Yakınlaştırmak, yumuşatmak ve uzlaştırmak üzerine
- Merve Akar Akgün

- 29 dakika önce
- 4 dakikada okunur
Nesrin Barut Esirtgen, 2011’de Mısır Apartmanı’nda hayata geçirdiği Nesrin Esirtgen Collection projesi ve sonraki yıllarda Haldun Dostoğlu ile birlikte kurduğu Radar sergi mekânıyla koleksiyonerlik pratiğini hem yerel hem de uluslararası sanat ortamına açıyor; genç sanatçılara görünürlük sağlamayı ve sanatın evrensel diyaloğunu desteklemeyi amaçlıyor. Esirtgen ile koleksiyonunun kuruluş sürecinden, eser seçimlerine; genç sanatçılar için sürdürülebilir destek mekanizmalarından Radar’daki iş birliklerine uzanan bir sohbet gerçekleştirdik
Röportaj: Merve Akar Akgün

Nesrin Barut Esirtgen. Fotoğraf: Berk Kır
2011’de Mısır Apartmanı’nda koleksiyonunuzu kamuyla paylaştığınız mekânı açtınız. O dönemde Türkiye’de koleksiyonerlerin sergileme pratikleri bugünkü kadar yaygın değildi. Siz bu adımı atarken “paylaşım” ve “görünürlük” kavramlarını nasıl tarttınız? Bugünden geriye bakınca, o kapının ardında hangi karar anları koleksiyonun dilini ve rotasını belirledi?
2011 yılında Nesrin Esirtgen Collection adıyla hayata geçirdiğim proje benim için çok özel bir girişimdi. Bu tür girişimlerde görünürlük bir sonuçtur; amaç ve çıkış noktası ise paylaşımdır. Paylaşımdan kastım yalnızca bir sanatsal üretimi değil, aynı zamanda o üretimin ardındaki uluslararası düzeydeki çabayı ve vizyonu paylaşmaktı. Nitekim ilk sergimiz için seçimim İnci Eviner’in Kırık Manifestolar’ı olmuştu ve bu da tesadüf değildi. Eviner, o yıllarda Venedik’ten Paris’e kadar uluslararası platformlarda bir Türk sanatçı olarak çok değerli izler bırakıyordu. Ben de bu kadar değerli bir sanatçımızın üretimlerinin doğru bağlamlarda ülkemizde de daha görünür olmasına katkı sunmayı gönülden istedim. Dolayısıyla paylaşma temelli bir görünürlüğü hedefledim diyebilirim. Çünkü paylaşıma konu olan eserin daha fazla sanatsever tarafından görülmesinin ülkemiz için değerli olduğuna inandım.
Koleksiyonunuzun erken döneminde, çevreniz tarafından “radikal” bulunan üretimlere alan açtığınız söyleniyor. Bir eseri koleksiyona katarken sizi harekete geçiren unsurlar neler oluyor? Bu süreçte estetik ve tarihsel değer kadar kişisel sezgi de devreye giriyor mu? Risk ile sezgi arasındaki o ince dengeyi nasıl kuruyorsunuz?
Evet, zaman zaman radikal bulunan işler aldığım oldu. Ancak bu benim değil, başkalarının yorumu. Ben bu tür seçimleri hiçbir zaman risk olarak görmedim. Yıllar içinde oluşmuş bir denge var. Tercihlerimin ardında görerek, gezerek, okuyarak ve araştırarak edinilmiş bir birikim bulunuyor. Sezgilerim de bu birikimi tamamlıyor. Elbette estetik ve tarihsel değerleri göz ardı etmiyorum; ancak sezgilerime de her zaman kulak veriyorum.
Koleksiyonunuzda Türkiye’den sanatçılar başat bir yer tutarken, uluslararası isimleri de dahil ettiğinizi biliyoruz. Bu iki yönlü akış sizce koleksiyonun anlatısında nasıl bir yapı kuruyor? Yerelden dünyaya açılan bir diyalog olarak düşünüldüğünde, bu seçkiler hangi cümleyle izleyiciye sesleniyor?
Benim için Türk sanatçılar her zaman merkezde, çünkü ülkemizin çok yetenekli sanatçıları olduğunu biliyorum. Türk çağdaş sanatının dünya sanatının doğal bir parçası olarak uluslararası platformlarda daha fazla görünür olmasını çok önemsiyorum. Bunun yanı sıra sanat her şeyden önce evrensel bir diyalog vaat eder. Dolayısıyla iyi bir koleksiyoner, seçimleriyle bu evrensel diyaloğun güçlenmesine katkı sunmalıdır. Sanat üzerinden kurulan diyalog önyargılardan, sınırlardan, mesafelerden beslenmez; aksine yakınlaştırır, yumuşatır, uzlaştırır. Bu nedenle koleksiyonum dünyaya açık bir koleksiyon; yereli ve küreseli yan yana koyarak sanatın barışçıl, uzlaşıya açık dilini yaşatmayı bir sorumluluk olarak görüyorum.
Sanat üzerinden kurulan diyalog önyargılardan, sınırlardan, mesafelerden beslenmez; aksine yakınlaştırır, yumuşatır, uzlaştırır. Bu nedenle koleksiyonum dünyaya açık bir koleksiyon; yereli ve küreseli yan yana koyarak sanatın barışçıl, uzlaşıya açık dilini yaşatmayı bir sorumluluk olarak görüyorum.
Trocadero gibi konuk küratörlü projelerde mekânın belleğiyle sergi dili arasındaki ilişki dikkat çekiciydi. Koleksiyoner olarak kendi bakışınızla küratörün önerileri çatıştığında, serginin bütünlüğünü hangi ilke ya da yaklaşım uzlaştırıyor? Bu iş birliklerinden siz neler öğreniyorsunuz?
Projelerde bazen bakış açıları karşı karşıya gelebilir; ancak bunun da bir tür zenginlik imkânı sunduğunu unutmamak gerekir. Trocadero gibi projeler bana koleksiyonumdaki eserleri bambaşka bağlamlarda görme olanağı verdi. Bu iş birliklerinden sürekli öğreniyorum; koleksiyonun tek sesli değil, çok sesli olmasını sağlayan da bu.
Koleksiyonunuzdan eserlerin farklı platformlarda, farklı bağlamlarda görünmesini önemsiyorsunuz. Bir yapıt koleksiyon duvarından çıkıp kamusal bir programa katıldığında—yeni izleyicilerle temas kurarken—siz neyi önemsiyorsunuz: Etkiyi mi, bağlamı mı, yoksa tamamen yeni bir okuma ihtimalini mi?
Aslında üçünü de önemsiyorum. Etki yaratmak önemli, ama doğru bağlamda olmalı. Bunun yanında, bir eserin yeni bir platformda bambaşka gözlerde ve zihinlerde yeni okumalar kazanması çok değerli. Koleksiyonun yaşayan, sürekli yeniden yorumlanan bir değere dönüşmesini sağlayan da bu tür fırsatların çoğalmasıdır.
Abdi İbrahim’deki üst düzey yöneticilik deneyiminiz ile koleksiyonerliğiniz arasında nasıl bir düşünsel alışveriş kuruyorsunuz? Kurumsal dünyada uzun vadeli planlama esastır; oysa sanat çoğu zaman öngörülemez, sürprizlere açık bir alandır. Bu iki farklı ritim sizin pratiğinizde nerede buluşuyor?
Burada kilit kelime vizyon. İyi bir iş insanı ile iyi bir koleksiyonerin ortak niteliğinin vizyon olduğuna inanıyorum. İş dünyasında edindiğim disiplin, stratejik planlama ve vizyon geliştirme becerilerinin koleksiyoner kimliğimi de şekillendirdiğini söyleyebilirim. Biz köklü bir şirketiz; yenilikçi adımlar atarken cesuruz, fakat süreçteki gelişimi de en az sonuç kadar önemseriz. Hızlı aksiyon alırız ama uzun vadeli bir stratejiden besleniriz. İşler bazen ters gidebilir, yine de yolumuza devam ederiz. Dolayısıyla kurumsal dünyanın bana kazandırdığı uzun vadeli vizyon ile sanatın getirdiği öngörülemezlikler arasında uyumlu bir ritim kurabildim.

