top of page

Türkiye’de sanat eleştirisi VII


Murat Alat, her hafta farklı altyapılardan gelen sanat yazarları ile bir araya gelerek güncel sanatın en hararetli tartışma noktalarından olan sanat eleştirisi ve yazını üzerine konuşuyor. Serinin bu haftaki konuğu Duygu Demir

☕️ 17 dakikalık okuma

Duygu Demir, Fotoğraf: Bahar Yürükoğlu

Güncel Sanat'ın metinlerle çok sıkı bir ilişkisi var. Sadece eleştirmenler ve yazarlar değil, sanatçılar ve küratörler de üretim süreçlerinde metinlerle çok yakın ilişki içindeler. Metin sanat için, yapıt üzerine yazılan bir değerlendirme olmanın ötesinde yapıtın anlamını belirleyen ve hatta kimi zaman ona yol gösteren bir araç olarak beliriyor. Bu kimine göre zayıflık, kimine göre güç. Sanatın metinle bu ayrıcalıklı ilişkisi nereden geliyor? Sence bu sıkı fıkı ilişkinin temelinde ne var; bu ne tür bir ilişki?

Evet, sanatın metinlerle olan ilişkisinin günümüzde sıkılaştığına ve yoğunlaştığına katılıyorum. Ama bunu güncel sanata özgü bir durum olarak görmenin de tarihsel bir miyopluk olacağının altını çizmek isterim. Sanat saraydan veya aristokratik koleksiyonlardan dışarı doğru açıldığı an, yazı işin içine girmiş zaten! 17. yüzyılda, Fransa'da Akademi’nin düzenlediği salonlar yarı-kamusal hale geldiklerinde sergi kitapçıkları satılmaya başlıyor. İlk başta sadece kategorizasyon için ama 1746'dan itibaren bu kitapçıklara metinler giriyor ve o andan itibaren sanat algısı yazıdan etkilenmeye, onunla şekillenmeye doğru gidiyor. Çok ilginç, devrimden sonra akademi kapatıldığında sergileri düzenlemeyi Commune des Arts üzerine alıyor ve 1793 yılının sergi kitapçığında önsöz, politik bağımsızlık ile sanatsal bağımsızlığı ilişkilendiriyor. Başka türlü bir metin ilişkisi de var tabii; bu da 60'ların sonu 70'lerin başında yazının -ya da söz veya metin de diyebiliriz- yapıtın içine girmesi. Bu hem kavramsal sanatla hem de yapısalcılık ve yapısalcılık-sonrası tartışmaları ile ilgili. Burada da iki durum var; biri temsili reddetmek biriyse sözden temsil olarak şüphe duymak. Bence şu an bu farklı metin türlerinin (içeriden ve dışarıdan, her iki ihtimalde de sözü bir destek olarak benimseyen ya da onun temsil gücünü de sorgulayan) eşzamanlı olarak kullanıldığı bir dönemdeyiz.

Bu tarihsel ve daha teorik kısmı bir kenara bırakırsak, şu an tam da Venedik Bienali'nden döndüğüm için sanatta yazı kullanımını oradaki örnekler üzerinden düşünüyorum. Bienalin ana sergisinde Christoph Büchel'in Arsenale'nin kıyısına yerleştirilmiş bir işi vardı: Kızaklarda duran hasarlı bir gemi. Hiçbir açıklama ya da metin yok. Sanatçı öyle sergilenmesini tercih etmiş. Yanından geçerken şöyle bir baktım. Kanal kıyısında ve eskiden tersane olarak kullanılan bir yer olduğu için orada durması göze tamamen doğal geliyor. Emekliye ayrılmış ya da tamir bekleyen bir gemi gibi... İşi heykele çeviren şey, bunun 800 kişinin hayatını kaybettiği 2015'te Libya kıyısında batan balıkçı teknesi olduğunu öğrenmek. İş zaten çok tartışma uyandıran bir jest ama ben burada işin metinle olan ilişkisine dikkat çekmek istiyorum. Sergi mekanizmasının içinde metin yok ancak iş tamamen kelimeler üzerinden varolabiliyor. Bence bu senin sorunun satır aralarındaki “metin-yapıt arasındaki tedirginliği” görünür kılan bir durum. Diğer yanda konuşabileceğimiz başka yazılar da var tabii: Basın bültenlerinin aldığı garip durum, küratörlerin ya da asistanların yazdığı hiçbir şeye benzemeyen jargon yüklü metinler... Triple Canopy'de çıkan International Art English makalesi bu tip yazıların hakkından -müthiş bir şekilde- gelmişti zaten ama hala yazılmaya devam ediyor.

