top of page

Zamanın katmanlarında bir sahne

Lucia Tallová, Zilberman’da 19 Kasım’a dek devam edecek olan İstanbul’daki ilk kişisel sergisi Geçici Anıtlar’da zaman, hafıza ve kırılganlık üzerine düşünsel bir yolculuk sunuyor. Buluntu nesneler, kolajlar, resimler ve mekâna özgü yerleştirmelerle kurduğu katmanlı kurgular, kişisel olanla kolektif olan arasında salınan geçiş bölgeleri yaratıyor. Tallová, belleği yeniden hayal edilebilen ve dönüştürülebilen bir malzeme olarak ele alırken eskimiş mobilya parçaları, antika kitaplar, fotoğraflar ve kusurlarıyla bugüne taşınmış objeler, hem kırılgan hem dirençli, hem geçici hem kalıcı anıtlar hâline getiriyor. Tallová ile sanat pratiğini besleyen kaynakları, mekâna ve bedene yaklaşımını, kadın temsiline dair yorumlarını ve İstanbul’la kurduğu ilk bağları konuştuk


Röportaj: Yekhan Pınarlıgil


ree

Lucia Tallová. Fotoğraf: Berk Kır


Sevgili Lucia, sergin Geçici Anıtlar Zilberman’da açıldı, İstanbul’daki ilk kişisel sergin. Baştan çıkarıcı olduğu kadar şaşırtıcı, oyunbaz ama aynı zamanda dramatik, titizlikle inşa edilmiş imgelerden oluşan bütünsel bir yerleştirme. Birazdan buna geri döneceğim fakat önce senin yolculuğun, burada bizim için hâlâ yabancı kalabilecek yönlerin üzerine birkaç soru sormak istiyorum. Kısacık bir otoportrenle başlayabilir miyiz? Çok öznel bir biçimde; bir manifesto, bir imge, bir düşünce ya da bir inançlar bütünü aracılığıyla…

Sanat pratiğimde çevreden, ilişkilerden ve onların geçmişle kurduğu bağlantılardan ilham alıyorum. Arşivleri ve koleksiyonları uzun yıllardır bir motif olarak kullanıyorum. Merkezde ise hafızamız var; anılarımızı nasıl sakladığımız, nasıl silinip kaybolduğu ve zaman içinde nasıl değiştirilebildiği ya da manipüle edilebildiği.

Resimle mekânsal yerleştirmeleri, objeleri ve fotoğrafı bir araya getiriyorum. Sergi mekânının doğasına ve mimarinin kullanımına odaklanıyorum. Galeri mekânını dönüştürüyorum; buluntu, yıpranmış mobilya ve yapılardan faydalanarak onların içine bireysel eserler ya da resimsel müdahaleler yerleştiriyorum. Eserler arasındaki sınırlar benim için önemli değil çünkü bir eser diğerini tamamlıyor ve birlikte şiirsel bir uyum ortaya çıkarıyor. Sergilerimde ahşap raf ve iskele varyasyonları tekrar ediyor; zamanla daha karmaşık formlara, podyumlara ve mekâna özgü yerleştirmelere dönüşüyorlar.


Sanat pratiğini özellikle besleyen düşünürler, sanatçılar ya da başka figürler var mı?

Pek çok güncel etki pratiğimi şekillendiriyor. Ziyaret ettiğim sergiler, o sırada okumakta olduğum kitaplar, hatta atölyemde çalan müzik bile buna dahil. Çevremden ilham alıyorum; bu, etrafımdaki dünyayla sürekli bir alışveriş.

Görsel sanatlar açısından, işlerim Slovak sanatının 1960’lar ve 70’lerdeki mirasına, özellikle Bratislava neo-avangardına referans veriyor, hatta onun üzerine inşa edildi. Bu döneme güçlü bir bağ hissediyorum ve sıklıkla Jana Želibská ile Július Koller gibi Slovak sanatçıların işlerine dönüyorum; her ikisinin de üzerimde derin bir etkisi oldu.

