top of page

Yaraları dikmek gibi


Gülay Semercioğlu’nun farklı dönemlerinden desen çalışmalarını bir araya getiren Hayatta Kalma Arzusu başlıklı sergisi 6 Temmuz 2019’a dek Pi Artworks’de sürüyor. Tel işleri ile tanınan ve desenlerini ilk kez sergileyen Semercioğlu, kendisini Galatasaray’daki atölyesinde ziyaret eden Evrim Altuğ ile pratiğinin detayları üzerine konuştu

Gülay Semercioğlu, Hayatta Kalma Arzusu sergi görüntüsü

Soyutlamanın genlerine işlediği motifler üzerinden; Grek, Bizans, Roma, Selçuklu ve Osmanlı kültürlerinden veya dinsel yapılardan kendi içinde olanı var eden bir coğrafyaya ne kadar yaslanıyorsun? Bizde gelenek ve gelecek sürekli birbirlerinin içine karışıyor. Ama, bunu öyle bir armoniyle de yapabilenler oluyor ki, kendi güzergâhlarında ne tarafta olduklarının derdini aşma noktasına geliyorlar. Sen bir sanatçı olduğun kadar, zanaatkârsın da aynı zamanda. Burada sosyal, kadınsı bir kaygı da görmekteyim. Yaptığın işi dezenfekte, antiseptik biçimde yapmıyorsun. Elinin yarası, çiziği, senin için bir onur nişanesi adeta. Bu bir samimiyet ve sahicilik göstergesi. Bu yönüyle en dikkat çekici olan, yapıtlarınla baş başa kalan her tercihte, yaradılışta, yaşta ve sosyal sınıfta insanın onunla kurabildiği empatik seviye oluyor.

Doğru, çünkü benim hissettiğim ve aldığım yorumlar da bu yönde. İzleyiciden, galeri çalışanlarından. Hatta bir gün, galeri çalışanlarımızdan Tuğba, Pi Artworks direktörü Yeşim Turanlı ile Dubai'deki fuara gitmişti ve bana çok güzel bir şey söyledi: "Gülay Hanım, bir hafta boyunca gözlemledim. Sizin işleriniz, insanları sinek gibi kendine çekiyor. Diyelim ki koridordan hızla geçenler oluyor. İşinizi gören duruyor, geliyor." Yani çocuk, kadın, erkek, Batılı, Doğulu fark etmiyor. Onları etkileyen bir şey var. Bunun farkındayım ve bu sadece malzemenin yarattığı ışıltı değil bence. Bana göre işlerde samimiyet olmalı. Başıma birkaç kez geldi. Emin olamadığım bir iki işim olmuştu. Fakat zaman öyle dardı ki, söküp yeniden yapamazdım. İçime sinmeyerek onları da sergileyince baktım ki, beğenilmediler, görülmediler. Ama içimden onların da aynı tarz olduğunu tekrarlıyordum, sadece biçim, renk açısından... Bir şey beni rahatsız ediyorsa insanların da bunu sevmediğini gördüm. Zaten kesin beğenmediğim hiçbir şeyin altına imza atmam. Benim için bu çok önemli. Hiçbir zaman, hayatta bir şey satsın diye ürün ortaya koymadım ve bu enerjiye inanıyorum. Bu enerjimin, dokunduğum her şeye geçtiğine inanıyorum.

Az malzemeyle bir yemek yaptığını düşün. Severek yaptığında herkes “Ne kadar lezzetli,” der, değil mi? Başka zaman dünyanın en iyi malzemesini kullanırsın ama içinden “Allah kahretsin,” diyorsundur, yemek olmaz. İşte bu kadar basit düşünüyorum ben. Zaten, basit, sade bir insanım. Bu sebeple galiba, zanaat ile sanat arasındaki basit çizgide gidip geliyorum. Doğup büyüdüğüm coğrafya birçok medeniyete ev sahipliği yapmış. Geçmişten kalan izleri görmemek etkilenmemek mümkün değil, kendi içine bakması lâzım bir sanatçının. Hepimiz yaşadığımız yerlerden, sosyal olaylardan, mimariden, politik durumlardan etkileniriz, önemli olan neyi dışa vurduğumuzdur, bu da bizi farklı kılar.

Gülay Semercioğlu, Zilli, 2017, Kağıt üzerine mürekkep, 30 x 21 cm

İşlerine baktığımda sanat yapıtını, biten değil, süregiden, devredilen bir heves aygıtı olarak da düşünüyorum. Tıpkı Yörük çadırlarındaki soyut motifli kilimler, gelinlerin el emeği işleri, nakışları gibi. Bunlar çok içe kapanık görülebildiği kadar, eğer doğru deşifre edilebilirlerse birer çıplaklık, içtenlik delili de olabiliyor; birer giyilebilir metin haline geliyor. Tabii işlerinde -Adnan Çoker atölyesinin etkisini de arkana alan- bir mimarî kaygı da bulunuyor. Bununla birlikte geometrik, kozmik, simetrik ve asimetrik bir kaygı da görmekteyiz. İşin içine hem bilimi, hem bilinçaltını hem de tinselliği sokabiliyorsun. Böylece ortaya bir nevî, zengin bir medeniyet çorbası çıkıyor. Zaten kendimi bir medeniyet çorbası gibi hissediyorum. Çünkü Türkiye'de yaşamayı da böyle seviyorum.