İşin başka bir boyutuysa, tarihselleşmeye muhtaçlık ya da bir sanatçının jestini anlamak için onun pratiğini hap halinde sunması gereken "değnekler." Bunlardan da bol bol yazmış biri olarak hala cebelleştiğim bir konu olduğunu söyleyebilirim. Bu arada yeri gelmişken, ben sergi turu veren kulaklıkla gezme işini de bu metin tartışmasına katmak isterim, o alanda ilginç şeyler yapıldığını düşünüyorum. Utanmadan söyleyebilirim ki, hep alır ve dinlerim, hem mesleki olarak nasıl yapıldıklarını anlamak için, hem de değnek olarak kullanılmalarına hiç karşı değilim.

Büchel'in işi gerçekten ilginç ve bazı eserlerin metinle olan ilişkisini iyice açığa çıkaran bir örnek lakin senin tabirinle "değnekler" kimi zaman işin önüne geçiyor. Sanatı anlaşılmaz bulan izleyici hemen yardımcı metinlere koşuyor ve metinler çoğu zaman yetersiz, çoğu zaman da bu dünyadan değil denilebilecek kadar karışık oluyor. Kavramsal çerçeve metinleri bir uzmanlık alanı yaratmak istermişçesine farklı disiplinlerden kavramların bir araya getirildiği karışımlar oluyor. Biz bu "değnekler"den devam edersek bunlar sadece izleyiciye yol göstermek için değil, aynı zamanda sanat eserine meşruiyet kazandırmak için kurgulanıyor. İzleyiciye bakın siz burada bir şey görmüyor olabilirsiniz ama aslında tüm bu olan bitenin ardında şu düşünceler var diyebiliyor. Bu durum tepkisel olarak Kavramsal Sanat'ın metinle olan verimli ilişkisinin reddedilmesine yol açan bir estetik direnişe yol açabiliyor. Duygulara hücum etmek sanatçı için daha meşru bir yol olarak belirebiliyor. Peki sınırı nerede çekmek lazım? Sanat gerçekten metinlerin sağladığı meşruiyete muhtaç mı ya da sanat bir uzmanlık alanı mı? Anlık deneyimin iş değerlendirmede rolü ne?