Kalıcı ilham kaynaklarımdan biri de çalkantılı bir dönemde Paris’e göç eden Çek sürrealist Toyen. Onun etkisi yalnızca sanatsal üretiminden değil, yaşam öyküsünden de geliyor. Ayrıca Dora Maar ve Diane Arbus’un fotoğraf pratiklerine de güçlü bir yakınlık hissediyorum; onların işlerinde bana çok dokunan, samimi bir tuhaflık var.

En çok hayranlık duyduğum sanatçılar arasında Agnes Martin var; onun minimalizmi derin bir duygusal yoğunluk taşıyor. Bir diğeri ise Phyllida Barlow; anıtsal heykelleri ham, şiirsel bir varoluşa sahip.


Solda: Geçici Anıtlar, Sergiden görünüm. Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz Sağda: Lucia Tallová, Fragility of Caryatid, Yerleştirme, karışık teknik, Değişken boyutlarda, 2025


Şimdi Geçici Anıtlar’a dönelim. Serginin kalbinde anıtsal bir yerleştirme ziyaretçileri karşılıyor. Kendimizi alışılmadık bir arkeolojik alanda buluyoruz: formları uzak ama tanıdık bir dönemi çağrıştıran sütunlar var, fakat tuhaf hallere bürünmüşler. Bükülmüş, parçalanmış, bölünmüşler; kimi zaman fotoğraf baskılarını taşıyor, kimi zaman onlarla birleşiyorlar. Bu baskılar da katlanmış ya da bozunmuş halde karşımıza çıkıyor. Bu çalışman üzerinden bize sergiyi — ortaya çıkış fikrini ve hazırlık sürecini — anlatabilir misin?

Serginin merkezindeki heykelsi yerleştirme Fragility of Caryatid adını taşıyor. Hayali harabeleri ya da çoktan yitip gitmiş dünyalardan kalma çürümüş anıtların kalıntılarını çağrıştırıyor. Bu formlar belirli tarihsel referanslara gönderme yapmıyor; daha çok idealize edilmiş sistemlerin, bedenlerin ya da inançların çöküşünü ima ediyor. Klasik mimaride güç ve destek sembolü olan karyatid burada kırılgan, parçalanmış ve yeniden yorumlamaya açık bir hâle getiriliyor. Bu işle birlikte kültürel hafızanın istikrarsızlığına ve nesnelere zaman içinde yüklediğimiz değişken anlamlara odaklanıyorum.

Güncel serimde kadın figürlerini çürüyen mimari için yapısal desteklere dönüştürüyorum. Karmaşık pozlarda dengeyi tutmaya çalışan bu kadınlar, tıpkı karyatidlerin antik tapınakları taşıdığı gibi, sistemi ayakta tutan anonim figürler olarak karşımıza çıkıyor. Bu figürler, toplumun onlara yüklediği sorumluluk ve beklentilerin ezici ağırlığına karşı koyarken dengeyi korumaya çalışıyorlar.

Çalışmalarım sıklıkla kadın bedeni ve onun sanattaki temsil geleneği üzerine temas eder: sergilenen, bakışa maruz kalan, savunmasız, güzel, porselen tenli… Tarih boyunca kadın figürü sanatta çoğunlukla kendi hikâyesinin öznesi değil, nesnesi olarak görülmüştür. İşlerimde bedensellik, mahremiyet ve kırılganlık, kimlik sorularını gündeme getiriyor. Bedene, özellikle kadın bedenine dogmatik yaklaşım, onu yargı ve kontrol nesnesine indirger. Bu beden, baskının, bozulmanın ve sürekli olarak öngörülen normlara uyum çabasının izlerini taşır. Ben ise güzellik idealini katman katman kişisel yorumlarla bozuyor ve sorguluyorum. Böylece kadınların toplumsal statüsünü uzun süredir belirleyen kalıplara dikkat çekmeyi amaçlıyorum.


Geçici Anıtlar, Sergiden görünüm. Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz


Mekânsal kompozisyona büyük önem verdiğini biliyorum. Seyircinin deneyimini; bakışı, dolaşımı, mesafe ya da yakınlığı, ayrıntıya gösterdiği dikkat — genel olarak nasıl kurguluyorsun? Ve daha özelde, bu yaklaşım Geçici Anıtlar’ta nasıl yansıyor?

