top of page

Üçüncü Doğa zamanı


Yapay zekaların, robotların, elektronik yaşam formlarının insanların yerlerini alabilecek varlıklar olarak tanımlandığı günümüzde, bütün bu tanımları bir baz alarak “ikinci doğa” terimini yetersiz bulan ve bu dönemi “üçüncü doğa” olarak adlandıran Gökhan Balkan’ın aynı ismi taşıyan sergisi 17 Şubat 2018’e kadar Versus Art Project’te devam edecek. Üçüncü Doğa sergisinin kavramsal altyapısını ve işlerin detaylarını Gökhan Balkan ile konuştuk

Gökhan Balkan

İnsanın doğayla olan ilişkisi tarih boyunca ikilem içerisinde olmuş. Bir yandan doğayla iç içe yaşamak, doğal olmak ve doğaya dönmek bir hayalken, diğer yandan doğayı anlamak ve çözmek için onu değiştirip yok etmek kaçınılmaz olmuş. Bu değişim kasti olmamakla birlikte, insanın “şey”leri kendi anlayabileceği şekle getirme çabasının sonucunda gerçekleşiyor. Bu durumu uzun süre irdelemiş olan Kant, “şey”lerin ancak bizimle olan ilişkileri çerçevesinde bilinebileceğini söylüyor. Bu “şey”lerin kavrayamadığımız kısımları, yani “kendinde-şey”leri, bilme yetimiz dışında kalıyor. Kant’ın bu açıklamasını ilerleten Hegel ise, insanların “şey”lerin bilgisine ulaştıktan sonra “kendinde-şey”leri de kavrayabileceğini ve bunun sonucunda doğayla bütünleşebileceklerini söylüyor. Bu arayışa kimileri ilerleme derken, kimileri de insanın kendini yok etmesi, hayvani iç güdülere yenik düşerek gerçekleşen anlamsız bir ilerleyiş olduğunu savunuyor. Hegel ve Kant, bu arayışlar çerçevesinde insanın doğanın malzemeleriyle yarattığı başka bir doğa yaratma gücünü, yani “ikinci doğa”yı tarif ediyor.

Şimdiyise yapay zekalar, robotlar, elektronik yaşam formları insanların yerlerini alabilecek varlıklar olarak tanımlanıyor, bu da aslında insanın doğadan gelen ile yarattığı şeylerin daha da ötesine geçtiğini gösteriyor. Bütün bu tanımları bir baz alan Gökhan Balkan, “ikinci doğa” teriminin de yetersiz kaldığı bu dönemi “üçüncü doğa” olarak adlandırıyor. 17 Şubat 2018’e kadar Versus Art Project’te devam eden Üçüncü Doğa sergisinin kavramsal alt yapısını ve işlerin detaylarını Gökhan Balkan ile konuştuk.

Serginin başlığı olan Üçüncü Doğa, Kant’ın “ikinci doğa” kavramından yola çıkıyor. Bu başlığa nasıl karar verdiğinizi ve eserlerinizle olan ilişkisini bir de sizden dinleyebilir miyiz?

Üçüncü Doğa terminoloji olarak Kant’tan yola çıkarak karar verdiğim bir isim. Çünkü Kant’ın şöyle bir iddiası var; esas doğanın “ikinci doğa” olduğunu söylüyor. “İkinci doğa” kültür ürünlerinden, yani insanın ilk ürettiği yapıttan bugün üretilen her şeye kadar bu doğanın ürünü olduğunu savunan bir kavram. Hegel de buna bir katkıda bulunuyor ve bizlerin ürettiği ürün ve kültürlerle şekle girdiğimizi söylüyor. Böyle bir tartışma varken ben de artık bir şeylerin değiştiğini ve “üçüncü doğa” bahsinin de konuşulması gerektiğini düşündüm.