Çünkü galiba, ait olduğun coğrafyanın da sunduğu bir hazım meselesi bu, değil mi? Bir nevî baharatlık durumu, işlerinde çok renklilik, ritm, armoni neredeyse karakteristik düzeyde. Peki bu yapıt senin için nerede bitiyor, izleyici bundan sonra neyi devralıyor? İzleyicinin eseri alması, evine taşıması, belki de benim onu gördüğümden daha çok bakması beni çok mutlu ediyor. Ama hiçbir alıcı ile böyle bir görüşmem olmuyor. Benim için asıl olan üretmek. Beni bırak, on saat sonra geldiğinde aynı yerde, aynı şeyi yaparken bulursun. Çünkü o süreç beni var ediyor ve ben sonuçla o kadar da ilgilenmiyorum.

Gülay Semercioğlu, Hayatta Kalma Arzusu sergi görüntüsü

Yani aslında bir içe dönüklüğün var; ama bunu bir biçimde verimliliğe dönüştürüyorsun. Sosyal, dışa dönük bir intiba veriyorum sanırım. Aslında ben yalnız olmayı daha çok tercih eden biriyim. Büyük, kalabalık davetlerde sıkılırım. Kendi bildiğim, kendime ait olduğunu düşündüğüm mekânlarda rahatımdır. Aynı yerlere gider, aynı kafede otururum. Bu kadar dünya bana yeter. Başka şey istemem. Fazla da ortalıklarda görünmem ama bunu da bilinçli olarak yapmam. Sanırım bu, işlerimin üretiminin çok zaman almasından ötürü olan bir şey. Çocukluğumdan bu yana beni en iyi tanıyan kişi olduğu için, bazen benimle değil, annemle röportaj yapılması gerektiğini düşünürüm. Annem hep, "Çok küçüklüğünden beri eline tığ ve ip verirdim." der. Ben saatlerce otururmuşum. Yine, ilkokul çağında salça zamanı geldiğinde, anneannemin yanına Gaziantep'e gidermişiz. Annem, "Anneannen yığınla domatesi önüne koyardı, sen dur diyene kadar doğrardın." diye anlatır. Hatta beni, "Kızım, o salça olacak, o kadar özenle doğrama istersen." diye uyarırlarmış. Parçalayıp atamıyorum, güzel kesilecek! Böyle, takıntılı bir durumum var. Simetriye düşkünlüğüm var. Bu, benim işime iyi anlamda yansıyor. O tutarlılığın, disiplinin kendi içinde bir duruşu var; ben yeniden dünyaya gelecek olsam, yine bu mesleği seçerdim. Başka bir şey yapamazmışım gibi geliyor bana.

Herhangi bir şeye odaklanınca da içgüdüsel olarak bir yerleri kazımaya, oraya iz bırakmaya başlıyoruz. Bazen de göz temasımız olmadan defterlerimize içgüdüsel, geometrik, soyut biçimler yığıyoruz. Bu da senin dediğin gibi, bir nevî nakış, bir örümcek ağı. Bulunduğun yere değmek, orada kendi konforunu duyumsamakla ilgili. Bunu senin gibi yapabilen de var ama, tamamen aksi yönde serbest bırakan da var. Örneğin isteseydin Art Brut seni daha çok çekebilirdi veya Rus Konstrüktivizmi'ne ağırlık veriyor olurdun... Ama işi şuraya vardırmadan edemiyorum: Bu, gelenek ve geleceğin bir nevî tek yumurta ikizliği hali. Eserlerin, mekânla ilişki kuran “ziynet eşyalarını” andırıyor. Kilim, cam, vitray, mücevher olmasa bile, senin ürettiğin bu teknikle kendi kendilerini ışıkla buluşturan özgür işlere dönüşüyor. Ama aynı işlerin bünyesinde, hem rasyonalite hem irrasyonalite mevcut ve bunda bir eğlence de var... Benim de en sevdiğim kısmıdır işte.