İzleyicinin yerleştirmelerime girişi benim için kesinlikle hayati. Bireysel işlerin birbirinden izole olmadığı, aksine birbirine cevap verdiği; birinin diğerinin anlatısını tamamladığı ya da genişlettiği ve birlikte bütüncül bir yapı oluşturduğu ortamlar yaratmayı hedefliyorum. Bu, mekânsal düşünme ve mekâna özgü yerleştirmeler aracılığıyla mümkün oluyor.

İzleyicinin katman katman anlamları ve işler arasındaki ince bağlantıları yavaş yavaş keşfedeceği mekânlar inşa ediyorum. Görsel eksenlerle, bakış açısındaki kaymalarla ve izleyicinin fiziksel hareketiyle çalışmaktan hoşlanıyorum. Pratiğim farklı mecraları ve malzemeleri bir araya getirdiği için, küçük ve mahrem kolajlardan büyük ölçekli resim ya da heykellere uzanan tüm bu unsurların aynı yoğunlukta yankılanabileceği bir sergi kurgulamak kritik önemde.

Zilberman’ın iki kata yayılan geniş sergi alanı, işlerin hassasiyetine eşlik eden farklı atmosferler yaratmama olanak sağladı.


Aloïs Riegl’e göre, modern anıt kültü yalnızca güzelliklerine ya da tarihsel önemlerine değil, her şeyden önce yaşlanmalarına, zamanın izine ve bunun uyandırdığı duygulara dayanır. Bu düşüncenin bugün hâlâ geçerli olduğuna inanıyorum çünkü koruma meselesi hem kültürel hem de felsefi bir sorudur. Serginin başlığı ise bu bakışa yeni bir yaklaşım öneriyor. Anıtlar ve onların toplumsal-kültürel yapılar içindeki yerine dair düşüncelerini açar mısın? “İstikrarsız” bir anıtı ne tanımlar? Ve elbette anıtlardan söz etmek hafızadan da söz etmektir. Senin hafızayla kurduğun ilişkiyi anlatabilir misin?

Bir bakıma hiçbir anıt gerçekten kalıcı değildir. Tüm anıtlar geçicidir. Çürümeye maruz kalırlar: ister fiziksel bozulma ister yorumların değişmesi ister tarihin akışındaki dönüşümler yoluyla. Geçici Anıtlar serisindeki işlerim doğrudan bu kırılganlığa ve geçiciliğe işaret ediyor. Aynı zamanda, kurmaca kahramanlar ya da putlar yaratma, çoğunlukla da kuşkulu figürleri (genellikle erkekleri) görkemli kaidelere yerleştirme eğilimine de dikkat çekiyor.

1990’larda post-komünist bir ülkede büyüdüm. O dönemde konut blokları hâlâ komünist rejimi yücelten anıtlarla doluydu. Yıllar içinde bu anıtlar kamusal alandan kaybolmaya başladı, çoğu zaman geriye yalnızca anıtsal kaideleri kalıyordu; artık anlamdan arınmış halde. Bu boş temeller yavaş yavaş kentin görsel manzarasının parçası oldu: amacı olmayan, bağlamı olmayan, hikâyesi olmayan anıtlar.

İşlerimle bu gerilimleri yansıtmaya çalışıyorum; kolektif hafızanın istikrarsızlığını, tarihsel anlatıların akışkanlığını ve bu yoklukların içinde saklı şiirsel potansiyeli.


Çalışmaların sıklıkla icat edilmiş ya da yeniden yorumlanmış arşivler biçimini alıyor. Objeleri, fotoğrafları, malzemeleri seçme sürecin nasıl işliyor? Seni yönlendiren duygusal, estetik ya da sembolik ölçütler var mı?