Değnekler üzerinden sanatla ilişkimiz konusunda çok temel bir soruya geçtin, buna genel geçer bir cevap vermek mümkün değil. Ya da şöyle diyeyim, ben sanatı bazen bir disiplinsizlik alanı olarak görüyorum, bu da Rancière'in sanata "indiscipline" demesinden geliyor. Çok aklımda kalmış bir laftır. Bu yüzden sanatı diğer disiplinlerin de gelip nefes alabildiği ve ortalığı karıştırabildiği bir disiplinsizlik alanı olarak düşünmek beni ferahlatıyor. Mimarlığında yapamadığı mekana dair düşünce egzersizlerini sanat bir düşünenin yapmasına, denemesine izin veriyorsa bu güzel bir şeydir. “Sanat şudur, budur, bir uzmanlık alanıdır…” diyerek kısıtlamamak lazım. Sanat yazıları için de böyle olsun isterim. Diğer yandan da sanat analitik ve eleştirel tarafını kaybedip tamamen estetik düzeyde kaldığında ya da sırf ilişkisel bir tecrübeye dönüştüğünde -ki bugün bir çok saygın müze bile bu tür tuzaklara düşüp eğlence alanlarına dönüşebiliyor- benim de tüylerim diken diken oluyor. Problem şu ki sanatın, hem yüksek derecede teorik ve tarihsel birikime hitap eden -senin "uzmanlık" diye tabir ettiğin- bir yanı var, hem de kamuya açık görünür bir olaydan ve paylaştıkça var olan bir yanı var. Çünkü takipçisi yoksa sanat da yok aslında... (Bilerek tek tarafı pasifize ettiği için seyirci lafını kullanmamaya çalışıyorum burada.) Kendi düşünmeme yardım eden bir örnek vereyim: Lisede bir öğretmenim bana Shakespeare okurken “Shakespeare oyunlarına ev sahipliği yapan tiyatrolarda, halk, elitler, aristokratlar gibi oturma düzeninde uygulanan mimari ayrımların oyunların içeriğinin de attığı ağın genişliği konusunda ipucu verdiğini” söylemişti. İzlediğinde pek fazla okumamış birinin oradaki drama veya komediden çıkarabileceği, anlayıp takip edebileceği şeylerin bir sınırı var ama gene de herkes farklı seviyelerde kendine hitap eden farklı bir şeyler bulabiliyor. Ben o çok-katmanlılığın sanatta da yakalandığı zaman müthiş bir zenginlik olduğunu düşünüyorum. İşe bakınca, okuyunca, gidip üzerine düşününce, ya da biraz sanat tarihi biliyorsan başka işlerle de ilişkilenince açılan katmanları varsa zaten çok vurucu oluyor. O yüzden aslında o değneklerin de sonu yok. İşin yanındaki künye ya da basın bülteni veya kataloğundaki metin bir çeşit bulmaca anahtarı görevi görüyorsa bu durum bence o işin daha iş olamadığının altını çizer. Büchel'de de böyle bir durum olduğunu düşünüyorum ben.

Bu noktada şuna geleceğim; izleyici, benim gördüğüm duyduğum kadarıyla, bazı işler karşısında çaresiz kalabiliyor. Bazı kurumlar bu çaresizliği aşmak için ve izleyiciden yüksek oranda olumlu geri dönüş almak için estetik yönü ağır basan, yani izleyicinin (ki ben de bu noktada izleyici değil katılımcı demek isterim) duygularına saldırı yapan sergileri tercih edebiliyor ama sanatın olanaklarını düşününce bu çok kısır bir alan olarak beliriyor. Sorum şu, sanat gercekten izleyici için anlaşılması zor bir şey mi? Tüm gücünü kullandığında, imkanlarını seferber ettiğinde, izleyicide zorunlu olarak bir yabancılaşmaya yol açıyor mu? İlla estetik araçlara ihtiyacı var mı? Ya da bir ek soru olarak bu estetik araçların yokluğunda metinler mi yardıma koşuyor?