Akla ister istemez legolar da geliyor. Bu işler aynı zamanda üç boyutlu, dokusu olan işler. Bu yönüyle senin için resim nerede başlıyor, heykel nerede bitiyor? Soyuta, geometriye ilgim çok küçük yaşlarda içgüdüsel olarak varmış. Ergenlik yaşlarımda aileme kazaklar örerdim, yıllar sonra fark ettim, ben o zamanlar Mondrian, Malevich çalışmaları gibi desenler yapıyormuşum! Nedense üç boyutlu olan her şeye ilgim de var. Sonraki yıllarda binaları çok izledim, çünkü ben binaları dört tarafından gezilebilen birer heykel gibi görüyorum. Hatta güzel sanatlar sınavlarına hazırlanırken de hep heykel istemiştim. O zamanlar, İstasyon Sanatevi'nden tanıdığım hocalardan biri bana, "Sen resim oku istersen, öyle yaparsan her şeyi yapabilirsin." demişti. Haklıymış. Heykeli de, resmi de dereceyle kazandım. Son güne kadar da kayıt yaptırmadım. Resim okudum ve iyi ki de okumuşum. Sonuç olarak resim nerede başlayıp heykel nerede bitiyor... Eş zamanlı başlayıp farklı zamanda bitiyorlar.

Gülay Semercioğlu, Siyah Kapitone, 2019, Kağıt üzerine mürekkep, 20,5 x 19,5 cm

Senin kimi işlerine baktığımda aklıma Sabri Berkel de geliyor... Sabri Berkel'i çok severim ve İstasyon Sanatevi’nde öğrenciyken, sanırım 1989'da kendisiyle tanışmıştım da. Birkaç söyleşisini dinleme şansım oldu. Aklına Sabri Berkel’in gelmesi çok doğru çünkü ben Adnan Çoker atölyesi mezunuyum ve hocamız ondan çok bahsederdi. Diyeceksin ki, Adnan Bey'in etkisi mi bu? Değil aslında. Onu seçmiş olmam benim için bir şans oldu. Doğru hocayı seçmişim, çünkü karakterim, sanata bakışım ve disiplin anlayışım onunkiyle uyuştu. Dolayısıyla heykele dönersek, iyi heykeltıraşlar da var ama Türkiye'deki heykelcilerin çoğunun başarılı olduğu fikrinde değilim. Resim bilgisi, o üç boyut duygusunu verebildiği gibi, iki boyutta da çalışma yeteneği kazandırıyor ve renk, form, doku bilgisini bu bölümde okumanın bir avantaj olduğuna inananlardanım. Bu bölümü bitirenin isterse heykel, isterse de grafik ve tekstili çok iyi yapacağını düşünüyorum. Buna gerçekten inanıyorum ve bu yolda ilerleyip başarılı olan birçok arkadaşım da oldu.

Heykel konusuna dönersek, akademinin ilk yıllarından itibaren, heykel yapma eğilimim önüne geçilemez haldeydi. Ben ilk iki sınıfta yapmam gereken kara kalem, füzen, pastel, çini mürekkebi gibi farklı malzemeleri de, yağlı boyayı da kullanarak işler ürettim, beğeniliyordu da. Hatta, Neş'e Erdok, hocam olmadığı halde mezuniyet sınavımda "Seni hep takip ettim, benim soyut resme hep karşı olduğumu düşündüler, işte senin gibi yaparlarsa neden karşı olayım, hem figür çalışmaların hem soyut çalışmaların çok iyi." demişti. Alaattin Aksoy'dan ve Kemal İskender'den de benzer yorumlar almıştım ki bu hocalar bizim atölyeye karşıt fikirlere sahiptiler.

İkinci sınıf sonunda, kontrplakları falçata ile kesip, zımparalayarak rölyefler yapmaya başladım. Çoğunu koruyamamış olsam da birkaçını hala saklarım. Hatta Günümüz Sanatçıları sergisinde ödül aldığım çalışmam, son sınıfta yaptığım öyle bir rölyeftir ve şu anda İstanbul Modern'in koleksiyonunda bulunuyor. Dolayısıyla, Adnan Bey demek ki benim için doğru hocaymış, engellemediği gibi, tam tersine teşvik etti. Klasik bir hoca olsaydı, "Efendim resim bölümündeyiz, boyamaya devam edin lütfen." diyebilirdi. Onun konuşma şekli böyledir, bilirsin. Ben, köşe rölyefler ile onların küçük maketlerini yaptım, bundan o kadar keyif alıyordum ki! Ama dekupaj da yok ortada, öğrencisin. Düşün, üç milimlik kontrplak ve onu falçata ile çize çize incelt, zımpara ile macun çekip boya, sonra kompozisyonlar kur... Yani iki boyutlu bir yüzeyde üç boyutluymuş gibi bir illüzyon yapmak beni kesmiyordu, onu gerçek kılmak ve dokunulabilir işler yapmak istiyordum.

Peki, yapıtlarındaki müzikalite için ne düşünüyorsun? Yani belli bir matematiği olan müzikaliteden söz edebilir miyiz? Bach misali? İşlerine “çok sesli imgeler” denebilir mi? Tabii, bu hiç yabancı düşmez. Ben müziği oturup dinleyen biriyim. Başka bir şeyle meşgul olmak bana o yapıta saygısızlık gibi gelir. Ötesi açık bir radyo yayınıdır, haber akışıdır, sadece benim motivasyonuma yardımcı olan evdeki bir sestir. Ama müzik dinleyeceğim zaman durum değişir. Örneğin ben opera hayranıyım ve özellikle Maria Callas'ı çok severek dinlerim. Müzik konusunda ahkâm kesemem ama eğer bir ritim, ahenk ve bütünlükten bahsediyorsan, evet işlerimde bu var.