Buluntu nesnelerle (objet trouvé) çalışmaya ve fotoğrafları pratiğime katmaya başlamadan önce bile, antikacılardan kitaplar, fotoğraf albümleri, kartpostallar gibi materyaller topluyordum. Seçim sürecim çoğunlukla bu objelere sahip olma isteğimden doğan çok kişisel, neredeyse içgüdüsel bir dürtüyle yönleniyor. Aldıklarımın çoğu tamamen spontane; çoğu zaman onları kullanıp kullanmayacağımı hiç bilmeden satın alıyorum.

Bazı parçalar yıllarca bir rafta duruyor, ta ki onlarla nasıl çalışacağımı keşfedene kadar. Diğerleri ise gizli birer hazine gibi hemen kendini açığa çıkarıyor, fikirleri tetikliyor ve neredeyse zahmetsizce bir kompozisyonun parçası haline geliyor. Benim için toplama eylemi yalnızca pratik değil, aynı zamanda duygusal. Her obje benimle rezonansa giren belirli bir karakter ya da varlık taşıyor; bazen onun potansiyelini anlayabilmem için sadece birlikte zaman geçirmem gerekiyor.

Seçtiğim objelerin yalnızca görsel bir nitelik değil, her şeyden önce kavramsal bir derinlik taşımaları gerekiyor.


Lucia Tallová, Geçici Anıtlar serisinden, 2023 - 2025


Kolaj üzerine de konuşmak isterim; bu teknik sonsuz olasılık barındırıyor: geçmişi yeniden ziyaret ederken içeriği aynı anda geleceğe de sabitliyor. Hatta unutmanın senin malzemelerinden biri olduğunu söyleyebilirim; biçim verdiğin, şekillendirdiğin bir şey. Ama aynı zamanda bazı imgeleri ya da objeleri anonimlikten kurtarıyor, onlara bambaşka bir statü kazandırıyorsun; tam da unutulmanın karşıtı bir konum. Tarih, hafıza ve unutma arasındaki bu gerilimi nasıl göğüslüyorsun?

Hafıza ve unutma aynı derecede güçlü kuvvetler. Hatta çoğu zaman unutma eyleminin tarihe dair algımız üzerinde olayların kendisinden daha derin bir etkisi olduğunu hissediyorum. Kolajlarımda farklı dönemlerden ve çeşitli anlamlardan gelen malzemeleri kat kat üst üste koyuyorum, sabit bir kronoloji ya da yapı dayatmadan.

Tarih doğrusal biçimde okunamaz. Geçmiş ne ölüdür ne de değişmezdir. Kişisel ve kolektif tarihlerimizin katmanları sürekli kayar, çünkü onları her zaman şimdiki deneyimimizin merceğinden yorumlarız. Bu nedenle kolajdaki nihai imge canlıdır: daima açık, daima farklıdır, hangi anda görüldüğüne bağlı olarak değişir.

Benim için kolaj yalnızca bir inşa tekniği değil, aynı zamanda yeniden okuma ve yeniden hayal etme yöntemidir. Bazı imgeler ya da objeler gerçekten unutulur, bazıları ise kurtarılır, yeni bir statü kazanır ve anonimlikten geri çekilir. Görülenle görülmeyen, kalanla kaybolan, hafıza ile silinme arasındaki bu gerilim, işlerimin özünü oluşturuyor.


Kullandığın malzemeler her zaman zamandan izler taşıyor. Kusurlar, patina, yaşanmışlığın işaretleri… tüm bunlar belirleyici bir rol oynuyor. Zamanın işlerinde tuttuğu yere dair biraz daha açabilir misin?

Malzemenin patinası ve kasıtlı kusurları, üzerinde çalıştığım görsel bir nitelik yaratıyor. Bu, başka bir katman, başka bir araç.

Bir yüzey asla geçmişin basit bir kaydını taşımaz; salt okunur bir hafıza değildir. Aşınmış ahşap, mürekkebe bulanmış sayfalar, fotoğraf kâğıdının ışığa duyarlı yüzeyi bir sonu değil; tam tersine ister gerçek ister hayali olsun, büyülü bir yenilenmenin başlangıç noktasını ifade eder. Bu yüzeylere hacim, doku ve yeni bir plastisite kazandırıyorum, onları taşarak bugüne sızar hale getiriyorum.

