top of page

Uygarlık mahlukları


20 Nisan 2017'de Varşova'da hayata veda eden, "heykelin Polonyalı kadın temsilcisi" Magdalena Abakanowicz'i saygıyla anarak Akbank Sanat'ta 2012 yılında gerçekleşen sergi vesilesiyle kapağımıza taşıdığımız işi ve sergisi üzerine Evrim Altuğ'un Hasan Bülent Kahraman ile yapmış olduğu söyleşiyi yayınlıyoruz.

Art Unlimited, Kasım 2012, 19. sayı

Akbank Sanat, 20. yıl özel sergisini, eserleri başta New York BM binası önü olmak üzere, ABD’nin birçok kamusal alanında sergilenen Polonyalı heykeltıraş Magdalena Abakanowicz’e ayırdı. Sergi küratörü Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman, sanatçı ve yapıtlarını yorumladı.

Akbank Sanat, 20’nci kuruluş yılını modern heykelin Polonyalı kadın temsilcisi Magdalena Abakanowicz’in retrospektif soluklu bir heykel seçkisine ayırıyor. Marlborough Gallery tarafından temsil edilen sanatçı, 19 Kasım itibariyle Akbank Sanat’ta yer alacak yapıtlarıyla yeryüzüne kendi varoluş serüveniyle ‘düşen’ insanın macerasını anlatıyor.

Bu arada not edelim; İstanbul’a ilk kez konuk olacak Abakanowicz’in sergisi, 22-25 Kasım arasında Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda düzenlenecek Contemporary Istanbul etkinliği ekseninde, Akbank Sanat’ın standında yer alacak kimi devasa çalışmalarını da beraberinde getirecek.

Magdalena Abakanowicz, Standing Figures, 2000

Sanatçı, özellikle ABD’nin birçok kentinde yer alan kamusal heykel projeleriyle tanınırken, yapıtlarında insan denen yaratığın doğa ve hayat ile kurduğu ilişkiyi, uygarlığa ve dinler tarihine referanslar veren mitsel göndermeler eşliğinde sembolize ediyor.

Serginin küratörü ise, Akbank Sanat’ın danışma kurulu üyelerinden olan, Kadir Has Üniversitesi İletişim Tasarımı Bölüm Başkanı ve Rektör Yardımcısı, gazeteci, yazar Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman. Abakanowicz sergisine eşlik eden yayında, Sanatçının Eli başlığıyla Mary Jane Jacob ve İnsanın yaşamışlığının mührü: Abakanowicz’in heykellerinde insan serüveni başlığıyla Kahraman’ın metinleri de okurların ilgisine sunuluyor. Küratör Kahraman ile, Abakanowicz’in sanatını mercek altına aldık.

Magdalena Abakanowicz, Plaster Body 5, 1987

Akbank Sanat’ın 20. yıl özel sergisini bu sanatçıyla açma nedeniniz neydi?