İşlerinin disiplini, tekniği üzerinden rehabilite ettiğini düşündüğüm bir “eril enerji” de yok mu, sen bu işleri üretirken bir biçimde bu enerji ile de yüz yüze geliyor olamaz mısın? Evet, ben 30 yaşıma dek unisex’dim. Kızdım, erkek arkadaşım da vardı ama kadın-erkek mefhumunu düşünmedim. Çünkü ataerkil bir toplumda, Doğulu bir ailenin çocuğu olmanın getirdiği “Benim kızım erkek gibidir,” bakışı ile büyütülmüş bir kimseyim. Demek ki bunun bilinçaltıma bir yansıması söz konusu. İlk öğrencilik işlerime bakarsan, eğer üzerinde bir imza da görmezsen, bunu bir erkek yapmış da diyebilirsin. Bu çoğu işim için geçerlidir. Cinsiyetsizdir ilk işlerim. 30'lu yaşlarıma dek öyle işler yaptım ki, bunu bir kadın veya erkek yaptı denmesin gibi bir savaş varmış içimde... Sert, keskin ve köşeli şeyler yapıyordum. Sonrasında, belki annelik veya olgunlaşmakla alakalı, bilemiyorum, kadın kimliğimi sahiplenerek bundan gurur duymaya ve çekinmemeye başladım.

Gülay Semercioğlu, Hayatta Kalma Arzusu sergi görüntüsü

Özellikle Doğulu zanaatkârların çoğunun kendi içlerindeki dişil ruhla, titiz ve nazik ürünler ortaya koyarken kendi evlerinin ekmeğini bilek güçleriyle kazanıyor olmalarında da bunu görebiliriz. Evet, Gaziantep'te bakır işçiliği de, sedef kakma işçiliği de vardır ve tekrara dayalıdır, genelde de erkekler yapar. Kadınların yaptıkları Antep delik işi nakışlarda da bu sabır ve tekrar vardır. Hepsi de ekmeğinin peşindedir bu işleri üretirken. El emeği göz nuru, şahane zanaatkardırlar.

Kullandığın malzemelere, tellere, çivi ve kasnaklara gelelim... Malzemelerden özellikle bahsetmek isterim. Çoğu sanatçının bir hikâyesi veya bir derdi vardır bilirsin. Mesela, bir sanatçı kağıt, tuval, metal veya taş, bunların hangisini kullanırsa kullansın, “o sanatçı” olduğunu hissettirebiliyorsa, iyi sanatçıdır. Yani malzeme ne kadar değişirse değişsin, hikâyesini iyi aktarabiliyor ise, bu onun işidir ve bu yüzden de iyi sanatçıdır. Bende de bunun tam tersi, benim malzemem değişmiyor, demirbaştır, aynıdır. Bu malzeme ile farklı tekniklerde iş üretebiliyorum ama yine aynı sanatçı denilebiliyor. Çünkü bu malzeme, teller bana sihirli geliyor. Telleri gererek yapıyorum, onları örüyorum, kilim dokusu yapıyorum. Malzeme sabit ama yöntemlerim değişiyor. Ben bu anlamda kendimi farklı görüyorum. Örneğin kâğıda desen yaparken de, fırçayı sanki telmiş gibi düşünüyorum. Elimde değil. O noktaları kâğıda bırakıyorum, çünkü onlar benim için üç boyutlu. Onlar birer vida. Düzgün, simetrik, eşit aralıklı ve tesadüfe hiç yer yok. Tesadüflerden nefret ederim. Elimi ayağımı şaşırtır. Baştan ne düşündüysem, sonuç da öyle olacak. Evet, burada bir kontrol ilişkisi var.

Aslında İstanbul'da doğdum ama kendimi İstanbullu olarak da görmüyorum çünkü anne babam Gaziantep'te doğup büyüdükten sonra 15-20'li yaşlarında İstanbul'a gelmişler. Biz şehirliyiz, Batılıyız diyemem. Bunun için iki-üç kuşak daha gerekiyor. Dolayısıyla ben Gaziantep kültürüyle büyütüldüm. Babaannem, yedi çocuğu nakış yaparak okutup, büyütmüş bir kadındır. Gaziantep’te delik işi denilen nakış, o kadar deli bir nakış geleneğidir ki. Babaannemin yanında kadın işçiler çalışırmış. 70-80 yıl önce, Gaziantep'te 15-20 kadının çalıştığı bir ortamı düşün. Babaannemin yaptığı nakışlı çarşaflarda uyudum ben çocukken. Anneannemi sorsan, o da boncuk dizerdi, tılsımlı olduğunu düşündüğü çeşitli tohumlardan duvara asılan ilginç formlarda süsler yapardı, hepimizin evlerinde odalarımızda asılı olurdu bunlar. Dedem de akşamları can sıkıntısından evde Gaziantep kumaşı dokurdu! Çiftçiydi ama annem bizim ipekten kıyafetlerimizi dedemin dokuduğunu anlatır. İncecik ipekten, rengârenk Gaziantep motifleriyle, o kumaşları bilirsin. Dedemin tezgâhı varmış yani. Akşam eve geliyor, elektrik, televizyon yok... Bak, dişil bir emek veriyor.