Kavram olarak “üçüncü doğa” adı kullanılmasa da başka bir doğallık bahsinin artık açıldığını söylemeye çalışıyorum. Tam da bu yüzden Kant’ın “ikinci doğa” terimini de masaya yatırıp düşünmek adına bu ismi tercih ettim. Tabii bunun altında kuramsal olarak başka düşünceler de var. “Üçüncü doğa”dan bahsederken aslında benim üstünde durduğum “insan sonrası” teorisi. İşin içine girdikçe “insan sonrası”nın sadece bedenle ilgili olmadığını gördüm. Bu konu hakkında konuşmaya başlayınca bizim aslında kentle ilgili de konuşmamız gerekiyor, doğayla ilgili de, iletişim kanallarıyla ilgili de… Sadece beden ve insanla alakalı değil; bir durum, bir paradigma, bir değişimle ilgili, bir eşikten geçme durumuyla ilgili. Bu nedenle yeni bir doğa durumundan bahsetmek gerekiyor. Tabii bu yeni doğanın eskisine nazaran neler getirip neler götüreceğini de düşünebilmek gerekiyor

Şimdiye kadarki çalışmalarınız hep insan bedeni ve etrafındakilerle ilgili. Bu sergideki çoğu eserde kentsel ve konstrüktif öğeler görüyoruz. Bu ölçeğe geçmenizde İstanbul’un yeni kentleşme politikalarının da etkili olduğunu söyleyebilir miyiz?

Aslında benim bu sergide İstanbul özelinde bir gönderme ve görselleştirme çabam yok, ama mikro ölçekte bakarsak bu konuyu İstanbul özelinde de ele alabiliriz elbette. İstanbul’daki kentsel dönüşümle ilgili konuştuğumuz çok şey var. Şehrin bir kısmının yıkılırken bir kısmının yapılması ve bunun bir dönüşüm içerisinde tekrarlanıyor olması, kapitalizme, ranta hizmet ediyor olması üzerine tartışmak gerekir. Benim yaptığım işler aslında bunun üzerine düşünmeye fırsat veriyor. Örneğin, bundan önceki Sınır Aşımı isimli sergimde bu konunun düşünülmesine daha çok olanak vermiştim, çünkü etrafımızdaki sınırların sanal olduğunu savunduğum ve bunu görselleştirdiğim bir sergiydi. Bu sınırları bizim kurduğumuzu ve kenti de bu şekilde yapılandırdığımızdan bahsediyordum. Bunları Antroposen sınırlar olarak adlandırdım. Kentsel yapılanmalar bizleri düzene sokmak, topluma yön vermek, sınıflara ayırmak için bu tür bir kent yapısı oluşturuluyor. Sınır Aşımı da aslında sınırların olmadığını ve bizim bunu fark etmemiz gerektiğini söylüyordu.

Gökhan Balkan, İnsan Sonrası/Anti-Kimlik, Bilgisayar aksamları, PU, silikon, metal, 2017, 5 x 45 x 45 cm

Hem üç boyutlu hem iki boyutlu eserleriniz karışık tekniklerden oluşuyor. Bu malzeme farklılıkları eserlerin anlattığı karmaşa ve yoğunlukla gerçekten çok uygun. Bu eserlerin taslaklarını nasıl hazırlıyorsunuz? Malzeme ve tekniklerin kullanımını nasıl kurguluyorsunuz?

Malzemenin de tekniğin de bir mesajı olduğuna inanıyorum. Farklı mesajlar vermek için farklı teknikleri de bir arada kullanmanız gerekiyor. Meselenin esasına o mesajı koyuyorum. Resim ve estetik kaygının Duchamp’tan bu yana kavramsal olarak ele alındığına inanıyorum. Bu nedenle de malzeme çeşitliliklerini, farklı teknikleri gerek gördüğümüz ölçüde özgürce kullanabilmemiz gerek. Kendimizi bir teknikle sınırlayıp birden fazla meseleyi anlatmanın mümkün olmadığını düşünüyorum. O nedenle fazla teknik kullanıyorum. Örneğin Simulakrum serisinde kullandığım foto-transfer tekniği hem iki hem üç boyutu aynı tuval üzerinde göstermemi sağladı.

