Nan Goldin kariyerinin ilk gününden beri başını çevirmeyi reddediyor, eserleri yaşamıyla iç içe geçen fotoğrafçının her karesi sarsılmaz gerçeğine dair bir kanıt. Laura Poitras’ın belgeseli All the Beauty and the Bloodshed’ten hareketle fotoğrafçıyı odağımıza alıyoruz
Yazı: Zeynep Gülçur
Nan Goldin, Harvard Art Museums'taki protestolar, © Tamara Rodriguez Reichberg, 2019
Amerikalı fotoğrafçı Nan Goldin, 70’ler ve 80’lerde çektiği sarsıcı ve samimi fotoğraflarla sanat dünyasında yerini aldı. Fotoğrafı hayatının bir uzantısı olarak kullanan Nan, yatakta yatan sevgililerini, kulüplerde eğlenen arkadaşlarını, pansiyonları, genelevleri, plajları, barlarda öpüşen drag queen’leri fotoğrafladı. AIDS salgını patlak verdiğinde, Nan’in de içinde yer aldığı topluluğu derinden etkilendi. AIDS’i saran damgalamaya karşı mücadelede öne çıkan isimlerden biri olan Nan, değişimi savunmak için sesini korkusuzca kullandı. Kırk yıl sonra bugün, fotoğrafçı kendini başka bir salgınla mücadele ederken buluyor: Bağımlılık yapan opioid ağrı kesicilerin üreticisi olan Sackler ailesinin bu kanlı parayı müzelere ve sanat kurumlarına bağışlayarak aklamasının neden olduğu bir salgın.
Film yapımcısı Laura Poitras’ın belgeseli All the Beauty and the Bloodshed, Nan Goldin’in kişisel ve sanatsal yolculuğunu, ilaç milyarderleri ve sanat dünyasının hayırseverleri Sackler ailesine karşı sürdürdüğü mücadeleyle birleştiriyor.
Poitras’ın yazıp yönettiği, Nan’in yapımcı, görüntü yönetmeni ve başrol olarak yer aldığı All the Beauty and the Bloodshed, fotoğrafçının geçmişi ve bugününü anlatmak için seçtiği iki paralel hikâyeyi ustalıkla iç içe geçiriyor.
My Country, My Country (2006), The Oath (2010) ve Citizenfour (2014) filmlerinden oluşan 11 Eylül Üçlemesi ile tanınan Poitras, bilgiye erişim ve bu bilgiyi çevreleyen güç dinamikleri üzerine yaşanan yoğun çatışmaların damga vurduğu tarihsel bir dönemi inceliyor. Hükümetler, vatandaşlar, güvenlik kurumları ve medya, 11 Eylül olaylarını çevreleyen anlatıyı kontrol etmek ve şekillendirmek için karmaşık bir mücadeleye giriyor. Filmler, toplumsal bir “özgürlük” tahayyülünün inşasının şeffaflık ve hesap verebilirlikle çelişkili bir şekilde konumlandırıldığı tarihsel bir kavşakta, eleştirel görsel kültürün rolüne dair hayati soruları birlikte gündeme getiriyor.
Poitras, All the Beauty and the Bloodshed’in önceki çalışmalarından daha az politik olmadığı konusunda ısrar ederken “belli bir samimiyet ve duygusal derinlik” ile bugüne kadarki en iş birlikçi çalışması olduğunu kabul ediyor. Yönetmen, aktivist Nan’i yakalamanın ötesine geçiyor. Slayt gösterileri, samimi röportajlar, çığır açan fotoğraflar ve aşırı doz krizinden Sackler ailesini sorumlu tutmak için verdiği kişisel mücadelenin nadir görüntüleri aracılığıyla izleyici fotoğrafçı Nan’i, kız kardeş Nan’i, genç Nan’i, seks işçisi Nan’i ve New York şehrinin marjlarında yaşayan yaratıcı güç Nan’i görüyoruz.