Üretim biçiminin ruhaniyeti için ne dersin? Bir sabır eylemi bu. Tespih çeker gibi... Tespih çeken o sırada rahatlıyor olabilir ama ortada bir üretim olmuyor. Benim sevdiğim ve beni tatmin eden tarafı hem kendini rehabilite etmek, hem de ortaya güzel bir şey çıkarabilmek. Bunun için illâ sanatçı olman da gerekli değil. Ben üreten bir insanın hiçbir zaman mutsuz olacağını düşünmüyorum. Sanatı veya zanaatı seçen insanlar çok şanslılar, hem kendilerini rahatlatıyorlar hem de bundan hayatlarını kazanıyorlar. Bu emekli olunabilen bir iş değil, bu da insanı diri ve genç tutuyor. Hatta tam tersine, yaşın ilerledikçe eserlerin de olgunlaşıyor, tatmin duygun artıyor. Dolayısıyla bunun tespih çekmekle bir ilişkisi olamaz.

Peki bu “rölyef”lerin kamusal alanda kendilerine yer bulabilmeleri için bir teklif almadın mı? Örneğin dinsel bir yapıda, bir kültür-sanat mekânında ya da resmî bir alanda... En büyük hayalim. Çok güzel söyledin. Hatta Contemporary Istanbul'da, eğer gerçekleşirse, böyle bir proje var! Sekize üç metrelik, duvarı silme tellerle çini gibi döşeyeceğim bir proje söz konusu. Ama aynı seramik kaplama gibi... Öyle bir kurgusu olacak. Ama bana mimariyle ilgili teklif geldi mi dersen, seneler içinde bir iki kere geldi ama çok ciddi teklifler değildi. Aslında benim en büyük hayalim, hep bir mimar ile çalışmaktır. Bana desin ki, bu binanın dört cephesini sen tasarla. Hatta illa telle de yapılmak zorunda da değil. Benim tasarladığım bir cam uygulaması yapılabilir, her türlü malzeme olabilir. Frank O. Gehry'den çok etkilenen biri olarak şunu söyleyebilirim ki, bir sanatçı olarak ilham kaynağım sanat kitapları değil, çevremde gördüğüm dokular, başarılı gördüğüm binalar ve heykel-binalardır. İnorganik, beton ve metal yapılara organik formlar verme eğilimi, zıtlıkları çok hoşuma gider. Zaha Hadid'i de çok beğenirim.

Gülay Semercioğlu, Böcek, 2016, Kağıt üzerine teknik kalem, 18,5 x 8,5 cm

Geometri sana ne ifade ediyor? Ondaki metafizik potansiyel mi, rasyonellik mi önemli senin için?

İkisi birden aslında. Ama ruhsal olarak iyi gelmesi daha baskın olabilir. Çünkü, bende bir matematik kafası var. Olabilen en iyi, mükemmel formlar, boyutlar bir araya gelince, kendimce bir oran-orantı anlayışım, iki üç rengin bir araya gelişiyle ilgili olarak yine kendimce bir sezgim var. Bunu nasıl tanımlayabilirim bilemiyorum. Birinin “olmuş” dediğine ben katılamayabiliyorum, çünkü onun bana göre doğru olmadığına emin oluyorum. Ama bu doğrular o kadar net ve matematik gibi yazılabilen şeyler değil. Dediğim gibi, önce kendim beğenmem gerekiyor. Bir karenin büyüklüğü, iki rengin yan yanalığı gibi bir hissiyatım var ama mükemmellik arayışımın bir sonu yok. Yaptıkça daha iyi oluyor gibi geliyor.

Sen bu pratikle bir mekaniği insan olarak gerçekleştirerek önemli bir meydan (d)okumada bulunuyorsun. Aklıma IBM ile satranç oynayan Kasparov geliyor. Senin işlerin de, diyelim ki, telif hakları bakımından resmi onayın ve dijital sanatlara da olası yaklaşımınla seri üretime girebilirmiş gibi geliyor. Dolayısıyla tecrübe ettiğin bu organik ve biricik deneyimle memnun musun? Bir insan olarak o mükemmelliği yapıt üzerinde deneyimlemek, bu zaferi kazanmak ve bir insan olarak bunu başardım diyebilmek midir, senin kastettiğin? Bunu politik bir soru olarak da yorumlayabilirsin.