Geçmiş dönemlerden imgeleri üst üste getirerek hem kişisel tarihlere hem de kolektif hafızaya göndermede bulunan tuhaf, melankolik sahneler kuruyorum. Tam da kusurları aracılığıyla izleyiciyle yankılanabilecek bir hassasiyet kurmaya çalışıyorum.


İfaden aynı zamanda karşıtlıkları da kucaklıyor. Kalıcılıkla kırılganlık, yüceyle değersiz olan, erotizmle felsefe arasında nasıl bir denge kuruyorsun?

Çoğunlukla doğrudan birbirine zıt malzemeler ve anlamlarla çalışıyorum. Taşın sağlamlığını hassas, yarı saydam kâğıtla değiştirmek ya da ağır kayaların yerine elde ufalanabilecek kadar kırılgan kömürü koymak gibi seçimlerimde kasıtlı bir gerilim var. Bu karşıtlıklar tesadüfi değil; biçim, yapı ve anlatı üzerine düşünme biçimimin ayrılmaz bir parçası.

Ben çelişkilerin şiirsel potansiyeline çekiliyorum; kırılganlığın nasıl güç barındırabileceğini, geçiciliğin nasıl kalıcılığın izlerini taşıyabileceğini araştırıyorum. Yerleştirmelerim sıklıkla sessiz bir istikrarsızlık uyandırıyor; karşıt unsurların belirsiz bir dengede yan yana var olabildiği bir mekân. Bunun üzerinden, insan deneyiminin katmanlı ve paradoksal doğasını yansıtmaya çalışıyorum. İç dünyalarımız nadiren mantıklıdır; kayar, üst üste biner ve sabit anlamlara direnç gösterir.

Erotizm işlerime provokasyon olarak değil, bir hassasiyet biçimi olarak giriyor. Bedenle, sezgiyle ve kırılganlıkla ilişkili.


Lucia Tallová, Geçici Anıtlar serisinden, 2023 - 2025


Şimdi işlerinde beliren kadınlardan bahsedelim — onlara anonim demek istemem, daha çok zamanın kıvrımları arasında kaybolmuş, unutulmuş kadınlar diyebilirim. Kolajların onlara yeni bir hayat, başka bir tarih veriyor. Bu imgeleri yeniden kurgulama yaklaşımını bizimle paylaşır mısın? Kendini feminist bir sanatçı olarak tanımlar mısın? Ya da feminizmle kurduğun ilişkiyi nasıl ifade edersin?

Kadınlık boyutu işlerimde merkezi bir rol oynuyor. Beni derinden etkileyen ve büyük önem taşıyan temalarla uğraşıyorum; ister kadın kimliği ister kişisel ve kolektif tarih ister geldiğim coğrafya olsun. İşlerimdeki gerçeklik kendi deneyimlerimden süzülüyor; bu nedenle çağdaş meseleler üzerine bakış açılarımı ve görüşlerimi doğal olarak kadın perspektifinden ifade ediyorlar.

Kolajlarım ve asamblajlarım sıklıkla kadın figürünü ya da portresini konu edinir; kadını, kendimle yakın bir bağ kurduğum hikâyenin merkez karakteri haline getirir. Kadın dünyasıyla bağlantılı, farklı dönemlere yayılan tarihsel malzemelerden ve görsel referanslardan besleniyorum. Bu imgeler üzerine yaptığım müdahalelerle çağdaş bir yorum ekliyor, kadınların geçmişteki konumlarını 21. yüzyıldaki durumlarıyla karşılaştırıyorum.

Örneğin kimi zaman kadın betimlemelerini ahşap mobilya parçalarıyla birleştiriyorum: kadınların çoğu kez yalnızca iç mekânın dekoratif öğeleri ya da evin kalıcı parçaları olarak algılanmasına, kendileri ve zamanları üzerinde söz haklarının olmamasına nazik bir ironiyle işaret etmek için. Kadınlar, ev içi yaşamın işleyişine ve başkalarına sürekli bakım gösterme rutinine koşulmuş durumdaydılar.