Bir 20. Yıl sergisi, bir ‘geçiş’ sergisi için, bu sanatçıdan daha uygun bir sanatçı bulamadım. Çünkü Abakanowicz, bir bakıma klasik bir heykelci. Güçlü kuvvetli, anıtsal heykelleri var. Hocalık görevim nedeniyle Princeton Üniversitesi’ne gidip geliyorum ve üniversitenin önünde sanatçının hayranı olduğum, gövde kabuğu şeklinde tasarlanmış, başsız heykellerini görüyorum. Yine Kudüs’teki büyük müzede, onun çekiç ve küskü ile devasa taşlardan yonttuğu tekerler var. Tüm bunlar, onu klasik heykelin pedestalden (kaide) kurtulup, Rodin ve Brancusi ile geldiği nokta ile, Marcel Duchamp’ın bizi getirdiği hazır yapıt süreçlerine kadar taşıyor. Sanatçı tüm bunlara yeniden, klasik heykelin de kendi tatları, tarihi ve hafızasını ekleyen bir heykel yapıyor. Bunun yanı sıra, kendisi bize çağdaş sanatta unuttuğumuz bazı kavramları da hatırlatıyor. Akbank Sanat’taki Johan Tahon sergisinde de bunu gündeme taşımıştım. Bir açıdan bakılırsa, Tahon’a da klasik bir heykelci denebilir ama sanatın metafiziğini basbayağı kanonik ifade çerçevesinde ortaya koyan biriydi Tahon. İşte Abakanowicz’te de bunun, bu geçişin diyalektiği var. Üçüncüsü, bu sanatçının heykeli, insanın prehistoryasına dayalı bir heykel. Bunları gördüğümüzde, örneğin Giacometti’nin, Sartre’ın “Evrenin tozunu üzerlerinde taşıyorlar,” dediği, ince, uzun, varoluşlarını sonsuzluğa odaklamış heykellerini anımsatıyor oluşundan daha farklı bir şey deneyimliyoruz: Abakanowicz heykelinde, onun Avrupa serüveni içinden gelmiş bir heykelci olduğunu görüyoruz. Onda da bir metafizik ve varoluşçu pozisyon var. Giacometti heykellerine baktığınız zaman, onun heykellerindeki sterillik, Abakanowicz’te yoktur. Neden? Onlarda çamurun ve tarih öncesinin ‘kiri’ni görürüz. Bunu olumlu manada söylüyorum kuşkusuz. İnsanın, elinin emeği ile homo faber oluşunu, evrenin boşluğunda insanın kendini icat edişini görüyorum. Bu anlamda 20. Yıl sergisi, bize bunları kapsayacak bir isimle gelsin dedim. Onu temsil eden Marlborough Gallery’ye defalarca giderek ikna ettim. Galeri deposundaki yapıtlarından, biraz oburca davranarak, mekan sınırlarını da zorlayarak bir seçki yaptım.

Sanatçının işleri, kendini direnişle özdeşleştiren, defalarca yıkılıp işgal edilse de varolan bir ülke olarak Polonya’nın politik tarihi ve insanın macerasıyla da bağdaştırılabilir mi?

Doğru, zaten bunlar benim ilgimi çeken konulardır fakat ben kendisinin heykellerinde bir İsviçreli, Parisli sanatçının işlerini, sterilliğini bulmuyorum. Bu heykeller, farklı ve çoğul yorumlamalara çok açık ve bize çağdaş sanat bağlamında da birçok şeyleri anımsatıyor. Bir kere bu heykellere baktığım zaman, bir kültür problematiği olarak heykel tarihini görüyorum. Buna imgelerin göçü de deniyor. Mısır’dan, İskenderiye üzerinden Yunan’a, sonra Hindistan’a gidiyor. Pek az bilinen, Hindistan heykelindeki Yunan etkisidir aslında. Heykel, uzun bir aradan sonra Roma’ya, oradan Bizans’a ulaşır. Böyle de bir serüven var. Ama mesela Mezopotamya heykelinin natürel ifadelerini de akla getirmek gerekir. Yunan sanatı dirimin, idealizasyonların; Mısır sanatı ise ölümün sanatıdır. Mısır, insan olarak Tanrı’yı, Yunan heykeli ise Tanrı olarak insanı gündeme getirmiştir.Bu anlamda Abakanowicz, insan olarak insanı ortaya getiriyor. Sanatçı bunu deus ex machina’dan alıyor, homo faber’e taşıyor. Sergide kendisinin çok ilginç el heykelleri vardır, bunun yanı sıra büyük ilkel silah heykelleri ve başsız olduğu halde geleceğe yürüyen insanın direniş heykelleri de bulunuyor. Tüm bunlar, politik metaforlar etrafında da ele alınabilir. Çağdaş sanatın kendisini bu anlamda bu tür konulardan zaman zaman uzaklaştırdığına inanıyor ve bunu da biraz eleştiriyorum, açıkçası.

Heykelin İstanbul, hatta Türkiye’deki varlık macerası hep sancılı oldu. Abakanowicz gibi, kamusal alanda pek çok işi olan bir sanatçının eserlerini, bir kapalı mekanda sahnelemek üzere nasıl hazırlandınız?