Öncelikle, ben ready made'e karşı değilim. Bunun çok güzel örnekleri de var ama bana göre değil. Ne doğru ne de yanlış buluyorum, sadece bu ben değilim. Benim, elimin değmediği bir şey bana aitmiş gibi gelmiyor. Benim için süreç önemli zaten, beni bu dünyadan kopararak kafamda serüvenler yaşatan bu meditatif işin başında geçirdiğim zaman. Gelmişi, geçmişi düşünüyor ve çalışırken bir yolculuğa çıkıyorum. O üretim süreci ne kadar uzarsa, benim yolculuğum da o kadar uzuyor. Biliyorum başka bir işe tekrar başlayacağım, ama çoğu zaman, vidalama işi ardından da tel kısmı bittiğinde üzülüyorum! Çünkü maceram da bitiyor. Aslında bir yerde bunlar benim sanal dünyam. Kişisel “sanal gerçekliğim”. Sanal dünyamı kendi kendime yaşıyorum. Örgü de böyle benim için. Bu gördüklerin tel. İp değiller. Bunları tığla örmek o kadar zor, can acıtıcı bir şey ki, ama ben bundan da keyif alıyorum.

Zaten o yumağa “çile” diyecek zenginlikte bir dilimiz var. Evet, çok enteresan. Ben o çileyi somutlaştırıyorum. Evet, iple örmek de bir çile, bir yorgunluk. Bu ondan daha zor ya, işin bu çile kısmı beni daha çok çekiyor. O meşakkati, savaşı seviyorum. Ben bir şeyi kolay elde ettiğime inanınca, onu hak etmediğim duygusuna kapılan biriyim. Bu da iyi bir şey değil aslında. İlla bir alın teri dökmem lâzım. Yoksa, bir işi beş saniye ile yapman ile, bir yıl içinde yapman arasında bir değer farkı olduğunu düşünmüyorum. Bir işi değerli kılan bence sadece emek de değil.

Ama eserlerini belli paradigmalara bağımlı kılmaktan kaçınır bir yanın da var. Belli metinleri, ritüelleri yüzeysel olarak görselleştirmekten kaçınır gibisin sanki. Bu konudaki fikrin nedir acaba? Bu, tıpkı sergi kataloglarının en başına konulan metinlere benziyor. Bir yorumcu, işimi görüp de bir yorumda bulunabilir, ama ben kendimi böyle lanse etmiyorumdur. Bu, benim içimden çıkan bir şey. Bu benim hikâyem. Bunun arkasından ne geleceğini ben de bilmiyorum.

Niçin peyzaja çıkmıyorsun bu bakışla? Desen malzemeni al koltuğunun altına? Ürettiğin bu dille doğaya nasıl baktığını çok merak ettim. Sen müneccim misin, içine mi doğdu? Akyaka’da ormanın içinde minicik bir ev edindim ve Temmuz ayından itibaren oraya gideceğim. Dediğin gibi alacağım kalemi, kağıdı, mürekkeplerimi, artık kaç ay bilmiyorum ama orada kalacağım. Bu özgürlüğe umarım yakında kavuşuyorum.

Gülay Semercioğlu, Eli belinde, 2018, Kağıt üzerine mürekkep, 29 x 17 cm

Doğanın taşıdığı grafik ve matematik zenginliğini benden daha iyi biliyor olmalısın. Ben doğa görmeden yaşıyorum. Sen benim bir önceki atölyemi görmedin. Hapislik bir “beyaz küptü”. Şimdi burada vampirmişim de hiç güneş görmemişim gibi davranıyorum. Yıllardır güneş görmeden, penceresiz bir atölyede çalıştım. Doğa görmedim. Burada ise iki aydır bulunuyorum ve çok mutluyum. Şimdi de doğaya gideceğim ve kimbilir, şu ağacın yapraklarının ritminden bile yararlanacağım. Çünkü doğada tekrar var. Ben tekrarı seviyorum. Mevsimlerin değişimini de... Bazı izleyicilere bu tellerin üzerinde gıda boyası olduğunu söylediğimde çok şaşırıyorlar. Bunlarda bir anlamda organik malzeme aslında. Üzerlerinin emaye kaplı oluşu, oksitlenme ihtimallerine karşı alınan bir tedbir yalnızca. Ama bu tellerle ilgili, onları güneş alan bir yere as, dönüşür. Hatta böyle bir vaka da yaşadım. İş, bildiğin toprak kahverengisine dönüşmüştü. Yıllarca güneş almış. Sonra, teller genleşebiliyor, sarkabiliyor. O dönüşüme karşı değilim.

