top of page
Ayşe Draz

Türkland: Bir aidiyet hikâyesi


Türkiye ve Almanya arasında, göç, aidiyet, kadınlık meseleleri üzerinden şekillenen, mizahi bir dille ve okuma tiyatrosu formunda seyirciyle buluşan Türkland’ın sahneye uyarlanma sürecine dair merak ettiklerimizi Dilşad Budak Sarıoğlu, Ilgıt Uçum ve İrem Aydın’a sorduk


Röportaj: Ayşe Draz


İrem Aydın, Ilgıt Uçum ve Dilşad Budak-Sarıoğlu


Dilşad Budak Sarıoğlu'nun otobiyografik romanından uyarlanan Türkland, çok kültürlü kimlik karmaşasının ortasında kendini bulma çabası veren bir kadının hikayesini, “öteki” olma halini, “göç, ‘kimlik” ve “kadınlık” meselesini, mizahi bir dille ve okuma tiyatrosu formunda seyirciyle paylaşan, sahnede Dilşad Budak Sarıoğlu’na, Ilgıt Uçum'un eşlik ettiği ve yönetmenliğini İrem Aydın’ın üstlendiği 70 dakikalık eğlenceli ve eğlenceli olduğu kadar da düşündürücü bir performans. Ailesinin 1980 darbesi sonrası siyasi nedenlerle göç ettiği Almanya’da büyüyen Dilşad’ın Türkiye‘ye yıllar sonra aşkı için geri dönmesini, Almanya’da göçmen ve Türkiye’de geriye göç eden olarak yaşadıklarıyla baş etme sürecini, her iki kültürün de içinde barındırdığı klişeleri ve kendine has tuhaflıklarını ele alan Türkland, aidiyet arayışının insana özgü ve evrensel olduğunun altını çizerken, öte yandan da aynı karakteri iki oyuncunun “temsil ettiği” multimedya bir okuma performansı olarak yalın ama etkileyici ve etkili bir sahneleme ve de sahnede otobiyografik uyarlamalara dair yeni bir biçim önerisinde bulunuyor. Bir kültür-sanat platformu MAVİBLAU prodüksiyonu olan ve de Türkçe dilinde Almanca üst yazıyla sahnelenen Türkland’ın sahneye uyarlanma sürecine dair merak ettiklerimizi, performansın serüvenine dair detayları Dilşad Budak Sarıoğlu, Ilgıt Uçum ve İrem Aydın’a sorduk.

Ilgıt Uçum ve Dilşad Budak-Sarıoğlu

Önce Dilşad’a Türkland’ı nasıl bir ihtiyaçtan yola çıkarak yazdığını ve de sonradan sahneye uyarladığını sorarak başlamak istiyorum.