Eserlerimi hazırlarken taslak yapmıyorum, bir çok imajı Photoshop’ta hazırlıyorum. Sonrasında içlerinden seçiyorum. Foto-transfer tekniğiyle yaptığım işlerdeyse zaten taslak yapmak mümkün değil. Fotoğrafı tuvale aktarırken kimi imajlar transfer oluyor kimisi olmuyor. Böyle olunca da bir imaj oluşturmaya çalışsanız da tam olarak bunu başaramıyorsunuz. Tamamen rastlantılarla çalışan bir teknik. Bu rastlantısal nedenler yüzünden de eserlerin hepsi biricik. Bu teknik aynı işten bir tane daha yapmaya fırsat vermiyor.

Gökhan Balkan, Simulakrum serisi no:3, Tuval üzeri transfer, karışık teknik, 2017, 207 x 324 cm

Simulakrum serinizde kullandığınız bina görsellerini siz mi çektiniz? Hangi binalar bunlar?

Simulakrum serisinde aslında sadece bir binayı esas aldım, Asya yakasında bir binanın her açıdan fotoğrafını çektim. “Bu binanın görüntüsünün arkasında neler var?” diye düşünerek onu Photoshop’ta bozmaya başladım. Binanın yapısal görüntüsüne bir de Gebze’de bir fabrikanın demir konstrüksiyonlu yapısının fotoğraflarını ekledim. Çünkü Simulakrum’da yapmak istediğim bu Antroposen yaşamın oluşturduğu kentin görüntüsünü oluşturmak. Sadece binanın görüntüsü değil benim ilgilendiğim, bu kaotik yaşamın, yapısallığın, inşa fikrinin görüntüsü. İnşa dediğim sadece bir binanın inşası değil; beden, dil, kent, yani yaşamın bizzat inşası.

Simulakrum serisinde gördüğümüz binanın modernist bir tarzı var. Günümüzde de bu modern binalar hem strüktür ve yapı olarak tekrar içeriyor, hem de aynı binalardan yan yana inşa edilerek farklı bir tekrar yaratılıyor. Kullandığınız teknik ile bu binaları daha üst üste ve karmaşık göstermeniz aslında ne kadar bu tekrara maruz kaldığımızı daha net fark etmemize yarıyor. “Üçüncü doğa” bu modernist fikir ile mi inşa ediliyor?

Biz zamanla ürettiğimiz şeylere dönüşüyoruz aslında. Elektronik cihazlar üretiyoruz ama bizde onlar gibi bilişselleşiyoruz. Kentsel dönüşümde de firma bir sokağa proje yapıyor, iki sokak öteye aynısını bir daha inşa ediyor. Bizim yaşamımız da bir tür tekrara dönüşmeye başlıyor. Bu görsellik beki bizim hayatımızdaki monotonluğun da göstergesi. Biz de böyle yaşıyoruz, oradan “kopyala” yapıp oraya “yapıştır”ıyoruz. Teknoloji de bizi bu yöne itiyor ve bunu her alanda görüyoruz. Simulakrum’da seçtiğim de hakikaten modern görünümlü ve tekrarlar içeren bir bina. O tekrarlar da anlatıyı kurgulamamda ve yapısallığı izah etmemde çok işe yaradı.

“Kopyala-yapıştır” şablonlarla çalışma şekli bu çağdaş yaşamın bir yan ürünü, ister istemez ona dönüşüyoruz. Neufert kitabıyla yaptığım İnsan Faslı isimli işte de bu tür bir standartlaşmayı eleştiriyorum. “Artık bunun üzerine çok da düşünmene gerek yok” deniliyor ve biz araştırma, görselleştirme üzerine düşünmekten uzaklaşıyoruz.