Çoğu zaman kadınların yüzlerini örtüyor ya da fotoğrafın kimlik belirten kısımlarını siliyorum. Tanınabilir unsurların yokluğu yalnızca gizleme ve anonimlik çabası değil, aynı zamanda belirli bir evrenselliği de temsil ediyor. Bu, izleyiciyi işimle daha kişisel ve sezgisel bir düzeyde ilişki kurmaya davet ediyor. Net referanslar ya da tanıdık figürler olmadığında odak duygulara, dokulara ve işin genel atmosferine kayıyor. Bu bağlamda kadınlar ve onların üretimleri çoğu zaman küçümseyici ve önemsiz görülmüştür. Tarih onları isimsiz ve anonim bırakmıştır. Kadınlar pek çok açıdan görünmezdi (ve hâlâ da öyledir). Bu nedenle kadın yüzünün örtülmesi işlerimde anlamlı bir sembol taşır.


Slovakya’da büyüdün ve hâlâ orada yaşıyorsun. Kendi geçmişin ve kişisel tarihin, coğrafi ya da kültürel, yaratımla ve topladığın objelerle kurduğun ilişkiyi nasıl şekillendiriyor?

Belli bir ölçüde, evet. Bit pazarında ya da bir sahafın raflarında bir şey bulduğumda ve aniden bir nostalji dalgası hissettiğim pek çok an oluyor. Bu, bana çocukluğumu ya da bir zamanlar büyükbabamın ve büyükannemin evinde duran objeleri hatırlatabiliyor. Bu anlamda kültürel ve kişisel geçmişim, bazı malzemelere karşı hassasiyetimi kaçınılmaz olarak şekillendiriyor.

Aynı zamanda seyahatlerim sırasında da pek çok şey topluyorum. Özellikle yurtdışında bir sanatçı rezidansındayken, kalışımın ilk günleri çoğunlukla yerel bağlamları keşfetmeye ve buluntu malzemeler toplamaya adanıyor. Bu, yeni bir yeri, dokuları, parçaları, unutulmuş objeleri aracılığıyla, sezgisel biçimde haritalandırma yolu benim için.

İstanbul’dan da mutlaka atölyeme geri götüreceğim yeni “buluntular” olacak.


ree

Lucia Tallová, Mountain Between Us serisinden, Eski çekmece rafı, eski fotoğraf ve kömür, 56x50x10 cm, 2023


Yerleştirmelerinde tekrar eden dağ motifinden de bahseder misin? Değişmez gibi görünüyor, ama içinde neredeyse fark edilmeyen, yavaş bir hareket var. Yakından bakıldığında görünmez, ama uzaktan bakıldığında bütün bir tarihi sezmek mümkün…

İşimdeki dağ çok katmanlı anlamlar taşıyor. Çoğunlukla Slovakya’nın en yüksek sıradağları olan High Tatras üzerine yazılmış eski doğa bilim kitaplarını kullanıyorum; bu, hem memleketime hem de geldiğim yere bir referans oluyor.

Aynı zamanda hafızayı da temsil ediyor. Building a Mountain serisinde hafızayı zaman içinde biriken bir şey olarak düşündüm; tıpkı jeolojik oluşumlarda tortuların birikmesi gibi. Dağ, üst üste yığılmış tarihlerin, yoğunlaşmış ve sıkışmış katmanların bir metaforuna dönüşüyor; yakından bakıldığında tam olarak kavraması zor olan.

Bununla birlikte dağ, aşılamaz bir şeyin de sembolü olabilir. İnsanlar ve kültürler arasında bir sınır ya da engel olarak durabilir ya da daha sembolik bir anlamda, içsel ve dışsal dünya arasında — örneğin Mountain Between Us serimde olduğu gibi.