Dilşad Budak Sarıoğlu: Bu sorunun o kadar çok cevabı var ki. Tek bir motivasyonla yola çıkmadım ama şöyle özetlemeye çalışayım; ben Türkland’ı 2015’te kitap olarak yazdım, aslında ondan önce 2013’te ufak notlar tutmaya başlamıştım. O dönem metinde bahsi geçen eşimle, Cengiz’le evlenme kararı almıştık. Ben hukuk mezunuyum, burada bir hukuk ofisinde CEO olarak çalışıyordum ve ciddi uyum sorunu yaşıyordum iş ortamında. Bir de evleneceğiz ve ben kendimi düğün sürecinde çok yalnız hissediyordum. Ailem yurt dışında, ne yapacağımı bilemiyor, geleneksel süreçlerle karşılaşıyordum; bir yandan da biliyordum o gelenekleri çünkü içinde büyüdüm ama hiç ilgilenmemişim düğünlerle falan. Komik de şeyler yaşıyorduk, bir nevi kültür çatışması ve ben bunları not alayım dedim. Çünkü insanlara anlatıyordum ve çok gülüyorlardı. Ne kadar komik bir bakış açın var, sen bunları yaz diye yazar gazeteci bir arkadaşım da motive etmişti beni; ben de notlar aldım, ama ondan sonra o notlar öyle durdu hep. Sonra 2015’te işimden ayrıldım. Çok kötü bir boşluğa düştüm ve gerçekten ne yapacağımı bilmediğim için yazmaya başladım çünkü kendi içime sığamıyordum artık. Daha önce de kendimi gözden geçirdiğim, sorguladığım, terapilere gittiğim süreçler olmuştu ama bu çok farklıydı ve daha önce tanımadığım bir boyuttaydı. Yani baya köksüz ve aidiyetsiz, boşlukta gibi hissediyordum. Ve sadece Türkiye’de yaşadıklarım değil, bir anda Almanya’daki anılarım da canlanmaya başladı ve Türk toplumuna olduğu gibi Alman toplumuna karşı da müthiş bir öfke oluştu içimde. O öfkeyle baş edemediğim, içim içime sığmadığı ve mesleki olarak da nereye adım atacağımı bilmediğim için, yani terapi amaçlı bile değil, başka bir şey bilmediğim için yazmaya başladım ve bu böyle bir kitaba dönüştü. Bir de çok önemli bir mevzu daha vardı. O dönemde Türkiye’de bir anda sokaklarda Suriyeli göçmenler belirmeye başlamıştı ve benim dikkatimi çeken şey şuydu: O sıralarda Türk toplumu henüz bunu çok büyük bir geniş gönüllülükle karşılıyordu. Buna paralel olarak Almanya’da göçmen akınlarının karşısında yine ırkçı söylemler ortaya çıkmaya başlamıştı. Mülteci politikalarında yine kısıtlamalara gidiyordu Avrupalılar. Türk hükûmetiyle pazarlık yapıyorlardı ve Türk toplumu bunu kabulleniyordu. Ama bir yandan da anladım ki burada baya da bir başı kuma gömme durumu vardı. Çünkü ülkede entegrasyona dair hiç sağlıklı adımlar atılmıyordu; göç konusu politik ve toplumsal ve sanatsal alanlarda yeterince işlenmiyordu ve ben bu gerçekleri reddetme durumunun bir noktada patlayacağını hissediyordum. Dolayısıyla bu alandaki deneyimleri anlatmak gerekiyor diye düşündüm. Kişisel hikâyelerin de bu anlamda çok kapı açıcı olduğuna inanıyorum.


Ben siyasetten gelen bir insanım. Siyasi çalışmalar çok önemli tabii ama önce toplumda bir empati temeli yaratmak gerektiğini düşünüyorum. O empatiyi de en kolay kendi hikâyeni ve kendi kalbini açarsan sağlıyorsun. Ben de onu denedim ve bu motivasyonla yazdım. Bir de üçüncü çok önemli bir konu, Türkiye’deki insanların “Almancı” diye tırnak içinde kategorileştirdikleri insanlara karşı müthiş önyargılı olmalarıydı. Kafalarda hala çok klişeler ve önyargılar var. Ama genel olarak bu misafir işçilerin Almanya’da hangi koşullarda yaşadıklarını, çalıştıklarını ve nelerden geçtiklerini bilmiyor ve farkında olmadıkları için çok kolayca alay edebiliyorlardı. Bunu kötü niyetle de yapmıyorlardı, hatta en yakınındaki insanlar da yapıyordu. Mesela beni benimsediklerini biliyorum, ama benim parçası olduğum toplumla dalga geçiyorlar. Ve bu benim canımı çok yakıyordu. Beni hep böyle ayrı tutmaları, “ay sen diğerleri gibi değilsin” demeleri bir iltifat değildi benim için. Çünkü o diğerleri dedikleri insanlar benim sosyal çevremin bir parçası. Annem, babam, mahalle arkadaşlarım vesaire. Onlarla dalga geçmelerini istemiyordum. Dolayısıyla dedim ki bilgi aktarımı da şart. Bir şeyler anlatmalıyım, o bilgiyi vermeliyim, bilince insanlar daha hoşgörülü oluyor. Yani bütün bu motivasyonlarla yola çıkarak o kitabı yazdım. Kitap olarak da kaldı bu, Türkiye’de zaten çok niş bir konuydu o zamanlar. Şimdi şimdi çok ön plana çıkmaya başladı ama göç konusu o zamanlar hâlâ çok nişti. Ve dolayısıyla birkaç yayınevine gönderdim, kimse ilgilenmedi, ben de ne olacak bilmeden, düşünmeden öyle bıraktım. Sonra işte İrem karşıma çıktı.