İşlerine -coğrafi birikim ve köken adına konuşursak- bakan göz eğitimli veya eğitimsiz Batılı ve Doğulular, izlenimleriyle sana bir şey ifade ediyorlar mı? İşlerime bakan her insan aynı değil elbette. Ben her ne kadar Güneydoğulu bir aile geleneğiyle büyümüş olsam da, sonuçta İstanbul’da doğdum, yaşadım ve öğrenim hayatım Batı kültürü ile oldu. Ne kafa karıştıcı değil mi? Batı'ya da Doğu'ya da yakın hissediyorum kendimi. Beni, Batılılar Ortadoğu, Ortadoğulular ise Batı çekmecesine sokmaya çalışıyor. Bense onlara, beni hangi çekmeceye soktuğunuz umurumda değil, diyorum. Belki bu yüzden gerginim çoğu zaman, hayatım gergin. Telleri o yüzden geriyorum, örüyorum belki, düz olanı karıştırıyorum, karışık olanı açıyorum. Karmaşıklık... Bir Ortadoğulu'ya göre daha az renkli ve sadeyim ama bir Batılı'ya göre daha dokuluyum. Kendim de böyleyim; Maria Callas da dinlerim, Ahmet Kaya da, Tunceli türküleri de. Zaten, ben karışığım.

Peki işlerine hep karşıdan mı bakmalıyız? Örneğin eserlerini bir satıh, parça parça, tıpkı birer tarla gibi bir coğrafya olarak deneyimleyemez miyiz? Gerçekten hiç düşünmemiştim bunu. Güzel fikir verdin sağol. Heyecanlandım hatta. Beni kısıtlayan işlerimin çok zaman alması, çok üretemiyor oluşum. Ama bundan rahatsız da değilim. Aklıma gelen her işi yapmaya kalkmam halinde birkaç kişiden yardım almam gerekir, bu durum çok hoşuma gitmiyor. Fakat Contemporary Istanbul işinde tahminimce 500 - 600 bin vida kullanmak durumundayım, yalnız çalışmayı sevmeme rağmen büyük bir üretim sürecine girdiğimde yardım almaya mecburum.

Eserlerindeki teşhire yatkınlıkla birlikte, şövalyemsi “zırh” duygusunun seninle ilgisi ne peki? Beş, altı yıl önce çok ilginç bir deneyim yaşadım. Avustralyalı, Tom isminde hiç tanımadığım biri bana fal baktı ve hayata ilk gelişim olmadığını, fakat ilk defa kadın olarak dünyaya geldiğimi söyledi. Ne iş yaptığımı, kim olduğumu bilmediği halde “Sen zırhlar mı örüyorsun Gülay?” diye sordu. Bu örgüleri ördüğüm sırada bir koltuğum vardı. Metrelerce, günlerce örüyordum, o iş hep orada kalıyordu çünkü gün geçtikçe büyüyor ve ağırlaşıyordu. Bana herkes zırh ördüğümü söylüyordu. Bunlardan kıyafet yapmam söyleniyor, atölyeye kim gelip bunları görse, yaptıkları ilk şey bunlara sarılmak, üzerlerine atmaya çalışmak oluyor. Tellere bu sevgimin nedenini bilemiyorum ki! Hep erkek olarak gelmişim daha önceki hayatlarıma, başarılı bir askermişim ve ön saflarda savaşmışım. Atlarla bir sorunun mu var diye sorduğunda şaşırıp kaldım, çünkü çocukluğumdan beri atları çok sevmeme rağmen atların gözlerine bakamam ve bunu o güne kadar kimseyle paylaşmadım, nasıl bildi anlayamıyorum. Ben de sonra “önceki yaşamlar” denen meseleye biraz inanmaya başladım. Daha önceki hayatlarımda savaşlarda yaralanan atlarımı öldürmek zorunda kalmışım. Telleri gererek yaptığım işlere, hiç tanımadığım birinin “yaraları dikmek gibi” demesi de, ilginç...

Gülay Semercioğlu, Pembe Yıldızlar, 2018, Kağıt üzerine mürekkep, 30 x 20 cm

Sonsöz yerine

Gülay Semercioğlu'nun, “rölyef” karakterli “üç boyutlu resim”leri. Gölgeyle, ışıkla cilveli hepsi. Ahşap, tel ve çividen menkul bu işlerin de, var bir evveli. Onlar ki, izleyicisinin bakış, görüş açısına, merak derinliğine göre değişime açık, ama aynı anda da gizemli. Hatta Selçuklu çinileri, Osmanlı bezemeleri ya da Kuantum geometrisiyle ve dahi Batı sanat tarihinin İkinci Dünya Savaşı ertesi çıkış yapan Op-Art (Optik Sanat) akımı ile flört halinde. Bu, bir tür görsel nota demeti. Bu sergide, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi (Eski adıyla Sanayi-i Nefise Mektebi, Güzel Sanatlar Akademisi) Prof. Adnan Çoker atölyesinden 1994'te çıkan ve bu eğitimi ardından, yapıtlarına bariz bir mimarî “espas”, bir “mekân” derdi şırınga eden Semercioğlu'nun, aynı mükemmeliyetçi kaygıyla, eserlerinden önce ürettiği desenleri ağırlıkta. Yani, bu aşkın motiflerin motivasyon kökleri, kâh milimetrik kâğıtların sağduyusu kâh mürekkebin ağıdıyla, izleyici karşısında.