Gerçeklik, hiper gerçeklik, sanallık, daha da sanallık… Artık öyle bir hale geliyoruz ki giderek bu sanallığın içerisine hapsolacağız. Bizler ise kendimize yalan söylüyoruz, "Gerçekle ilgileniyoruz” derken sanala doğru gidiyoruz. Bu durumda da yaşamın kendisi sinist bir hal alıyor, olması gerekeni umursamaz hale geliyoruz. Gelecekte bu tür bir sinist yaşam şeklinin bizi ne kadar varoluşumuzla ilgili zorlayacağını konuşmak ilginç ve gerekli.

Gökhan Balkan, İnsan Faslı, Beton, ‘Neufert’ kitap ve plasterin figürden oluşan yerleştirme, 2017

Şimdiye kadar süregelen evrimde, doğal seleksiyon ile en güçlü canlılar hayatta kaldı. Şimdi ise doğal bir evrim yerine, insanın kendi elleriyle kendi üstününü yaratışına tanıklık ediyoruz. Yapay zekalar, robotlar ve elektronik yaşam formları sizce bir ilerleme mi yoksa bizim evrim sürecimiz ve sonumuz mu?

Antropolojik olarak bakınca dediğiniz doğru, evrimsel bir süreçten geçtik, sonra ise toplumsal bir sürece girdik. Şimdi ne tarafa doğru gittiğimiz bir meseleye dönüştü. Ben insan aklının ürettikleriyle ütopik bir gelecek yaratma fikrini gerçekçi bulmuyorum. Biz insan aklının geçtiğimiz 300-400 yılda nasıl çalıştığını ve neler yaptığını gördük. Bir çok düşünürün de değindiği nokta insan aklının merkezci hali. İnsanı merkeze koyup gezegenin geri kalanını umursamayan bir yapının işler olması, insan-faydacı olması eleştirdiğimiz bir konu. Aklımızı kullanıp doğayı yenme iddiasına giriyoruz, Antroposen’i, yani “insan dönemi” dediğimiz şeyi böyle adlandırıyoruz. Bilinç sahibi olduğumuz için doğaya ihtiyacımız olmadığı gibi bir kibirli düşünceye sahip olmuşuz, bu da aklımız yüzünden oluyor. İnsan doğasının kendisinin de sorgulanması gerekiyor bu durumda. Bizim ürettiklerimiz, bizi ne kadar ütopik bir geleceğe taşıyacak, bunu düşünmek de temelsizleşmeye başlıyor.

İnsan merkezci yaklaşım yerine daha Dünya merkezli düşünmemiz gerekiyor, çünkü biz burada sadece konuğuz, sahip değiliz ve bunu değiştirecek gücümüz yok. Bunu iyileştirme gibi bir iddiamız da olmamalı. Hem ekolojik oluşuma, hem kentleşmeye bakarsak da iyi bir şey yapamadığımızı görürüz zaten. Son 300 yılda yok ettiğimiz canlı türlerinin bundan önceki toplam yok olan türlere göre daha fazla olduğunu görüyoruz. Bizim “Mükemmel insanı yaratacağız” iddiamız da saçma bir hal alıyor. Meselenin bu kadar ütopik olduğunu düşünmüyorum, hatta ütopya kavramının da yeniden düşünülmesi gerektiğini düşünüyorum. Ütopya fikri de insan merkezci bir fikir. İnsan için ütopya; bütün öz kaynakları kullanarak yaşama vaadidir. İnsan için ütopik olan bir şey gezegen için distopik olabiliyor. İnsanın var olması ya da olmaması o dönüşüm içerisinde karar verilmesi gereken bir şey bence. İnsan merkezci olmayan bir düşünce yapısı da çok zor, o da dilin azizliği belki de. Biz “insan sonrası” dönemden ve “üçüncü doğa”dan bahsediyorsak, bunun biraz da “insan merkezcilik sonrası” olarak adlandırılmasını doğru buluyorum.

Sergi metninde yazan insanın “şey”lerin bilgisine ulaşma çabasının ilerleme olup olmadığı üzerine bir bölüm var. Bunu okurken İstanbul’un son 10 yıl içerisinde geçirdiği kentsel dönüşüm politikasını düşünmeden edemedim. Neden inşa etmeyi ve yeni bulduğumuz her malzemeyi yaşam alanlarımıza doldurmayı ilerleme olarak görüyoruz sizce?