Ilgıt Uçum ve Dilşad Budak-Sarıoğlu


Peki, İrem sizin Dilşad’la karşılaşmanız nasıl oldu, senden dinleyebilir miyiz?


İrem Aydın: Aslında komik bir tesadüf oldu. Ben Entropi Sahne’de çalışmaya başlamıştım. Orada bir oyuna gelecekti Dilşad, hatta oyunla ilgili yazacaktı. Dilşad geç kalmıştı oyuna ve o aslında geç kaldığı için biz tanışma fırsatı elde ettik. Konuşmaya başladık ve konuşmaya başlayınca hem elektriğimiz çok tuttu, hem anlattıklarımızla birbirimizin ilgisini çektik sanırım. Sonra bana kitabından bahsetti. Ben de o dönem Entropi Sahne’de festival yapsak, yerli yazarlar, yerli metinlere yer versek, kendi oyunlarımızı ve performanslarımızı yarattığımız bir alan oluştursak diye bir festival planlıyordum. Dilşad kitabını bana göndermişti, ben de okuyunca çok ilginç geldi. Ama hani bizim, genelde Batılı referanslarla büyütülmüş olanlar açısından böyle genel bir Almanya hayranlığı, Avrupa hayranlığı vardır ama Dilşad’ın kitabında madalyonun diğer yüzünü görmek enteresandı çünkü bütün sistematikliğiyle Almanya’daki ırkçılığı anlatıyordu aslında. Ve Türkiye’de amiyane tabiriyle “Almancı” deyip geçtiğimiz insanların aslında nelerle, nasıl bir sınıfsal bir ayrım, eşitsizlik ve adaletsizlikle mücadele ettiğini görmüş oldum kitapta. Onlar zaten Almanya’da, onların keyfi yerinde gibi bir algı vardır bizde; popüler kültür etkisiyle genelde dalga geçilen bir şeydir “Almancılık”, bir parodi gibi resmedilir, o imge ve imajlarla sınırlıdır Türkiye’de büyümüşlerde; eğer özel bir bağın ya da ilgin yoksa… Dolayısıyla bu çok ilginç gelmişti bana ve bunu nasıl oyunlaştırabiliriz, nasıl sahneleyebiliriz, nasıl bir okuma performansı olabilir diyerek yola koyulduk. O esnada Ilgıt da dahil oldu ekibe. Metin üzerinde hepimiz birlikte çalıştık.


Ilgıt Uçum ve Dilşad Budak-Sarıoğlu


Peki neden hikâyeyi iki kişi/iki oyuncu üzerinden aktarmayı tercih ettiniz?


İrem Aydın: Hikâyenin kendisinde bir ikilik durumu var ister istemez. Türkiye ve Almanya gibi. Dilşad’ın iki ülkede yaşayan yansımaları var aslında, bir izdüşümü var. Bunları tek bir bedensellik üzerinden sahnede kurmak çok kısıtlayıcı olabilirdi, onu açmak daha çok olasılık ve oyunsallık da sağlayacak bir şeydi. Aslında bu ikilikten yola çıkan bir fikirdi.


