Sanatçının malzemesi olarak yürüyüş
- Ceylan Önalp
- 30 Eki
- 7 dakikada okunur
Damla Yücebaş’ın Yürüyüşler isimli kişisel sergisi, 30 Eylül - 2 Kasım 2025 tarihleri arasında Decollage Art Space’te izleyiciyle buluşuyor. Malzemenin akışına eşlik etmeyi bir düşünme biçimine dönüştüren Yücebaş’ın adımlarını izleyerek, yürüyüşün sanat üretimindeki yerini ve bedensel düşünceyle kurduğu bağı keşfediyoruz
Yazı: Ceylân Önalp

Damla Yücebaş, Yürüyüşler serisinden seçki
Bazı sergiler görülmez, onlara adım adım yaklaşılır.
Yürüyüşler, Damla Yücebaş’ın adımlarını yüzeyde, renkte, ipte ve boşlukta duyulur kılan bir alan açıyor. Burada yürümek yalnızca bir yer değiştirme ya da hareket biçimi değil aksine düşüncenin ritmine dönüşen bir jest, bir nefes alışverişi.
David Le Breton’un Yürümeye Övgü kitabında dediği gibi, yürüyüş “dünyayla düşünmenin en eski biçimidir.” Bedene ait bu sade hareket, düşünceyi soyutluktan çıkarır; yerle, hava akımıyla, yüzeyin dokusuyla temas ettirir. Yücebaş’ın sergisinde, lifler ve boyalar, sünger ve ipler bu cümlelerin harfleri gibi; sanatçı, malzemenin ritmini sezerek yürür ve biz izleyiciler de onun adımlarına eşlik ederiz.
Bu yazı, yürüyüşün sanatsal üretimdeki yerini, sanat tarihindeki yankılarını ve Damla Yücebaş’ın bu uzun geleneğe kattığı yeni yönleri izleyerek ilerleyecek. Ama rotası yok; ara başlıklar sayesinde adımlar arasında duracak, bazen yönsüz, bazen de bir renk geçişinde kaybolacak.
Yine de sanat tarihi rotasından tam da kopmadan sanatçının “bilmeme” hissiyatına eşlik eden bir tavırla yol boyunca, yürüyüşün tarihine kısa bir bakış da gerekli: romantiklerin sessiz adımlarından sürrealistlerin şehir dérive’larına, doğada performansa dönüşen modern yürüyüşlerden bedensel düşünceye uzanan bir rota. Damla Yücebaş’ın adımlarını ve sergisinin kurgusunu, bu uzun geleneğin yankıları içinde, malzeme ve akışla kurduğu sessiz diyalogla takip edeceğiz.
Romantiklerin sessiz adımları
On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıl romantik ressamları, yürüyüşü düşüncenin kendine dönük bir hâli olarak gördüler. Caspar David Friedrich’in tablolarındaki figürler doğanın ortasında yalnızdır; yürüyüşleri gözlem ve tefekkür için ayrılmış bir alan sunar. Dağların sessiz yükselişi, sisle örtülü vadiler, nehirlerin kıvrımları yalnız yürüyüşçüyü çevreler; her adım zihnin kıvrımlarında yankı bırakır. Sessiz ama derin bir diyalog kurulur, adımlar, gözlemler ve düşünceler birbirine karışır, doğa ve zihin arasında ince bir ritim oluşur. Romantik ressamın fırçası, yürüyüşün bu sessiz ritmini yakalamaya çalışır; her manzara, her figür, bir meditasyon anı gibi tabloya işlenir.
Damla Yücebaş’ın yürüyüşü ise farklı bir sessizlik barındırır. O, doğayı temsil etmez; onunla birlikte yürür. Malzemeyi yönlendirmez, onunla diyalog kurar. Romantik yürüyüş gözlemcinin sessizliğini vurgularken, Yücebaş’ın yürüyüşü malzemenin içindeki akışı duymak ve ona katılmak üzerine kuruludur. Her ipeğin kıvrımı, süngerin boyayla dansı, katmanlar arasında açığa çıkan boşluklar birer adım gibi görünmez bir rota çizer: bazen yoğun, bazen silik, ama her zaman akışın içinde.
Yürüyüş burada doğadan bağımsız bir devinimden ziyade onun ritimleriyle kurulan sessiz bir ortaklık gibidir. İzleyici, yüzeydeki her detaya yaklaşırken, malzemenin küçük sürprizleri ve hata kırılmalarıyla karşılaşır. Bu sessizlik hem görsel hem bedensel bir meditasyon alanı yarattığı için yürüyüş, sanatçının ve izleyicinin birlikte kurduğu görünmez bir ritim hâline gelir.