Ne demek istediğini anlıyorum ama biraz istediğin gibi bir cevap vermeye direneceğim sanırım. Senin sorunun altında bir ayrım var, bence aydınlanmacı düşünceyle gelen ve hala da uğraştığımız bir ayrım: Akıl ve beden ayrımı. Sanatın bir düşünsel kısmı var, bir de estetik kısmı. Birisi aklımıza, diğeri bedenimize hitap ediyor. Birisi kolay ve ucuz, diğeri yüksek bir değer. İstediğimiz tecrübe diye bu ikili düşünce sistemine kendimizi verirsek, bence, şimdiye kadar herkesin kaybettiği gibi biz de kaybederiz. Sanat bence bu ikisinden birini seçseydi zaten sanat olmazdı, bizi de bu kadar meşgul etmezdi gibi geliyor. Bu ayrımı tam da yapamadığımız için kurcalamaya devam ettiğimiz bir olay. Ben baktığım işlere hem bedensel hem de düşünsel tepkiler veriyorum, bunları da ayrı ayrı değil eşzamanlı yaşıyorum, daha doğrusu eğer öyle yaşayabiliyorsam, zaten heyecanlanıyorum. Sadece söz ile söylenilen bir şey ise, zaten onu resimmiş, fotoğrafmış, yerleştirmeymiş gibi anlatmak illüstrasyon oluyor. Farkındaysan, 20. yüzyıl ikinci yarısından itibaren minimalizmin fenomenolojik endişelerini kavramsal sanat, yapıbozum, feminizim, kimlik gibi olguların sanatı yönlendirdiği çok serebral bir dönem, o dönemi de tecrübenin ön plana çıktığı 90’lar takip etti (minimalizmden bir önceye sarınca da soyut dışavurumculuk, kendini tekrar eden bir beden-bir kafa gibi bir ritim burada beliriyor zaten). Şimdi de iç organlarda bile hissedilen (visceral), ya da dokunma duyusu ile ilgili (haptic) filan gibi kelimeler kullanılıyor. Bir seçim yapmaya çalışırsak sadece trendlerle beraber savruluruz. Hepsi de yeni bir yaklaşım şeklini biraz daha açtığı için elbette iyi oluyor. “Estetik olmazsa halk yabancılaşır” ya da “sanat da bir uzmanlık alanı oldu, artık hiç anlaşılmıyor” gibi düşünceler tam da içinden çıkmamız gereken bir yapı gibi geliyor. Bedenen ve kafaca açık olmayı öğrenmek lazım. Eğer sanatla bir ilişkiye geçmek istiyorsanız bu açık niyet önemli. Hiçbir şeyin tek bir tecrübe edilme şekli yok. Ama o gün sen bir müzeye, galeriye ya da parka gidersin, ya da hep yürüdüğün sokakta bir binanın formunu fark edersin, yeni bir şeyle karşılaşırsın ve o açıklık gündeliğin dışında bir tecrübe yaşamana izin verir; bence o sanat tecrübesidir. Çok da kurcalamaya gerek yok!

Metinden konuştuğumuz için burada şunu ekleyerek konuya döneyim istersen. Geçen gün çok sevdiğim bir yazarın sergisine gittim. Chris Kraus, kariyerine pek de dikkat çekmeye filmler yaparak başlıyor, sonra bir noktada anlıyor ki bu filmlerden bir şey olacağı yok, biraz otobiyografik, biraz kurgusal hikayeler yazmaya başlıyor. Kitapları müthiş, içinde bazen sanata dair düşünceleri ya da gittiği bir sergiye ilişkin inanılmaz isabetli okumaları var. Gittiğim sergide Kraus’un kitaplarına benim gibi hayran olan mekan direktör ve küratörü ona “kitaplarında hep kötülediği filmler acaba gerçekten nasıl?” diye sormuş. Sergi mekanın ortasında, bir platformda birçok televizyon ekranında bu filmleri gösteriliyor, duvarlarda ise kitap sayfalarından büyütülmüş pasajlar ve kitapların kendileri var. Açılışta Chris Kraus bir okuma yaptı ve şöyle dedi: “Ben, yazmayı ertelemek için o filmleri yapıyormuşum.” Gelmeye çalıştığım nokta şu, evet, bence bazı sanatçılar yazmayı erteliyor ve fikirlerini görselleştiriyorlar çünkü kendilerini sanatçı kalıbında görmeye alışmışlar. Eğer ifade etmek istediğin şey sözle daha iyi ifade edilebiliyorsa zaten zorlamaya gerek yok ki... İfade malzemeni değiştirme tevazusunu göstermen gerekiyor. Bu da aslında biraz önce değindiğimiz o disipliner düşünce yapısını da silkelemekle ilgili sanırım.

Sanatın politik olduğunu ya da olabileceğini düşünüyor musun? Sanat'ın politika ya da gündelik hayat üzerinde bir etkisi var mı? Misal Venedik’te gördüğün o göçmen gemisi bir dönüşüm yaratmaya bir etki yaratmaya muktedir mi sence?