Ilgıt Uçum: Dilşad ve İrem tanıştıklarında biz Entropi Sahne’de kendi metinlerini yazmaya çalışan, ufak adımlarla ilerleyen bir ekip kuruyorduk aslında. Ve işte İrem festival için Dilşad’ı aramıza getirdi; Dilşad için kendi hayatını yazmış, bir bakalım dediğinde ben çok şaşırmıştım. Çok genç bir insan neden kendi hayat hikâyesini yazmış. Ne yazmış olabilirdi ki acaba? Sonrasında okuduğumda gerçekten çok şaşırdım ve üzüldüm. Bu arada ben iki tarafta da “Almancı” dedelerin torunuyum ama bizim ailede “Almancı” dedeler ailelerini terk etmiş kötü insanlar olarak anılıyor. “Almancı” kuzenlerim ise saftirikler hani ortası yok. Ya o ya o. O insanları anlamaya dair bir çaba yok ailede, sadece bir yaftalama var, sen de onu anlamıyorsun çocukluğunda. Ben çok büyük bir yüzleşme yaşadım aslında bu metinle. Ve kendi ailemdeki bu insanları anlamaya çabaladım en başta. Kendi geçmişimdeki benzer parçalara hiç dönüp bakmamışım, hiç dedelerimle bir bağ kurmamışım, çok rahat bir hayat sürdüklerine inandığım kuzenlerim orada ne gibi zorluklar yaşıyor düşünmemişim. Bunlarla karşı karşıya gelip üzerine düşünmeye başladığımda benim için kendi kişisel hikâyeme de çok büyük katkısı oldu. Bu ikilik bana, İrem’in dediği gibi çok doğal da geldi aslında. Birlikte yapalım dedik; iki kişi anlatsın bunu çünkü işte çok basit, iki ülke var, iki kültür var. Arada kalmışlık var. Metin üzerine baya bir çalıştık üçümüz.


Yaklaşık 300 sayfalık bir metni 30 sayfaya indirdik. Ve hikâyenin gerçekten acısını ve tatlısını, acısını tatlısını derken komedisinden trajedisine, çok dengelemeye çalıştık. Yoksa inanılmaz trajik bir metin olacaktı ve biz bunu hiç istemedik. En başta Dilşad hiç istemedi. Çünkü anlatmak istenilen bu değil. Biz kimseyi yaftalayıp, işte “siz bize böyle yaptınız, acılar çektik” gibi bir şeyden yola çıkmak istemiyoruz. Bu insanlar böyle insanlar, bu ülkede bunu yaşadılar, bunlar doğruydu, bunlar yanlıştı demek istiyordu Dilşad aslında dışarıdan bir yerden bakıp. Ve kendi hikâyesinden yola çıkıp, evrensel bir hikâye yaratma arzusundaydı. Ben o zamanlar Dilşad’ı anlamıyordum. Kendi hikâyen nedir, dümdüz anlat ama hayır. Topluma dokunan bir yerinden, dünyadaki herkese dokunan bir yerinden anlatmak istiyordu o hikâyeyi. Buna çok saygı duyuyorum.


Sahnede “-mış” gibi bir dünya yaratmak yerine aslında çok daha direkt bir okuma performansını tercih ediyorsunuz, ki zaten bence işi kuvvetlendiren unsurlardan biri de bu olmuş kesinlikle. Metni böyle bir formatta sahnelemeyi, sunmayı nasıl kararlaştırdınız?


İrem Aydın: Zaten ben genelde farklı formatlarla çalışıyorum, sen de biliyorsun, post-dramatik bir yerden yaklaşıyorum performanslara ama aslında hepsinin özünde kişiseli nasıl dönüştürüp estetize edebiliriz gibi bir araştırma var. Ne kadar farklı görünse de başka yaptığım bir işin temelinde de benzer bir çıkış noktası vardı ve bu Türkland’da metinsel olarak hazır gibiydi çünkü ben zaten oyuncularla prova sürecinde kişisel olanı dönüştürmek üzerine çalışıyorum. Yazılı ve hazır bir şekilde sanki orada duruyordu ve biz bunu nasıl en yalın haliyle aktarabiliriz diye düşündüm. Çünkü metin fazlasıyla bilgi de barındırıyor ama aynı zamanda eğlenceli bir tarafı da var; işte Ilgıt’ın acısıyla tatlısıyla dediği gibi, bunu nasıl dengeleyebiliriz, hem sıkıcı ve didaktik bir yere çekmeden hem de çok melodramatik bir yere bağlamadan, dengeyi nasıl kurabiliriz üzerinden yola çıktık. Metinsel olarak böyle bir yerden yaklaşınca, -mış gibi davransaydık ve daha fazla oyunculuk ekleseydik, tüm o inşa ettiğimiz alt yapıyı bozabilirdi.


