Kütüphanesinde yer alan sanatçı portreleri, fotoğraflar, davetiye, desen gibi görsel malzemeleri tekrar elden geçiren Necmi Sönmez, daha önce yayınlanmamış olan bu malzemeler üzerine YEL, TOZ, PORTRELER başlığı altında hazırladığı yazılara devam ediyor. Serinin bu haftaki yazısının odağında geçtiğimiz Temmuz ayında kaybettiğimiz sanatçı İbrahim Örs var
Yazı: Necmi Sönmez
1968 Kuşağı ressamları arasında özel bir yeri olan İbrahim Örs 1986’dan beri Kopenhag’ta yaşıyor, uzun zamandan beri böbrek yetmezliği tedavisi görüyordu. Onu 6 Temmuz 2022’de kaybettiğimizi, cenazesinin her yıl altı ay yaşadığı Iasos’ta 12 Temmuz 2022’de toprağa verildiğini öğrendiğimde Ağustos’un sonlarına gelmiştik. 1987’de İstanbul’daki kişisel sergisi sırasında eşi Bodil ile birlikte tanıştığım İbrahim Örs’le özel diyaloğum olmuştu.
1971 yılında Akademi’nin Bedri Rahmi Eyüboğlu Atölyesi’nden mezun olan Örs, ardından iki yıl çalıştığı Kopenhag Royal Akademie’de hem hayatını birleştireceği Bodil’le tanışmış hem de dönemi akımlarını yakından inceleme olanağına kavuşmuştu. 1976-86 arasında gerçek bir cadı kazanı olan Akademi’deki asistanlığı onu bezdirmiş, kendi isteğiyle Kopenhag’a yerleşerek yeni bir hayata başlamıştı. Onunla İstanbul’dan ayrıldıktan sonra Türkiye’deki ilk kişisel sergisi nedeniyle tanışmadan önce hakkında bir şeyler öğrenmeye çalışmıştım. İnternet öncesi bu yıllarda bir sanatçı hakkında birkaç fikir edinmek bile zorlu bir mücadeleyi, kitaplık ziyaretlerini ya da eski dergi taramalarını gerektiriyordu… Şimdiki gibi bir düğmeye basıp bilgi edinme şansı yoktu.
Araştırmalarım sırasında figür resmi bağlamında araştırmaları olduğunu, Bedri Rahmi’nin diğer öğrencilerinin tersine folklor belasıyla cebelleşmeden “modern insan manzaraları” üzerine çalışarak sosyal içerikli bir figürasyon geliştirdiğini fark ettim. 1970’lerde İstanbul sanat ortamında kendisini belirgin kılan Eleştirel Figürasyon Örs’ün çalışmalarında da ön plana çıkıyordu. Eleştirel Figürasyon derken, Alaettin Aksoy, Cihat Aral, Zehra Aral, Neşe Erdok, Gündüz Gölönü, Altan Gürman, Mehmet Güleryüz, Ergin İnan, Asım İşler, Gülsün Karamustafa, Nur Koçak, Komet, Burhan Uygur, Utku Varlık’i kapsayan sanatçı grubunun oluşturduğu dönemsel bir duruştan söz etmek mümkündür. Tek tek monografik kitapları yayınlanan bu sanatçı grubunun Türk Sanatı içindeki duruşunu ele alan dönemsel bir çalışmanın yapılmaması düşündürücü…
1971, 1981 darbelerinden sonra giderek totaliter bir havanın belirdiği Türkiye’de, toplumsal değişim süreçlerine gönderme yapan sanatçılardan biri olarak Örs, tuval resminin sınırları içinde politik ve sosyal kabuklaşmalar üzerine yoğunlaşıyordu. Bir yanıyla Richard Lindner’in, bir yanıyla Richard Hamilton’un figürlerini andıran detaylar üzerinde Türkiye’ye özgünlüğünün, Türkiye gerçekliğinin, en yalın halini ortaya çıkaran resimleri, "bize özgü"lüğün karakteristikleriyle doludur: Altın künyeli adamlar, siyah çanta taşıyan takım elbiseliler, siyah kravatlılar, duvar kağıtları, lüks ev eşyaları önünde mutluluğu okunan burjuva kadınları gibi.
1987’nin Mart ayında İbrahim Örs’ün tamamını Kopenhag’ta yapmış olduğu resimleriyle karşılaşınca daha önce görmüş olduğum çalışmaların devamı olan ama daha da inceltilmiş bir eleştirinin görsel notları dikkatimi çekti. Kendisiyle uzun ve detaylı bir konuşma gerçekleştirmiştik:
“Betimlediğiniz nesnelerin foksiyonları dışında, eleştirel bir yapısı da, bundan konuşalım mı biraz?