Nan Goldin, Self portrait with scratched back after sex, London 1978. © Nan Goldin. NEON'un izniyle
1970’lerde Nan Goldin, New York’un şehir merkezini drag queen’ler, striptizciler, yazarlar, sanatçılar ve bağımlıların enstantane fotoğraflarıyla belgeleyen çarpıcı bir figür olarak tanınıyor. Nan’in otobiyografik fotoğrafları, kendine özgü yaşam tarzına ve samimi ilişkilerine ham ve filtrelenmemiş bir bakış açısıyla bir pencereler açarken filmdeki görseller ve anlatımın birleşimi, fotoğrafçının kişisel deneyimlerine ve sanatsal vizyonuna dair ilgi çekici bir iç görü sunuyor. Belgeselde Nan’in kendine özgü bir slayt gösterisi tekniği aracılığıyla sunulan yüzlerce orijinal fotoğraf ile kendi anlatımıyla, The Ballad of Sexual Dependency (1983-2022), The Other Side (1972-1992), Sisters, Saints and Sibyls (2004-2022) ve Memory Lost’tan (2019-2021) seçilmiş fotoğrafları görüyoruz.
Nan Goldin’in en çok bilinen çalışması, kabilesi, ailesi olarak tanımladığı arkadaşları ve sevgilileri arasındaki yakınlık ve anlayış mücadelelerini anlatan görsel bir günlük olarak nitelendirdiği bir proje olan The Ballad of Sexual Dependency (1983-2022). Bu eser üzerinde çalışmaya 80’li yıllarda New York, Bowery’de penceresiz bir çatı katında yaşarken başlamış. Nan, ilk kez 1986’da yayımlanan The Ballad of Sexual Dependency’nin kitap versiyonuna yazdığı önsözde, “Fotoğrafçının doğası gereği bir röntgenci, partiye davet edilen son kişi olduğuna dair popüler bir kanı var,” diyor ve ekliyor: “Ama ben katılmıyorum; bu benim partim, benim ailem, benim tarihim.” Nan’in kareleri izleyiciye doğrudan bakarak gerçek bir bağlantı kurmasını amaçlıyor. Dünyayı olduğu gibi, süslemesiz ve abartısız bir şekilde betimlemeyi hedefleyen fotoğrafçı, acının varlığını kabul ederken, dünyayı karamsar bir şekilde tasvir etmiyor; aksine içe dönüklüğü değerli bir nitelik olarak benimsiyor.
Nan Goldin, Picnic on the Esplanade, Boston, 1973. © Nan Goldin. Stedelijk Museum'un izniyle
The Ballad (1986) aynı zamanda fotoğrafçının o dönemki erkek arkadaşı Brian’ın fotoğraflarını ve Berlin’de Brian tarafından dövüldükten sonra Nan’ın iyileşme sürecine ait üzücü belgelerini de içeriyor. Nan’in kararmış gözlerini görüyoruz, şişmiş sol gözünün beyazındaki yoğun kırmızı kan, rujunun rengini yansıtıyor. Nan’in çalışmalarının hep politik bir boyutu var. “Şiddete uğrayan kadınlar bana gelip bu fotoğraflar sayesinde bu konuda konuşabildiklerini söylediler,” diyor ve ekliyor: “Bu, erkeklerin kadınlar üzerinde sahip olduğu güçle ve bu gücün toplumda nasıl karşılık bulduğuyla ilgiliydi.”
Filmde Nan, Ballad’ın yayınlanmasını engellemeye çalışanın yalnızca Brian olmadığının bahsediyor. Nan’ın kız kardeşi Barbara’ya ithaf ettiği kitabın önsözünden korkan ve Nan’ın kız kardeşini öldürenin ailesi olduğunu kanıtlamaya çalıştığını düşünen Nan’ın babası da yayınlanmasına karşı çıkıyor. Barbara’nın cinsel yönelimi ve uyumsuzluğu 1960’ların başında ailesinin onu akıl hastanesine yatırmasına ve ergenlik çağında intihar etmesine neden oluyor.