Kişisel olanı dönüştürmeye ve farklı biçimlerle hikâyeleri aktarmaya dair yaklaşımından söz edebilir misin biraz İrem?


İrem Aydın: Ben aslında edebiyattan geliyorum. İspanyol Dili Edebiyatı okudum. Sonrasında İspanya’da tiyatro yönetmenliği üzerine Master yaptım. Şahika Tekand da var arada. O dönem tam da döndüğüm zamandı Türkiye’ye İspanya’dan. Bizim politik gündem her zamanki gibi cayır cayırdı. Onu çok da ayırmak istemiyordum aslında yaklaşımımdan. Çünkü çok şey yaşıyorduk, Gezi sonrası yaşananlardan, ki zaten o da bir göç hareketine dönüştü neticede, şu an geldiğimiz noktaya kadar, ki oradan bile bir bağlantı kurulabiliyor Türkland’la. Ve o dönemde yurtdışından alınan oyunların çevirilerinin yapılıp sahnelenmesi rahatsız ediyordu beni açıkçası, ağırlık hep çeviri metinlerdeydi. Aslında buradan yola çıkarak bir ihtiyaçtı o; biz bu kadar şey yaşarken aslında bizde olan ne? Biz neler üretebiliyoruz? Entropi Sahne o açıdan çok iyi bir alan oldu, deneyselliği orada keşfedebildim diyebilirim. Ya da o fırsatı elde edebildim. Orada bir araya gelip atölyeler düzenlendik. Ferdi (Çetin) de destek oldu hatta o dönem. Derken Türkland, Yerden Yukarı gibi projeler ortaya çıktı.


Biraz da Entropi Sahne’den bahsedebilir misin? Sizi bir araya getiren o “alana” sen nasıl dahil oldun?


İrem Aydın: Entropi Sahne, Yurdaer Okur’un tiyatrosuydu ama o dizilerde çalıştığı için çok sık gelemiyordu. Bir oyun çıkarıyorlardı Ebedi Barış diye, yazarı İspanya’dan Juan Mayorga. Ben de onun öğrencisiydim tam o süreçte. Ona bir mail geliyor Türkiye’den bir sahne oyununuzu oynamak istiyor diye, o da bana tanıyor musun diye soruyor. Ben de bakıyorum ve görüyorum ki çevirmeni tanıyorum ve çevirmen Canan, dönünce Yurdaer Okur’la tanıştırdı beni. Öyle bir bağlantı oldu, sonrasında onların da ihtiyacı vardı orayı yönetecek birine. Ben yapısal tarafıyla da ilgileniyordum tiyatronun, ama onun yanında kendi üretimimi sağlayabileceğim, kendi yaratıcılığımı da kullanabileceğim bir alan bulmuş oldum. Dolayısıyla böyle gelişti süreç. Sonrasında ise Berlin’e taşındım zaten.


Ilgıt Uçum ve Dilşad Budak-Sarıoğlu

Peki Ilgıt sen bu süreçte ekibe nasıl dahil oldun?


Ilgıt Uçum: Biz İrem ile Şahika’da (Tekand) beraberdik; 2012’de girmiştik oraya, bir sene sonra İrem ayrıldı, ben devam ettim. 2015’te Kadir Has’a girdim ve orada Yüksek Lisans yaptım oyunculukta. O sırada Devlet Tiyatrosu'nda bir oyunda oynuyordum. İrem, ben yeni metinleri çalışmak istiyorum, hani kendi yazacağım şeyleri, benim yazdığım şeyler var, siz de denemeler yaparsınız bir şeyler çalışırız dedi ve beni de oraya dahil etti. Beraber çalışmaya başladık, herkes bir şeyler yazmaya çalışıyordu, denemeler yapıyorduk. Bir yandan da tüm bunları bir festivale çevirebilir miyiz diye düşünüyorduk. Sonrasında Dilşad geldi ve İrem bu metinle bir şey yapabiliriz dedi. Zaten yaşanmış bir hikâye olması çok heyecanlandırdı bizi. İlk yaptığımız festival için bir okuma performansı olarak sahneledik. Aklımızda ileride oyunlaştırmak vardı ama sonra bu şekilde kalmasını tercih ettik. Metnin bu haliyle kalbe direkt dokunan bir tarafı vardı ve biz bunu hiç bozmak istemedik, seyircimiz de bu şekilde kabul etti. Beş yıldır Türkiye ve Almanya’da sahnelenmeye devam ediyor.