Bu yaklaşım 1977’den beri var… Duvar kağıtlarını koyarken toplumsal bir imajı veriyorum. Küçük burjuvanın kendini olumlamasının en parlak, en süslü belirtisi duvar kağıtları. Bu tür beğeninin yaygınlaşmasını elbiseler ve ev eşyaları ile de ortaya koyuyorum, bu benim istediğim mesajı getiriyor zaten. Karalamak değil amacım sadece göstermek. Nesnelere eleştirel bir gözle bakabilmem Danimarka’da yaşamama bağlı bir olgu. Çünkü orada farklı bir hayat var. Toplum olarak hala nesnelerle prestiji algılıyoruz.” (Milliyet Sanat Dergisi, Sayı 166, 15 Nisan 1987, s. 64)
1989’da İstanbul’dan ayrıldıktan sonra 2000’lere kadar görüşme imkânımız olmayan Bodil ve İbrahim Örs çiftinin ikili ya da tekli sergilerinin haberlerini duyuyordum. 2018’de Fatoş Saka’nın Kare Sanat Galerisi için hazırladığım kitap sırasında onun bu galerideki sergilerini, yeni bir anlatım denediği büyük boyutlu figürlerini ve ölü doğa çalışmalarını gördüm. Saka koleksiyonunda olan birkaç tuvalindeki figür 1970 ve 1980’lerdeki çizgisinden epeyce farklıydı. Kopenhag’taki yaşamı, Danimarka tecrübeleri, onu geleneksel sanatlara bakmaya yöneltmiş, bu dünyaya ait minayatürlere ait detayların soyutlamaları çalışmalarında ön plana çıkmaya başlamıştı. Kare Sanat Galerisi kitabı için sanatçılardan topladığım metinler arasında en çok onunla birlikte çalışırken her cümlesini ağırlıklı olarak tartması ve defalarca değiştirmesi dikkatimi çekmişti. İlerlemiş yaşına rağmen huzursuz oluşu, yaptığını beğenmeyip yetersiz görmesi giderek ilgimi çektiği için onunla kahve içmek istemiştim. Bir cümlesi aklıma kazındı: "Benden yazılı bilgi istiyorsun, bu kalıcı bir şey, ne söyleyeceğimi iyi bilmem, etki altında kalmamam gerekiyor."
İbrahim Örs, Adem ile Havva, TUYB, 90x140 cm
Nişantaşı’ndaki randevudan önce çalışmak umuduyla erkenden gittiğim kahvede iki saat önce karşılaşınca ikimizde şaşırmıştık. Bu tesadüf daha uzun bir süre konuşmamıza neden olduğu için, hayatının yarısından fazlasını İstanbul-Kopenhag arasında geçiren İbrahim’in geçmişine, çalışmalarına dair birçok detayı öğrenmem mümkün oldu. Son görüşmemizden otuz yıl sonra buluşmak ilginçti. Onu konuşma tarzını, kendisini ifade biçimini değişmiş bulmadım. Giderek ortaya çıkan alçak gönüllüğünün detayları yavaş yavaş ortaya çıkınca konuşmamızdan keyif almaya başlamıştım.
En sevdiğim müzelerden biri olan Louisiana’ya yakın bir köyde (Humlebaek )yaşadığını, sık sık bu müzeye giderek çok sevdiği resimlere doya doya baktığını söylediğinde ona sempati duymaya başladım. Çünkü bu müze koleksiyonundaki Giacometti’lere, Bacon’lara olan tutkularımız ortaya çıktı. Uzun süren konuşmamızı, çok severek kurmuş olduğu Iasos’taki atölyesini ziyaret edeceğime dair verdiğim sözle tamamlamıştık. Sanatçı kendisi ve eşi Bodil için kitap yayınlamayı arzu ediyordu. Ne yazık ki bir daha buluşmamız kısmet olmadı.
Beral Madra’nın, (1990) Zafer E. Bilgin (2005) ve İbrahim Karaoğlu’nun (2008) hakkında yazdığı İbrahim Örs elbette detaylı bir retrospektif sergiyi hak eden ender sanatçılardan birisidir. Onu konuşmamız sırasında dile getirdiği aşağıdaki cümleler nedeniyle de unutmayacağım:
“Öğrencilik işlerimde Bonnard ve Vuillard sevgisinin izleri görülebilir. Danimarka’da linol, renkli gravür ve lito çalışmalarım oldu. 1972’de Kopenhag’tan İstanbul’a dönüşümde resimlerime çocuksu dertleri sokmaya başladım. Bu dönemin örneklerinden olan Sheraton Oteli girişindeki bakır rölyeflerde geleneksel motiflerin yorumlanması görülebilir. Bir noktadan sonra çalışmalarım soyuta kaydı. Ancak 1977’den sonra Türkiye’nin yaşadığı sosyal, ekonomik ve politik olgulardan yola çıkarak tekrar figür resmine döndüm. Bu sırada etkinliğin sürdüren geç dönem Pop Art güncel hayatın nesnelerine farklı gözle bakmama yardımcı oldu. Kendimi beni çevreleyen dünyaya daha iyi bakmaya zorladım, beni etkileyen, sarsan konulara karşı, sosyal adaletsizliğe karşı duyarlılığım gelişti. İşte bu dönem bürokratlar, kravatlılar serilerimi geliştirdim. Daha sonra da küçük burjuva dünyasını, kadın-erkek ilişkilerini eleştiren bir gözle incelemeye başladım. Ancak 1986’da kesin kez Danimarka’ya yerleşme kararından sonra resimlerimde peyzaya çıkmaya başladım. Neden orman yaptım? Danimarka’da bir köyde oturuyorum. Evin her penceresinden alışık olmadığım orman manzarası her gün karşımda.” (Milliyet Sanat Dergisi, Sayı 166, 15 Nisan 1987, s. 64)
Comments