Solda: Nan Goldin, Amanda at the sauna, Hotel Savoy, Berlin, 1993.© Nan Goldin. Stedelijk Museum'un izniyle
Sağda: Nan Goldin, Brian and Nan in Kimono, 1983.© Nan Goldin. Stedelijk Museum'un izniyle
Nan’in seks işçisi olarak geçirdiği zaman da dahil olmak üzere kişisel deneyimleri hakkında açıklama kararı övgüye değer ve cesurca. Bu, çoğu zaman tabu olan konuları ele almanın öneminin bir kanıtı. Nan, yoğun ve son derece kişisel konuları paylaşarak, bunları kamusal söyleme taşımanın önemini vurguluyor. Konuşma tercihi, çok uzun süredir ele alınmayan bu konularla yüzleşmek için bilinçli bir kararı yansıtıyor.
Belgesel, Nan’ın sanatsal çalışmalarının kökenlerini ve yaşamı boyunca otorite ve güç yapılarına meydan okumaya olan bağlılığını ortaya çıkarmaya büyük önem atfediyor. Nan’ın geçmişini, bakış açısını ve kararlılığını şekillendiren faktörleri araştırıyor.
1989’un sonunda, New York Tribeca’daki Artists Space’te küratörlük yapmaya davet edilen fotoğrafçı, serginin konusunun AIDS olmasını istiyor. Daha önce AIDS hakkında herhangi bir sergi yapılmamış. Witnesses: Against Our Vanishing, AIDS etrafındaki damgalama ve ayrımcılığın ortadan kaldırılması ve bir topluluğun kaybı hakkında çığır açan bir grup sergisi oluyor.
Peter Hujar, David Armstrong, Mark Morrisroe’dan Philip-Lorca di Corcia ve Greer Lankton’a kadar AIDS’ten etkilenmiş ya da AIDS ile yaşayan tanıdığı sanatçıların eserlerini seçen Nan, bu sanatçıların dokunaklı ve etkili çalışmaları, AIDS’i çevreleyen insan deneyimlerine ışık tutarak salgına son derece kişisel ve çağrışımcı bir bakış açısı sunuyor. Katalog için bir makale yazan David Wojnarowicz yazısında Senatör Jesse Helms’i homofobisi nedeniyle kınayıp, New York Kardinali John O’Connor’ı «şişman bir yamyam» olarak tanımlıyor. National Endowment for the Arts, serginin politik bağlamı; eşcinsellik ve AIDS ile ilgili olması nedeniyle bağışını iptal ediyor ve bu olaylar Nan’in sergisinin ulusal bir haber haline gelmesine yol açıyor.
Poitras’ın belgeselinde, Wojnarowicz’i evinde serginin aldığı tepkiler hakkında konuştuğu bir görüntü var. “AIDS’in siyasi yönünü nasıl görmezden gelebiliyorlar? 1989’da AIDS’ten ölüyor olmam politik değil mi? Sağlık sigortamın olmaması ve yeterli sağlık hizmetine erişimimin olmaması politik değil mi?” diye soruyor.
Belgesel aslında Nan’in iki salgınla mücadelesini anlatıyor: Opioidler ve AIDS. “Ait olduğum topluluğun çoğu AIDS yüzünden hayatını kaybetti. Bir neslin daha yok olmasına seyirci kalamam.” diye açıklıyor Nan. Fotoğrafçının 2017’de Sackler ailesini ve sahipleri oldukları Purdue Pharma’yı Amerika’nın opioid salgınındaki rollerinden sorumlu tutmak için kurduğu P.A.I.N. organizasyonuna ilham veren büyük ölçüde o zamanki ACT UP aktivizm kampanyası. “O dönemde benim bildiğim ACT UP gibi işleyen başka bir siyasi hareket yoktu.” P.A.I.N. (Prescription Addiction Intervention Now, Reçete Bağımlılığına Şimdi Müdahale) doğrudan eylem yoluyla müzelere, sanat alanlarına ve eğitim kurumlarına Sackler’lardan gelecek bağışları reddetmeleri, isimlerini galerileri adlarından kaldırmaları için baskı yapıyor ve kaynaklarını tedavi ve eğitime fon sağlamak ve opioidlerle ilgili yaygın yanlış bilgileri düzeltmek konusunda harcıyorlardı.