Ayrıca çok güzel bir öneri farklı bir biçim olarak. Peki, siz bu proje için bir araya gelmiş bir ekipsiniz ama her biriniz farklı alanlarda da üretimlerinize devam ediyorsunuz. Sırada ne var sizleri bekleyen?


Dilşad Budak Sarıoğlu: Ben kitabımı şu an tekrar Almanca olarak yazıyorum. Ayrıca Türkland farklı mecralarda devam ediyor. Almanya’da Hessen eyaletinde okullarda gösterilecek eğitim bakanlığıyla ortak bir projede. Onun pilotunu yaptık geçenlerde bir sınıfla ve muhteşemdi. Online gösterim olarak. Akabinde de öğrencilerle bir atölye çalışması yaptık. Aslında biz Türkland’ın bu kadar uzun süre devam edeceğini beklemiyorduk ancak performans bitmemekle birlikte, aksine böyle farklı mecralarda dallanıp budaklanıyor. Bunu da şöyle açıklıyorum: Biz buna kişisel hikâye diyoruz ama aslında bana göre kişisel her zaman toplumsaldır zaten. Kişisel politiktir, ben buna hep inandım. Benim hayatı yaşama biçimim de hep bunun üzerine kurulu ve zannedersem Türkland performansları bu yaklaşımı haklı çıkardı. Türkland kişisel bir hikâye ve aynı zamanda da değil; biz sadece toplumda karşılığı olan toplumsal ve politik yaralara dokunan noktalarla ilerledik bu hikâyeyi anlatırken. Çünkü bu benim hikâyem temsili, ama aslında Türkiye’deki insanlar, Almanlar ve böyle şeyler yaşamamış insanlar dahil herkesin kendinden birşeyler bulabileceği bir hikâye. Burada Türkiye’nin ve Almanya’nın yakın tarihini de anlatıyorum. Sadece göç tarihi değil, Türkiye’nin darbe tarihini mesela. Çünkü aslında biz bir prensibi anlatmak istiyoruz. Yani insan ve toplum kendi geçmişine ve kendi yaralarına bakmazsa iyileşemez, dönüşemez, daha iyi bir gelecek yaratamaz, ne kendisi için ne de toplum için. Dolayısıyla bunun kişisel hikâyeden öte bir metin olduğuna inanarak çalıştık hep. O yüzden de hep farklı mecralarda, okullarda, orada burada karşılık bulduğu için devam edecek gibi görünüyor.


Ilgıt Uçum: Şu an sahne üzerinde başka bir projem yok. Türkiye’nin belli bir dönemi üzerinden yola çıkan yeni bir oyun yazma niyetindeyiz aslında ama araya farklı projeler girdi. Kamera önü işlerimiz ve Dilşad’ın kitabı yazma süreci gibi.


İrem Aydın: En son yönettiğim kuir bilim-kurgu prodüksiyon Planet Lubunya, Ballhaus Ost Tiyatrosu’nda prömiyer yaptı. Henüz iki kere sahnelenebildi Berlin’deki sistemin işleyişinden dolayı diyelim, şimdi onu daha fazla seyirciye ulaştırmak için yeni başvurular yapıyorum. Onun dışında futurizm ve nostaljinin iç içe geçtiği kuir zamansallıklar üzerine çalışıyorum bu aralar. Bu doğrultuda yeni projeler gelecek gibi görünüyor.


Comments


bottom of page