Dérive ve Rastlantı: Şehrin Akışında Yönsüzlük

Damla Yücebaş, Yürüyüşler, 2025, Sergiden görünüm
Yirminci yüzyılın başında sürrealistler ve onların ardından gelen Sitüasyonist Enternasyonal ekolü, yürüyüşü yalnızca bir hareket olmaktan çıkartıp keşifçi bir sanat pratiğine dönüştürdü. Paris sokaklarında yapılan dérive’lar, yönsüz, amaçsız ama dikkatli yürüyüşlerdi; şehir, adımların ritmiyle yeniden yazılıyordu. Guy Debord’un “sürüklenme” dediği bu pratikte beden, yürüyüşü mekânla, zamanla ve beklenmeyen karşılaşmalarla düşünsel bir diyaloga dönüştürüyordu.
Damla Yücebaş da üretiminde bu yönsüzlüğe yakın durur. Sanatçının Art Unlimited 89. sayısındaki röportajında söylediği gibi, “önceden çizilmiş bir rota yoktur; yalnızca adımlar, malzeme ve renklerle kurulan sezgisel bir yolculuk vardır.” Renkler üst üste gelir, ipler düğümlenir, sünger yüzeye dokunur; her bir hareket, küçük bir yön değişimi gibidir. Belki de yürüyüşün en saf hâli budur: plan değil, sezgiyle ilerlemek; bilinmeyene güvenmek. Sergideki işler, bu anlamda bir şehir haritası değil, bir akış diyagramı gibi okunabilir. Her leke, her katman, her iz, bir “rastlantı noktası”dır.
Diğer bir deyişle buradaki yürüme kavramı, bir planı uygulamak değil, yolu adım adım yeniden icat etmektir. Romantik sessizlikten farklı olarak, burada şehir yoktur; yönsüzlük, malzemenin ve akışın içinde kendini bulur. İzleyici, yüzeydeki detaylara adım adım yaklaşırken, bilinçli ya da bilinçsiz, bu rastlantıların ritmine dâhil olur. Her dokunuş ve bakış, adım adım şekillenen bir düşünce yürüyüşüne dönüşür.
Doğada performans: Modern yürüyüşler

Damla Yücebaş, Yürüyüşler, 2025, Sergiden görünüm
Yirminci yüzyılın ortalarından itibaren bazı sanatçılar yürüyüşü doğrudan bir üretim aracına dönüştürdü. Richard Long, Hamish Fulton ve benzerleri için yürümek yalnızca mekânı kat etmekten çok bir işaretti. Bu sanatçılar, yürüyüşü yalnızca bir yöntem değil bir sanat yapıtının kendisi hâline getirdiler. Long’un taş dizileri ya da Fulton’un fotoğrafları, yürüyüşün izi kadar onun zamanını da saklıyordu. Böylece her adım, hem eylemin hem düşüncenin kaydını tutup hareketin izini sürebiliyordu.
Damla Yücebaş’ın sergisinde bu modern yürüyüş anlayışının yankısını duyuyoruz; ama burada doğa değil malzeme var. Yürüyüş sanatçının bedeniyle, eliyle, gözüyle malzeme arasında gerçekleşiyor. Yücebaş, ipeğin eğriliğinde, süngerin boyayla temasında ve renklerin üst üste binişinde, Long’un taş dizilerine benzer bir ritim kuruyor. Buradaki fark, adımların fiziksel zeminde değil malzemenin akışında atılması. Her dokunuş bir düşünce hareketi, her katman bir düşüncenin yavaş ilerleyen izi gibi açığa çıkıyor. Renklerin birbirine karışması, malzemenin direnci ve akışı, izleyiciyi bedensel bir düşünce sürecine davet ediyor. David Le Breton’un “yürüyen beden düşünür” fikri tam da burada yeniden anlam kazanıyor. Yürüyüş bir soyutlama değil bedensel bir düşünce, ritmik ve sezgisel bir süreç. Sanatçının adımları, malzemenin direnci ve akışıyla şekillenirken, izleyici de bu bedensel düşüncenin sessiz bir tanığı oluyor. Renkler, lifler, ipler ve süngerle kurulan diyalog, bir düşüncenin zaman içinde, adım adım somutlaşması gibi. Her adım, hem bir kayıp hem bir kazanım; bilinmeyene açılan bir pencere.
Burada yürüyüş, bir varoluş biçimi olarak kendini gösteriyor. Plan yok; yönsüzlük ve rastlantı hâkim. Ama her adım, bir ritim yaratıyor ve bu ritim, izleyiciyi de içine çekiyor. Damla Yücebaş’ın modern yürüyüşü, doğa performansının sakin ve meditatif temposunu malzeme ve akışla yeniden kuruyor: adımlar görünmez, ama yankıları her dokunuşta duyuluyor.