Mesela ben, Marlborough Gallery ile görüşmeler yaparken, kısa bir süre evvel New York’taki BM binasının önüne 12 adet yürüyen, başı olmayan insan heykeli yerleştirilmişti. Çok isterim ki, onun birtakım heykelleri İstanbul’da yer alsın. Örneğin sergiye küçük örneklerini getirdiğim, Uccello isimli kuşları var bu sanatçının. Bunun yanı sıra, metrelerce büyük, taştan yontulmuş gagalar var. Yine isterdim ki bu heykellerin bir bölümünü Nişantaşı’na yerleştirelim. Ama bu imkân olmayınca, bu heykellere kendimce yüklediğim anlam çerçevesinde bir mizansen oluşturuyorum. Kamusal alana taşındığında anlamı ayrı olan bu işlerin oluşturduğu serginin küratörü olarak, benim kendi yorumumu kattığım bu düzenlemenin, sanatçının heykellerine yeni bir boyut ekleyeceğini düşünüyorum. Bu aslında, son zamanların en çok tartışılan konusunu bize sunuyor: Küratör dediğiniz kimse, sanatçıya teslim olan da, sanatçıyı teslim alan da değildir. Bu, küratörün faaliyeti ile, sanatçının faaliyetinin üst üste çakışmasıyla, ortak bir kültür üretmeleridir. Ben de umuyorum ki, bir iç mekanda yaptığım bu sergiyle, onun dış mekanda üreteceklerine bir katkıda bulunabileyim.

Magdalena Abakanowicz, Standing Figures, 2000

Abakanowicz heykellerine bakınca, bize neredeyse referans verdiği bir yazar var: Tüfek, Mikrop ve Çelik veya Çöküş gibi kitaplarıyla insanlık macerası hakkında yazan Jared Diamond. Bu yönüyle heykellerde garip bir uygarlık eleştirisi yok mu?

Derslerimde de yıllar önce kullandığım o kitaplar, dünyanın en güzel kitaplarındandır. Dediğin doğru, kesin olarak öyle. Keşke onun bu konuları işleyen yapıtlarını da getirebilsek. Belki yanlış, belki doğru bir tabir ama ben o primitif hayatın, o prehistoryanın, duvara elinin izini basan, paleolitik ve neolitik çağın konuşmayı ilk kez öğrenen, taşı yontma ve ayağa kalkma becerisine kavuşan, dünyayı zihinsel olarak soyutlayan, komünikasyonu bulan, icat eden insanı, Abakanowicz’in heykellerine baktığım zaman görebiliyorum. Senin saptadığın gibi bu, bir uygarlık eleştirisi midir, özlemi midir, özeti midir? Bunu istedim ki, sergiye gelenler, kendileri oturup değerlendirsinler. Ben eserlerin seçiminde onlara bazı sürprizler hazırladım. Bu zor bir sergi, bunlar hazmı kolay yapıtlar değil. Hazırladığım sergilerin böyle bir yanı var. Johan Tahon’daki gibi bir şiddet bu sergide de var. Abakanowicz’te bu biraz daha örtük ama yine de var. Tüm o yaratığımsı, ikili yaşama temalı heykellerle, bu çalışmalar yüceltilmiş bir güzellik izlenimi veremiyor. Bu hem bir eleştiri olarak alınabilir, aynı zamanda da geçmişe dönük bir hatırlatma zinciri de olabilir; burada karar izleyiciye kalıyor.

Sanatçı tüm insan ve varlık formlarını eşitler gibi davranıyor… Kendi konusuna yabancılaşması, bir maharet örneği, değil mi?

Eşitlemenin ötesinde, ‘insan olarak insan’ ve ‘yaratık olarak insan’ı mesele ediyor Abakanowicz. Bu çok metaforik, enigmatik ve alegorik bir şey. Oradaki asıl kelime, yabancılaşma zaten. Bunları yaratarak bize çok düz bir okuma mı sunuyor? İnsan balıklardan geldi, maymun oldu, insan oldu gibi bir şey mi? Yoksa bizim hayatımızda bilim-kurgu diye bir şey var ve bilim kurgu daima kendini bir ütopya üzerinden inşa eder. Onun heykelleri, bize tüm yaratıklarıyla insanın prehistoryasını verdiği kadar, acaba insanın her şey bittikten sonraki apokaliptik pozisyonunu da mı veriyor? Olabilir! Aynı zamanda burada ‘prophetik’, yalvaçsı bir pozisyon da var. İşte onun heykellerinin tüm gerilim noktasını bu tür sualler meydana getiriyor. Benim de en çok ilgilendiğim asıl nokta, işte burası.

Bu söyleşi Art Unlimited'in 19. sayısında, Kasım 2012'de yayımlanmıştır.

bottom of page