İlerlemecilik fikrinin bize dayatıldığını düşünüyorum çünkü ilerlemek zorundaymışız gibi bir kanıksama var. Ben bunu problemli buluyorum. Gilles Deleuze bu konuda radikal pasifizmi savunuyor. Ben bu pasifist yaklaşımı haklı buluyorum. Bizim doğayı yenme iddiamız bize ilerlemeciliği dayatıyor. İlerlememiz gerek, yapmamız gerek, tüketmemiz gerek, inşa etmemiz gerek ki doğayı yenebilelim. Ben bu çabayı anlamsız buluyorum. En başka ilerleme amacımız yanlış. Teknolojik gelişmelere tabii ki karşı değilim, fakat Antroposen dönemde yapılan hataları geliştirmemeyi gözetmemiz gerektiğini düşünüyorum. Teknolojik gelişmeleri kullanarak yapılan hataları tedavi etmemiz gerek. Biz ise yaşamı öne çıkaran bir şeyi savunmuyoruz. Sadece insanı değil, yaşamın kendisini, gezegeni öne çıkaran, doğayı ve doğadaki her canlıyı içine katmayı başarabilen bir teknolojik gelişme yapabiliyor olmamız lazım. Yoksa bugünkü anladığımız haliyle devam etmeyi kesinlikle doğru bulmuyorum.

Spinoza’nın Monist Evren tanımı, doğa tanımlamalarıyla ilgili olarak çok zihin açıcı bir açıklamadır. Bu Monist Evren'in çağdaş bir tanımını yapabiliriz; doğanın çoklu bir şekilde birlikte oluşu, her bireyin merkezde oluşu ve hiç kimsenin olmayışı, bu gezegende yaşam imkanı buluşu gibi düşünceler “insan sonrası” fikri için düşünülebilir. Yeni bir Monist Evren fikri, verili doğa, “ikinci doğa,” “üçüncü doğa” gibi tanımları kapsayıcı olabilir. Gerçek, zamanı bir görür, kronolojik sıraya sokmaz. Bu durumda da bütün bunları kapsayacak bir Spinoza’nın Monist Evren’inin çağdaş yorumunu bu meseleyi anlatmakta elverişli buluyorum.

Gökhan Balkan, Otoportre serisi no:1, Hahnemühle mat fibre kâğıt üzerine pigment baskı, dibond, monoprint+1 AP, 2017, 50 x 33 cm

Kusurlu İlişki serisindeki eserlerde de, Otoportre ve İnsan Sonrası serilerinde de aslında malzeme ve insan ilişkisini düşündüğünüzü görebiliyoruz. Bu eserlerinizle bağlantılı olarak fikirlerinizi öğrenebilir miyiz?

İnsan Sonrası isimli bilgisayar aksamı ile silikonu birleştirdiğim işlerde zaten bizlerin kullandığımız araçlarla birleşiyor olduğumuz fikrini öne sürüyorum. Betonlaşıyoruz, elektronikleşiyoruz, biz de ürettiğimiz şeylere benziyoruz. İnsanın devamlı olarak değiştiğini, katı bir insan tanımının yapılamayacağını düşünüyorum. 100 sene önceki insanın, 500 sene önceki insanın ve 1000 sene sonraki insanın aynı olabileceğini düşünmüyorum, çünkü düşeyler değişiyor. Yaşadığımız ortam, kültür, yarattığımız objeler değişiyor ve biz de onlarla değişiyoruz. İnsan Sonrası'ndaki tarifler o şekildeydi.