Bedenin haritası: Performans ve düşünsel yürüyüş
Damla Yücebaş, Yürüyüşler, 2025, Sergiden görünüm
Yürüyüş sadece adımların toplamı değildir. Bedenin mekânla kurduğu bir ritimdir. Zamanın ve malzemenin içinde kendi sınırlarını test eden bir yolculuktur. Bu yolculukta, Vito Acconci veya Marina Abramović gibi performans sanatçıları, yürüyüşü bedensel bir deneyim ve varoluşsal sınırları keşfetmenin bir yolu hâline getirmişti. Damla Yücebaş’ın üretiminde de benzer bir farkındalık var, ama burada performans izleyiciyle ve malzemeyle birlikte sessiz bir diyaloğa dönüşüyor.
Her ipeğin kıvrımı, süngerin yüzeye dokunuşu, boyanın yayılışı, bedenin ve malzemenin sessiz bir uyumunu ortaya çıkarıyor. Le Breton’un dediği gibi, yürüyen beden düşünür; burada düşünce, malzemenin direncinde, akışında ve beklenmedik kırılmalarında somutlaşıyor. İzleyici adım adım bu ritme dâhil oluyor. Her bakış, her eğilme, her uzanış, bir adım gibi düşüncenin ve algının içinde yankılanıyor.
Sanatçının “dengeyi dengeyle değil, dengesizlikle kurma” yaklaşımı, yürüyüşün doğasındaki sürekli kayıp ve yeniden bulunuşu hatırlatıyor. Her adımda bir başlangıç ve bir belirsizlik var; planlı değil sezgisel bir ilerleyiş. Bu bedensel düşünce, yalnızca sanatçının adımlarında değil izleyicinin hareketinde, bakışında ve nefesinde de yankılanıyor.
Yücebaş’ın sergisi, bu anlamda yürüyüşün hem fiziksel hem zihinsel bir yolculuk olduğunu gösteriyor. İzleyici, yüzeydeki katmanları, renk geçişlerini ve boşlukları takip ederken, yürüyüşün ritmine, bedensel düşüncenin ince sesine eşlik ediyor. Bir plan yok; var olan, adımların ve malzemenin sessiz bir iş birliği. Yürüyüş burada hem bir deneyim hem de bir düşünme biçimi; akışın ve duraklamanın içinde, izleyicinin de katılımıyla, görünmez bir harita çiziliyor.
Yürüyüşler: Sergideki eserler üzerine odaklanma

Damla Yücebaş, Yürüyüşler, 2025, Sergiden görünüm
Yürüyüşün izleri, burada sadece bedenin değil malzemenin de adımlarında saklı. Damla Yücebaş’ın eserlerinde transparan ve opak yüzeylerde açığa çıkan şablon baskılar, izleyiciye bir yürüyüş rotası sunuyormuş gibi görünür; adım adım yaklaşmak, her katmanın altında başka bir ritim, başka bir nefes bulunabilir. Boyalar üst üste binerken, renkler birbirine karışırken, ip ve sünger dokunuşları bir sessizlik ve akış arası diyalog yaratır. Her dokunuş, her çizgi, bir duraklama ve yeniden başlama anı gibi okunursa, izleyici de bu duraklamalarda kendi adımlarını, kendi gözlemlerini keşfe açık hâle getirir.
Sergi mekânındaki doğal ışığın spot ışıklarla olan uyumlu kurgusu, üst üste binen renk katmanları ve soyut noktalar, yalnızca görsel bir oyun olmaktan ziyade yürüyüşün kişide bıraktığı meditatif etkinin dingin ritmini de hissettirir. Gözler yüzeyin detaylarını takip ederken, eller ister istemez boşluklara uzanıyor; boşluk, burada doluluğun, sabitin ve akışkanın sessiz bir karşıtlığı. Bir rüzgârın hafifçe yönlendirdiği yaprak gibi, malzeme de kendiliğinden hareket ediyor, yürüyüşün ritmine katılıyor. İzleyici fark etmeden bu ritimle senkronize oluyor, adımlarını ve nefesini yüzeyin ve boşluğun armonisiyle eşliyor.
Sergi, bize yürüyüşün farklı halleriyle bir araya gelmeyi öngörüyor: bazen kumun akışıyla, bazen suyun sessiz hareketiyle, bazen de taşların duruşu ve dalgaların çözülüşüyle. Her bir eser, kendi iç ritmiyle bir yürüyüş pratiğine dönüşüyor. İzleyici, mekânda hareket ettikçe, renk ve dokunun yönlendirdiği adımlarda düşüncenin ritmine dâhil oluyor. Yücebaş’ın malzemeyle yürüyüşü, doğanın ritimlerine benzese de, burada doğa sadece bir metafor değil; her katman, her iz, her dokunuş bir yolculuğun somut sesi.