Semercioğlu'nun, zihni, gönlü, bileğinin hakkıyla, en az saatler süren disiplinli emeğine gösterdiği mahrem sadakat, bu yapıtların kavramsal sağlamlığının bütünleyici unsuru. Bu duruşu, sanatçının sürekli hesaplaştığı yaratma cesaretine ahlâki bir delil olarak da alınabilir pekalâ. Tıpkı, Galatasaray'daki atölyesinin girişinde nezaketle asılı gri, mahcup yapıtı gibi, bir örümcek (ağı) sabrı ile çalışıp, yaşayan bir sanatçı Semercioğlu. Çizgi çizgi, nokta nokta uzayı keşfediyor ve kayıt altına alıyor. Soyut birer metin gibi de görülebilecek, metafizik enginlikteki işlerinde, imgelemindeki atlasın boşluğuna, kişisel evreni, kendi deyişiyle “sanal dünyasının” yer, gök, hatta iç ve dış “uzay haritalarını” çıkarıyor. Bu desenler bir bakıma, bir bilim kadını titizliğiyle de ter döken sanatçının bu uğurda elinden geçirdiği, daha büyük ebat ve renk çeşitliliğine sahip “ruhani haritalara” yönelik “güncel minyatür” birer örnek, birer nazik girizgâh olarak da düşünülebiliyor.

Ancak köklerinin ekili olduğu Gaziantep'e sırt çevirmeyen, o toprakların nakış geleneğine de tutunan İstanbul doğumlu Semercioğlu, bu desenleri çalışırken, yine titizliği ve güzellik kaygısını azaltmıyor. Kullandığı farklı bezeme, boyama teknikleriyle, kâğıt üzerindeki tüy berraklığında doku anlayışıyla, bir nevî nakkaş, hatta kuyumcu titizliğinde, eyleme girişiyor. Sanat kelimesinin eski Yunanca kökeninin Tekhne, yani beceri ve zanaate de yaptığı gönderme, sanki, sanatçının tatbike dayalı, Aristo'cu (Praksis) üretim anlayışını da deşifre ediyor. Bu yapıtlar, yaratıcılarından azade olduktan, fiziken bittikten sonra, kendilerini ışık, gölge ve izleyicinin insaf ve tahayyülüne Platonik bir umutla bırakıyor. Eserlerindeki eril Tekhne seviyesiyle olduğu kadar, renkçi Poeisis, yani Latince manâsı ile “yapma”nın dişil potansiyeli ile doğaya da ilân-ı aşkta bulunuyor Semercioğlu. Yine, Osmanlı sanat sözlüğü ile geleneğinden esinlenecek olursak, pratiğiyle, bir “divar nakkaşı” misalî, sabır ve itinayla üretiyor.

Ancak hem Batı, hem de Doğu'dan edindiği bu içgüdüsel ifade süreci, ne yapıtların onu, ne de onun, bu yapıtları herhangi bir ekol veya coğrafyaya da bağımlı kılmasına sebep olmuyor. İstanbul ve Türkiye'yi, bu anlamda küresel hafıza adına hem talihli, hem de talihsiz bir kavşak noktası olarak gören, bu nobran yersiz yurtsuzlaşmadan yakınmayan, bununla inatla sevişen biri, Gülay Semercioğlu. İçinde olduğu bu yazgısal konumun “dilsiz”liğinden kaynaklı krizi, bir nevî çeviri avantajına dönüştürüyor. Gerek Doğu, gerekse Batı'nın türlü ekol ve alışkanlıklarla aşina olduğu üretim ve okuma biçimlerini, yapıtlarında zamanla, çile çile, önce santimetreler, ardından metrekarelerce damıtıyor. Böylece, tıpkı mikroskopların yansıttığı imgelerin, teleskoplardaki baş döndürücü evrensel uyum halindeki görüntüleri ile ikizliği türünden bir akrabalık duygusu, bu sergide sizi bir kere daha yakalıyor. Sergideki tane tane, tadından yenmez motif silsilesi bana ayrıca, bilhassa kuruyemiş çeşitliliğiyle tanınan yörenin çoğulcu, çok sesli, lezzetli varoluş bünyesini de anımsatıyor. Bilindiği gibi 1921'de Gaziantep adını alan tarihsel yerleşim, ömrü boyu Paleolitik, Neolitik, Kalkolitik, Tunç, Hitit, Hurri Mitanni, Asur, Pers, Büyük İskender, Selevkoslar Krallığı, Roma, Bizans, Selçuklu, Memlûklar, Dulkadiroğulları ve Osmanlı dönemlerine ait izler ile eserler - ve nice kuruluş ile yıkıma - ev sahipliği yapmış kadim, çilekeş bir hafızayı da, içinde taşıyor. Bu da, Semercioğlu'nun varoluşa meydan (d)okuyan, zamanla demlediği bu yapıtlarındaki çoğulcu, kozmik gayeyi daha da bir görünür kılıp, netleştiriyor.

bottom of page