Evet ve hayır. Şöyle düşünüyorum, sanatın politik olması ile sanatın reel politika üzerinde etkisi olması tamamen iki ayrı şey. Sanat tabii ki politik bir şey. Sanatın gündelik hayat ya da siyasi yaptırım üzerinde ölçülebilecek hiçbir etkisi olmadığını düşünüyorum. Bence sanatın yaratma ihtimali olan değişim ve dönüşümler çok yavaş ve radarın altında. Bu bazen çok sinir bozucu, yıldırıcı gelebiliyor, özellikle de bizim gibi kültürel üretim içinde olan ve buna kafa yoran insanlar için. Ben bunu yaşıyorum. Mesela, Nicolas Bourriaud'nun Ankara'da bienal ile ilgili yaptığı bir konuşmaya denk geldim. Orada antroposen ve antropoloji üzerinden yedinci kıta temasını açıklarken gösterdiği sakinlik bana çok ters geldi. Ben her sabah Açık Radyo'da Ömer Madra'nın küresel ısınma vaazlarını dinliyorum (bir yandan onunki de çok pasif bir duruş aslında) oradan da biliyorum ki çok kritik birkaç senenin içindeyiz, çok sistemsel değişiklikler yapılmazsa bu ısınmayı bir buçuk derecede tutma işi inanılmaz zor. Bunun için gereken bilinçlendirme ve kitle hareketi tabii ki bir sergiyi ziyaret eden birkaç yüz bin kişinin birden bir kişisel aydınlanma yaşaması, sıfır çöp üreten, petrolü ve petrol ürünlerini tamamen reddeden bir yaşam stilini benimsemesi ile olacak iş değil. Tabii ki abartarak ve basitleştirerek durumu biraz karikatürize ediyorum ama bazen bu teorik soruları günlük seçim ve deneyim yüzeyine indirip bir ne dediğimizi ve işlerliğini kontrol etmemiz gerekiyor. Bourriaud'ya da sordum, “peki bu kadar acil bir durum varken bu konuda bienal yapmak ne işe yarıyor?” diye, o da “sanat aktivizm değildir,” dedi kısaca. Bu aslında hak verdiğim ama kabullenmek de istemediğim cevapla beraber kendimi çok verimsiz/kendi kendini eyleyen bir sistemin içinde bir aktör olarak gördüm. Bütün durumdan soğudum. Kısaca şunu da demek istiyorum, ben bu sorularla cebelleşiyorum ve farklı cevaplar arıyorum, o yüzden bugün söylediklerim de sabit değil. Gene Rancière diyeceğim ama, bir lafı var, çevirirsek şöyle birşey oluyor: “Sanat, işlevleriyle arasına koyduğu mesafeden, kurduğu zaman ve mekân türleri yüzünden ve zaman ve mekânı parselleme şekli dolayısıyla politiktir.” Sanatın gündeliği, reel politikayı reddedebildiği için, bunları karşısına alabildiği ya da gerçeklikle ilişkisini kendi ayarlayabildiği için politik olma potansiyeli var. Romantik olduğunu bilsem de bunu inanıyorum, çünkü aslına bakarsan böyle yaşayabilmem, zamanımı ve enerjimi bu işe adamaya devam etmek için buna inanmam gerek. Diğer yandan, "sanat dünyası" dediğimizde, içinde de kendi politik durumları olan bir sistemden bahsediyoruz, yani söylem ya da duruşla pratiğin tamamen birbirinden kopuk olabildiği ya da yüzde yüz örtüşmediği (özellikle kurumlar söz konusu olduğunda) durumlar yaratan, işi onunla birlikte gelen ya da gelmesi gereken hassasiyetlerden çok uzak bir şekilde kotaran insanların kol gezdiği (mesela karpuz da satsa tablo da, aynı çeşit kurnaz tüccar bireyselliğiyle hareket edenler), emeğe ve zamana gerektiği değeri vermeyenler, prestij peşinde olanlar gibi... Bu da aslında bir mikrokozmos. Ama bence birçok idealist insanın, açık kafanın, başka dünyalarda tanımlanamayanların kendine yer bulduğu ve bir çeşit hassasiyetleri yüksek insanlar konsantrasyonunun daha yüksek olduğu bir dünya, o yüzden gene de başka dünyalara tercih ediyorum. Christoph Büchel'in işi çok tartışma yaratan bir iş, bence zaten amacı da bu. İşin etkisi gösterilmesinden çok gösterildiği ana kadar geçen süreçte olabilir. Düşünsenize, Venedik Bienali gibi bir yapının içine o gemiyi dahil etmek için aşman gereken bürokratik engelleri, ikna olması gereken politikacıları... Bu Mart'ta demokratlar tekrar kazanana kadar İtalya'da da tehlikeli bir durum vardı, sağ ve göçmen karşıtı bir partinin de olduğu bir koalisyon ülkeyi yönetiyordu ve popülizm uğruna Avrupa Birliği karşıtı bir hareketlenme bile vardı. O geminin böyle bir süreç sırasında Arsenale'ye getirilmesinin yolunun açıldığını da düşünmek lazım. Yani oturduğumuz yerden “aman bu da çok şovenist, hem de kafenin önüne konulması manidar,” diyerek tam bir gösteri toplumu okuması yapmak da bayat bir solculuk gibi geliyor. Ben asıl bunu reel politikadan çok uzak buluyorum.