Solda: Lucia Tallová, Bulutlar serisinden, Tuval üzerine mürekkep ve akrilik boya, 250 x 200 cm, 2022 Sağda: Lucia Tallová, Geçici Anıtlar serisinden, Kolaj, 55 x 40 x 4.5 cm, 2023 - 2025


Geçici Anıtlar’ta olduğu gibi diğer işlerinde de bireysel hikâyeler ve mikro kurgular, gökyüzü ve bulutların geniş imgeleriyle karşılaşıyor. Bedenin böylesine yüce manzaralar karşısında yaşadığı duygular adeta kalıcı biçimde kazınıyor; bir tür “duyusal hafıza,” bedenin, tenin hafızası. Bu boyutu çağırmak için işlerinde hangi duyusal stratejileri kullanıyorsun?

Resim eğitimi aldım ve bağımsız pratiğimin ilk dönemlerinde yalnızca resme odaklandım. En başından beri beni manzaralar çekiyordu: insan figüründen arındırılmış, geniş gökyüzlerine sahip, uçsuz bucaksız alanlar. İnsanlar resimlerimde belirse bile, yalnızca sembolik biçimde, yokluk ya da dolaylı bir gönderme aracılığıyla görünürlerdi.

Manzaraya olan ilgim işlerim boyunca hep sabit kaldı. Bugün de farklı biçimlerde sürüyor; Clouds resim serisinde ya da doğa manzaralarının buluntu imgelerini kullandığım kolaj ve asamblajlarda. Bu manzaralar izleyicinin içine girebileceği yerler değil; uzak, yüce ve dokunulmaz olarak kalıyorlar. Onları yalnızca uzaktan gözlemleyebiliyoruz. Gerçek bir coğrafyayı değil, daha çok içsel, psikolojik manzaraları; duygunun, hafızanın ve içe dönüşün mekânlarını temsil ediyorlar.

Clouds serisinde siyah-beyaz monokrom kullanarak askıda kalmış dramatik fırtına gökyüzü dizilerini betimliyorum. Bunlar atmosferik bölgeler; elementlerin sıvıdan buhara dönüştüğü dönüşüm anları. İzleyicide belirsiz bir duygusal durum uyandırmaya çalışıyorum — fırtına öncesi sakinliğe mi, yoksa yıkıcı bir selin sessiz ardından mı tanık olduklarının belli olmadığı bir hâl. Tıpkı kolajlarımda olduğu gibi, bu seride de merkezi tema zaman; zamanın akışı ve dönüşümü.


Yadsınamaz bir şekilde işlerinde bir şiirsellik var — ister görsel ister maddi düzlemde. Büyüleyici, baştan çıkarıcı, gizemli ve yücelten. Bir sanatçı olarak bu konuda konuşmanın zor olduğunu biliyorum, ama bu şiirselliğin inşasına, onun gizemli mimarisine dair birkaç söz eder misin?

Bunu kelimelerle kolayca ifade edemiyorum. Öncelikle sezgi ve duyguyla çalışıyorum. Birçok iş çok hızlı, neredeyse kendiliğinden oluşuyor ve çoğu zaman ortaya çıkan sonuç beni bile şaşırtıyor. Sanki sezgim beni yönlendiriyor, zihnim tam olarak şekilleneni kavramadan elim onun izinden gidiyor. Belki de şiirsellik tam da burada yatıyor: niyet ile içgüdü, kontrol ile teslimiyet arasındaki o alanda.

Öte yandan bazı işler çok dikkatle kurgulanıyor ve inşa edilmeleri uzun zaman alıyor. Sabır ve varlık talep ediyorlar; işte o sürecin kendisi aracılığıyla anlamı keşfediyor, daha derin içerik katmanlarını yerleştiriyorum. Bu daha yavaş süreç bir tür tefekküre dönüşüyor, bana daha kasıtlı ve ayrıntıya daha duyarlı olma imkânı tanıyor. Bir bakıma, bu iki çalışma kipinin — kendiliğinden olan ile yavaş ilerleyen — arasındaki karşıtlık da işimin ritmini ve dokusunu belirliyor.


