyorlar.

Zeren Göktan, Nasıl Var Olursun? Kendi Süpürgeni Nasıl Yaparsın? Nasıl Yok Olursun?
Nasıl Var Olursun? Kendi Süpürgeni Nasıl Yaparsın? Nasıl Yok Olursun? başlıklı yerleştirmede bulunan el yapımı çalı süpürgesi ve kürek gibi nesnelerin sembolik anlamlarını sormak istiyorum. Bu gereçlerin üretim süreci nasıl gerçekleşti? Yerleştirmenin Anıtsayaç ile bağlantısını açabilir misiniz?
Bu yerleştirmede, kamusal alanlarda görmeye alıştığımız, temizlik işçilerinin atık malzemeleri bir araya getirerek ve dönüştürerek oluşturdukları çalı süpürgeleri ve küreği, bir çıkış noktası olarak odağıma aldım. Bu malzemeler, çalışanların kendi ihtiyaçlarına dönük, daha işlevsel ve ekonomik araçlar olarak ortaya çıkarken, işlevsiz ve maliyetli ürünlere ekonomik ve sürdürülebilir bir alternatif sunuyor. Kendi içinde dönüşüme ve değişime açık bir nesne olmasından ilhamla, kamusal alanda alışılmadık bir dayanışma ve direniş biçimi yaratmak istedim. “Kendi süpürgeni nasıl yaparsın?” derken, aslında “kendi alternatif dünyalarımızı ve direnişimizi küçük bir jestle veya taktiksel düşünme biçimi olarak nasıl geliştirebiliriz, soluklanabileceğimiz alanları nasıl yaratabiliriz?” sorusunu sormak istedim. Her bir küreği gökkuşağının farklı renklerine boyarken doğanın en güzel olgularından birini çağdaş yaşama yakışmayan, hak edilmemiş bir tartışma ve kutuplaşma ortamının sığlığından çıkarıp, toplumdaki çoğulluğun, farklılıkların, iyi bir gelecek umudunun ifadesi olarak ortaya koydum. Anıtsayaç(1) sitesinin QR kod ile bağlantısını da ekledim. Süpürge, yani “silme, temizleme” nesnesi burada bir tür anıtsal karşı-harekete dönüşüyor: hepimizin bastırdığı, unuttuğu, “temizlemek” istediği şiddet hikâyelerini hatırlatıyor ve en önemlisi bizi yasımızla yüzleştiriyor. Feminist bellekte süpürge aynı zamanda bir cadı simgesidir: patriarkanın bilgi, şifa ve doğa ile kurduğu korku ilişkisinin bir kalıntısı. Bu nedenle kendi süpürgesini yapmak, bilgi, güç ve dayanışmanın yeniden sahiplenilmesi anlamına gelir. Bu gereçlerin üretim süreçlerinde temizlik işçilerinden yardım aldım, kurduğumuz diyalog çerçevesinde bana bidonları yapma aşamalarını gösterdiler.

Zeren Göktan, Venüs’ün Yeniden Doğuşu, 90x90cm, 2025
Son olarak sergide Venüs’ün Yeniden Doğuşu adını verdiğiniz siyah-beyaz bir fotoğraf yer alıyor. Bir kadının ters tuttuğu neredeyse uzvuna dönüşmüş bir süpürgeyle duruşu ve uzun saçlarının arasında izleyiciye yönelttiği bakışı dikkat çekiyor. Bu fotoğrafın sanatsal ve mitolojik referanslarından söz edebilir misiniz?
Cadı süpürgesi, Batı ikonografisinde kadın bedeniyle ilişkilendirilen güç, tehdit ve özerklik sembolüdür. Tarih boyunca süpürge, ev içi emeğin yani kadına atfedilen ve aynı zamanda görünmez kılınan emeğin nesnesidir. Cadı figürü bu gündelik nesneyi alıp direniş aracına dönüştürür; uçmak, kaçmak, dönüştürmek için kullanılır. Bu bağlamda süpürge, evcilleştirmenin karşısında özgürleşme, sessizliğin karşısında eylem demektir. Dolayısıyla fotoğraftaki kadın figürü, bu nesneyi elinde tutarak hem tarihsel olarak bastırılmış bir anlatıyı geri çağırıyor hem de onu kendi bedeniyle yeniden sahipleniyor.
Klasik sanat tarihinde Venüs’ün Doğuşu, güzelliğin, doğanın, arzunun ve kadın bedeninin idealleştirilmiş bir temsilidir. Botticelli’nin ünlü tablosunda Venüs, deniz köpüğünden doğar, zarif, saf, tanrısal bir beden olarak karşımıza çıkar ve bakışa sunulmak üzere yaratılmıştır. Benim fotoğrafımda ise bu mit radikal biçimde ters yüz edilir. Buradaki Venüs, artık idealize edilmiş bir tanrıça değil, yeryüzünün, doğanın, bedenin ve tarihin içinden yeniden doğan bir figürdür. Klasik anlatıdaki bakış nesnesi olan kadın, burada kendi bakışını geri alır. Saçların yüzü gizlemesi, bu geri alma eyleminin en güçlü jestidir. Elindeki cadı süpürgesi, bu yeniden doğuşu sıradan bir “yenilenme” olarak değil, bir direniş ve dönüşüm ritüeli olarak tanımlar. Yeniden doğan Venüs artık arzunun nesnesi değil, varoluşun, direnişin ve doğanın sesidir.

