Bu mücadele, OxyContin bağımlılığıyla ilgili deneyimi nedeniyle Nan için son derece kişisel. Bir cerrahi işlemin ardından kendisine bu ilaç reçete ediliyor. Doktorun direktifine uyarak ilacı kullanmasına rağmen bağımlı hale gelen fotoğrafçı «Belirtildiği şekilde almama rağmen bir gecede bağımlı oldum. Reçete edildiği gibi günde 3 haptan 18 hapa çıktım.” diye açıklıyor. Bağımlılığı arttıkça ve mali kısıtlamalarla karşılaştıkça alternatif maddelere yönelen fotoğrafçı sonunda eroin kullanmaya başlıyor. Bu defa da Fentanil’den yaşadığı doz aşımı onu ölümün eşiğine getiriyor.
Harvard Art Museums'taki protestolar, © Tamara Rodriguez Reichberg, 2019
Birkaç sene boyunca bağımlılıkla mücadele eden Nan rehabilitasyona giderek bağımlılığını yenmeyi başarıyor. Bu dönemde, hileli şekilde pazarladıkları, bağımlılık yapmayacağını iddia ederek sattıkları reçeteli ilaçlar sayesinde milyarlar kazanan Sackler adının, vergi indirimi karşılığında çeşitli sanat ve eğitim kurumlarına yaptıkları yüksek profilli bağışlarla sanat alanındaki hayırseverlikleriyle tanındığını ve adlarının Nan’in eserlerine ev sahipliği yapanlar da dahil olmak üzere dünyanın en prestijli müzelerinin salonlarını süslediğini fark ediyor. “Kanlı para aklama” olarak adlandırdığı bu eylemi durdurmak için harekete geçen Nan, müzelerin Sackler adını kaldırmasını amaçlayan bir kampanya başlatıp, P.A.I.N. aracılığıyla Met, Guggenheim ve Louvre gibi önde gelen kurumlarda gösteriler düzenliyor.
Nan Goldin aynı zamanda sanatçı konumunu da kullanıyor. National Portrait Gallery’deki olası retrospektif niteliğindeki sergisinden çekilme tehdidinde bulunarak, müzeyi Sackler ailesinden gelecek herhangi bir bağışı almamaya davet ediyor. Bir aydan kısa bir süre sonra National Portrait Gallery, Sackler ailesinden gelen bağışı reddeden ilk büyük kurum oluyor. İtibarları üzerindeki potansiyel etkinin farkına varan diğer müzeler de yavaş yavaş artan baskıya boyun eğmeye ve aynı yolu izlemeye başlıyorlar.
Metropolitan Müzesi’nin Sackler ismini kaldırmasının ardından müzede Poitras’ın kamerasına konuşan Nan “Kongre hiçbir şey yapmadı,” diyor. “Adalet Bakanlığı hiçbir şey yapmadı. İflas mahkemesi onları her zamankinden daha iyi durumda bıraktı, iflas mahkemesi tarafından tamamen haklı bulundular. Yani, sorumlu tutuldukları tek yer burası, tek yer. Ve bunu biz yaptık.”
Nan Goldin ve organizasyonu P.A.I.N.’in çabaları ve özverisi sayesinde Sackler ailesiyle bağlarını koparan ve isimlerini galerilerinden kaldıran müze ve sanat kurumlarından bazıları: The Met, Guggenheim, Louvre, Tate, National Portrait Gallery, Victoria and Albert Müzesi, The Royal Academy of Arts, The British Museum, MOMA, Whitney Müzesi, MCA Chicago, Smithsonian Institution ve liste uzayıp gidiyor…
Nan Goldin ve P.A.I.N. gönüllülerinin müzelerin salonlarında yankılanan söylemlerindeki gibi: “Yüksek sesle söyle, açıkça söyle, Sackler’ler burada istenmiyor.”
*Opioidler, morfin benzeri etkiler üretmek için opioid reseptörleri üzerinde etkili olan maddelerdir. Tıbbi olarak öncelikle anestezi de dahil olmak üzere ağrı kesici olarak kullanılırlar.
Comments