İstanbul’a ve sergi açtığın sosyo-politik bağlama geri dönmek isterim. Hafıza her zaman manipülasyona açık, ama Türkiye’de Tarih’le kurduğumuz ilişki özellikle muğlak. Her şey oynak, değişken görünüyor. Belki bunda coğrafyanın da payı vardır — Boğaz’dan geçen rüzgârlar, gökyüzü. Tarihi baltayla yarılmış, hafızası fazlasıyla kısa görünen bu şehirle bağlantını nasıl kuruyorsun?

İstanbul’la ilişkim hâlâ oluşma sürecinde. Her dönüşümde şehir bana yeni bir katman açıyor — canlı, yaralı ya da unutulmuş bir şey. Havada inkâr edilemez bir oynaklık hissi var; yalnızca toplumsal ve politik atmosferde değil, senin de belirttiğin gibi bizzat coğrafyanın kendisine işlemiş bir gerilim.

Zaman, unutma ve hatırlama temalarıyla çalışan biri olarak ben bu istikrarsızlığa çekiliyorum — tarihin burada sürekli yeniden yazıldığına, silindiğine ya da susturulduğuna dair duyguya. Aynı zamanda bu muğlaklığın içinde derin bir şiirsel yoğunluk var.

Geçici Anıtları’ı hazırlarken bu gerilime nasıl karşılık verebileceğimi çok düşündüm. Bunu doğrudan yüzleşerek değil, kırılganlığın, yavaşlığın ve tefekkürün başka tür direnç biçimlerini açabileceği paralel bir mekân sunarak yapmayı seçtim. İstanbul öyle kolayca kavranabilecek ya da açıklanabilecek bir yer değil. Onu hissetmek gerekiyor.


İstanbul’la kişisel ilişkin nedir — bir sanatçı, bir kadın ve bir komşu olarak?

Bu büyüleyici kozmopolisle ilişkim hâlâ kurma sürecinde. Şimdiye dek yalnızca küçük bir kısmını keşfedebildiğime inanıyorum. Ama şimdiden kesin olan bir şey var: Mutlaka geri dönmek istediğim bir şehir.


Son olarak, bize yaklaşan projelerinden bahseder misin? İşlerin şu anda hangi yönde evriliyor? Ve en önemlisi, buradaki sanat çevresiyle bağlar kurabildin mi? Yakın gelecekte İstanbul’da işlerini tekrar görme fırsatımız olacak mı?

Çok yoğun bir dönemden çıktım; bu süreçte iki kapsamlı kişisel proje hazırladım, Zilberman’daki Geçici Anıtlar sergisi ve bu yaz Çekya’daki Telegraph galerisinde açtığım I Wish That I Was Made of Stone adlı sergi. Telegraph’taki sergi 6 Kasım’a kadar devam edecek. Şimdi biraz nefes alıp bu son projelerin sonuçları üzerine düşünmeye ihtiyacım var.

İşlerimin bundan sonraki yönüne gelince, yıkılmış sütunlardan oluşan heykelsi yerleştirmeyi daha büyük ve anıtsal bir kompozisyona dönüştürmeyi çok istiyorum. Dolayısıyla yaklaşan projelerimde Fragility of Caryatid serisi üzerinde çalışmaya devam etmeyi planlıyorum.

İstanbul’daki mevcut sergiye gelince, bir katalog hazırlıyoruz ve bunu dört gözle bekliyorum. Dolayısıyla şehre dönüşüm çok yakında olacak — kataloğun lansmanı için.


Geçici Anıtlar, Sergiden görünüm. Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz

Yorumlar


Bu gönderiye yorum yapmak artık mümkün değil. Daha fazla bilgi için site sahibiyle iletişime geçin.

Bütün yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir. Yazı ve fotoğrafların tüm hakları Unlimited’a aittir. İzinsiz alıntı yapılamaz.

All content is the sole responsibility of the authors. All rights to the texts and images belong to Unlimited.

No part of this publication may be reproduced or quoted without permission.

Unlimited Publications

Meşrutiyet Caddesi No: 67 Kat: 1 Beyoğlu İstanbul Turkey

Follow us

  • Black Instagram Icon
bottom of page