Yürüyüş ve meditasyon: Bedensel ve zihinsel deneyim
Damla Yücebaş, Yürüyüşler, 2025, Sergiden görünüm
Yürüyüş burada bir hareketten öte, bedensel bir düşünme pratiğine dönüşüyor. David Le Breton’un dediği gibi, yürüyen beden “düşünür”; adımlar, nefes ve kasların ritmiyle düşünceye yer açar. Damla Yücebaş’ın sergisinde de bu bedenin düşüncesi, malzemeyle kurulan sessiz diyalogda yankılanıyor. Her ipeğin kıvrımı, süngerin dokunuşu ve boya katmanlarının üst üste binmesi, yürüyüşün bir nevi zihinsel uzantısı gibi; bedensel bir ritim, algısal bir meditasyon.
Sanatçının “bilmeme hâli”, yürüyüşün rastlantısal kırılmalarıyla birleşiyor. Adımlar, malzeme ve renkler arasında kendiliğinden oluşan anlar, planlanmamış ama öngörülebilir bir uyum yaratıyor. Burada kontrol ve kendiliğindenlik bir denge arayışından ziyade, birbirine karışan akışlar ve boşluklarla, adım adım yeniden keşfedilen bir ritimle var oluyor. İzleyici, mekânda ilerlerken yalnızca yüzeye bakmıyor; her adım, zihninde yeni bir yön, yeni bir durak, yeni bir hissiyat oluşturuyor.
Yürüyüşün varoluşsal boyutu, burada yönsüzlük ve duraklamalarla buluşuyor. İleri, geri, bazen de durmadan akan bir ritim; kumun, suyun, taşların ve dalgaların hareketleriyle birleşiyor. Her malzeme, her iz, bedensel düşüncenin bir kelimesi gibi; biz izleyiciler de adım adım, nefes nefese, bu cümleleri çözümlemeye katılıyoruz.
Damla Yücebaş’ın sergisi, yürüyüşü meditasyon ve üretim arasında bir köprüye dönüştürüyor: adım adım ilerleyen bir bedensel farkındalık, bilinmeyenle karşılaşan bir zihinsel açıklık ve malzemenin ritmiyle eşleşen bir duyumsal yolculuk. İzleyici, burada hem yüzeyde hem de boşlukta yürüyüşün izlerini takip ederken, kendi düşüncesinin adımlarını da keşfe çıkarıyor.
Sessiz bir diyalog: Sergi ve küratöryal alan
Yürüyüşün sessiz yankıları, serginin sonunda da sürüyor. Damla Yücebaş’ın adımları, malzeme ve akışla kurduğu diyalog, izleyicide hem yüzeyde hem boşlukta bir farkındalık uyandırıyor. Her adım, bir keşif; her dokunuş, bilinmeyene açılan bir pencere. İzleyici, yüzeydeki renk geçişlerini ve malzemenin küçük sürprizlerini takip ederken, fark etmeden kendi düşünce yürüyüşünü de başlatıyor. Her adımda, bir duraklama, bir nefes ve yeni bir sezgi ortaya çıkıyor; her boşluk bir sessizlik, her katman bir yankı. Bu ritim, bedensel düşüncenin hafif titreşimiyle birleşiyor.
Le Breton’un tanımıyla, yürüyen beden malzemeyle birlikte düşünmeye devam ediyor. Ve işte burada, Melike Bayık’ın küratöryal bakışı devreye giriyor. “Sürece güvenmek”, “yöntemsiz ilerlemek”, “temelsiz düşünmek” gibi kavramlar, yalnızca bir metodoloji değil yürüyüşün kendisiyle, adımların arasında hissedilen bir alanın yankısı. Sergide dolaşırken, izleyici de bu alanın içine davet ediliyor: rotası önceden çizilmemiş, akışı belirsiz bir yolculuk; ama her adım, fark edilen bir ritim ve görünürleşen bir boşluk.
Böylece yürüyüş, artık yalnızca bir hareket değil; bir deneyim, bir meditasyon, bir varoluş biçimi hâline geliyor. Adımların arasında duran boşluklar, renklerin birbirine karışması, malzemenin dokunuşları, izleyiciyi sessiz bir düşünce yürüyüşüne davet ediyor. Damla Yücebaş’ın sergisi, izleyiciyi hem görünen yüzeyde hem de görünmeyen akışta yürümeye, düşünmeye ve hissetmeye çağırıyor. Ve biz, adım adım ilerlerken, hem malzemenin hem de zihnin ritmine kendimizi bırakıyoruz; her adımda, yürüyüş bir kez daha başlıyor.













Yorumlar