Kusurlu İlişki’de anlatmaya çalıştığım, yapısal malzemelerle bedenin ilişkisi ve bunun kusurlu oluşuydu. Orada benim gönderme yapmak istediğim şey bu heteronormatif ilişkiyi düşündürtmekti, bu noktada kuir olanı da düşünebiliriz. Bedenimize penetre edilen inşaat malzemelerini görmemiz bizi heteronormatif düşünceye itiyor. Bu ilişkiyi kusurlu bulduğumu göstermek için bu işleri hazırladım.

Otoportre serisindeyse kendi bebeklik fotoğraflarımı kullandım. Konuşmadan önceki zamanımdan bir fotoğrafımı buldum. Bu “konuşma öncesi” aslında Lacancı bir fikir. Lacan’ın bahsettiği “konuşma öncesi”, “dilin yasasına geçiş öncesi”, yani “insanlaşma öncesi”dir. Ben “Acaba insanlaşmadan önce nasıl bir görüntüye sahiptim?” “Ben bu yasanın elemanı olmadan önce nasıl görünüyordum?” diye düşününce sadece giysilerini çıkarmak o görüntüyü bana vermeyecekti. Bizim bütün görüntümüzün -ki bunu özellikle Battler savunuyor- hem bedenimizin kendisinin, hem de toplumsal bedenimizin kendisinin aslında bir özü olmadığını, tamamen toplumsal olduğunu, performatif olduğunu ve sonradan şekillendiğini söylüyor. Bu şekillenmelerin tamamını bedenden alıp attığım zaman geriye ne kalacağına dair bir araştırma yapmaya çalışınca bu işlere ulaştım. Burada benim “insan sonrası bedenlen” olarak gösterdiğim objelerin hangi cinsiyette olduğunu, hangi sosyal gruba ve ekonomik sınıfta olduğunu söylemek, onları sınıflandırmak ya da kategorize etmek mümkün değil. Dolayısıyla bu fikrin özerk bir görüntüsünü çıkartmaya çalıştım.

Gökhan Balkan, Kusurlu İlişki serisi no:2, Hahnemühle mat fibre kâğıt üzerine pigment baskı, dibond, monoprint+1 AP, 2017,

74.5 x 112 cm

Kusurlu İlişki serisinde insan bedeninden detaylar ile konstrüktif öğeleri iç içe görüyoruz. Bu serinin tanımında kullandığınız “kusur” kelimesini biraz açabilir misiniz?

Orada benim kusur olarak gördüğüm, görüntünün heteronormatif hali, penetrasyon hali, bizim aslında bir şeyleri düşünürken devamlı düalist bir fikirle düşünüyor olmamız hali benim kusurlu bulduğum şey. Bir tür kuir olanı nasıl görselleştirebiliriz, “nasıl anlayabiliriz?” sorusuna bir çağrı bu. Kusurlu bulduğum o işlerde tam da buydu, o nedenle ismini böyle tercih ettim.

“İkinci doğa”da Kant’ın formülasyonuna bakarsak, insanın verili doğadan malzemeleri alıp hayal gücünün süzgecinden geçirerek dehasıyla bir nesne yarattığı ve bu nesnenin “ikinci doğa”yı oluşturduğunu söylediğini görürüz. Kant, bu doğanın asıl doğadan daha esas olduğunu savunuyor. Ben bu düşünce yapısını da kusurlu buluyorum. Çünkü burada bizim es geçtiğimiz bir sürü şey var, mesela deha fikri. Burada insan aklına bir övgü var. Belki Kant bugün gelse bu fikrin doğru olmadığını görecekti. Çünkü bizim süzgecimiz problemli, kaldı ki bugünün tamamen spekülasyonlarla dolu kapitalist yapısına bakarsak sınıflandırıcı, ezici, öz kaynakların eşit olarak kullanılamadığı, sinik bir işleyiş içerisinde olduğumuz görebiliriz. Kimileri bunu beğendiği için onaylıyor, kimileri ötekileştirildiği için bir şey yapamıyor. Bu yapıya bir de çocuk monte edebilmek için 16-17 yıl onu şekillendirmeye çalışıyoruz, insanlaştırmaya çalışıyoruz ki bu yapıda var olabilsin.

bottom of page