Nesrin Barut Esirtgen. Fotoğraf: Berk Kır
Türkiye’den genç sanatçıların uluslararası görünürlüğünü güçlendirmek üzerine uzun süredir kafa yoruyorsunuz. Sizce bu destek mimarisi nasıl kurulmalı? SAHA gibi yapıların bugünün ihtiyaçlarına yanıt verebilmesi için nasıl güncellenmesi gerekir?
Genç sanatçıların görünürlüğü için sürdürülebilir bir ekosistem oluşturulması çok önemli. Bunun yalnızca maddi destekten ibaret olmaması gerekir; mentorluk, network, tanıtım ve uluslararası iş birlikleri gibi geniş bir destek şemsiyesinden söz ediyorum. SAHA bu anlamda öncü işler yapıyor ve ben de memnuniyetle destek verenler arasındayım; ancak bu desteği çoğaltmalıyız.
Genç sanatçıların üretim ortamlarının daha fazla dijital araçlarla, şeffaf çağrılarla ve küresel ağlarla desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum. Kamu, özel sektör ve sivil inisiyatifler el ele verdiğinde bu mimari çok güzel sonuçlar doğurur.
Haldun Dostoğlu ile birlikte kurduğunuz sergi mekânı Radar, İstanbul’da önemli bir girişim olarak anılıyor. Sizden dinlemek isterim: Radar nasıl bir ihtiyaçtan doğdu, nasıl bir misyon üstlendi ve hangi projeleriyle sanat ortamına katkıda bulunmayı amaçlıyor?
Radar, hem Haldun Bey’le yıllara dayanan dostluğumuzun hem de sanat alanındaki ortak vizyonumuzun bir ürünü. 2015’te koleksiyon mekânımı kapattıktan sonra sanat alanına katkı sunma arzum devam etti. Radar’ı, sanatçılarımızın görünürlüğünü artıracak, yayınlar üretecek, uluslararası diyaloglar kuracak bir platform olarak kurguladık. Sergiler, yayınlar ve buluşmalarla hem belleğe katkı sağlamak hem de yeni kuşaklara alan açmak istiyoruz.
Önümüzdeki dönemde koleksiyonun dolaşımı, arşivlenmesi ve dijital erişimi için planlarınız neler? İzleyiciyle kurduğunuz ilişkiyi daha kalıcı kılmak adına gezici sergiler, ortak yayınlar ya da açık arşiv gibi yeni formatları gündeminize alıyor musunuz?
Koleksiyonun geleceği benim için çok önemli. Radar kapsamında hazırladığımız yayınlarla arşivlemeyi sistematik hale getiriyoruz. Dijital erişim de gündemimde; koleksiyonun çevrimiçi olarak daha erişilebilir olmasını istiyorum. Ayrıca gezici sergiler ve ortak yayınlar da planlarım arasında. Koleksiyonun yaşayan bir organizma olarak sürekli dolaşımda kalması ve daha geniş kitlelerle buluşması önümüzdeki dönemin öncelikleri arasında.





Yorumlar