Aslında daha uzatmak istiyordum ama sanırım limite ulaşıyoruz bu yüzden son olarak güncel sanatta ya da düşüncede, güncel bulduğun seni heyecanlandıran ne var diye sorup bitirmek istiyorum.

Buna iki türlü cevap vereceğim, birincisi günümüzden diğeri de 75 yıl önce yazılmış ve okuyunca heyecanlandığım bir şeyden. Asıl konumuz olan sanat/yazı ilişkisiyle de ilintili bence... Güncel sanatta beni heyecanlandıran şey vücudun geri dönüşü. Bunu figür anlamında söylemiyorum, vücutsal bir iletişimin geri dönüşü. Böyle dediğimde sadece performanstan bahsediyormuşum gibi okunabilir, ama aslında sadece ondan da bahsetmiyorum. Bedensel olarak da bizi heyecanlandırabilecek bir şeyler geri dönüyor gibi geliyor, bunun için her zaman başka bir insan bedeninin mekanda olması ya da yüzeyde figürle angaje olan işleri kastetmiyorum. Geçen gün gittiğim Bonaventure Soh konuşmasında Trinh Minh Ha'dan bir alıntı yaptı, bu benim Venedik Bienali'nde gerçekten aklımda kalan işler için de bilinçsiz uyguladığım bir süzgeci tarifledi, sonra bende taşlar oturdu. Trinh Minh Ha "ritim vücut ile zihin arasındaki kapıdır" demiş. Beni bu aralar ritmi olan işler heyecanlandırıyor diyerek biraz da ucu açık bir kapı olarak bunu bırakayım. Okuduğum şeylerden de 70 küsur yıl önce yazılmış olmasına rağmen beni heyecanlandıran bir şey oldu, bir de ondan bahsedeyim. Ressam ve Gazi Eğitim'de uzun süre öğretmenlik yapan Malik Aksel 1942'de üçüncü Devlet Resim Heykel Sergisi ile ilgili Resim Sergisinde 30 Gün diye bir kitap yazmış, bu önce CHP'nin Halkevleri yayını Ülkü'de tefrika olarak yayımlanmış, bir sene sonra da kitap olarak basılmış. Günlük formatında, ressamın tanık olduğu olayları anlatıyor, belki içinde biraz fiktif öğeler de vardır ama isim vermeden yaptığı tasvirlerle de o günün ortama hakim okuyucusunun tahmin edebileceği şekilde yazmış. "Kısa boylu mavi koleksiyoner" ya da "yazları beyaz kışları açık gri takımlar giyen mum gibi ressam" gibi. Okurken acaip şaşırıyorum ve eğleniyorum. Sergi açılmadan ressamlar arasında geçen satış endişesine dair konuşmalardan, koleksiyoneri yağlayanlar dedikodusundan, sürekli hediye isteyen devlet memurlarına, sergiyi ziyaret eden liseli öğrencilerden heykellerin en çok neresine dokunulduğuna ya da sanatçılar arasındaki güzellik mefhumu tartışmasına kadar içinde her şey var. Bazısı tam dedikodu, bazısı da bence tarihsel değer taşıyan bilgiler, bazısı da sosyolojik olarak o kadar bugüne benziyor ki ibretlik ders gibi. Ama çok ilginç, bugün kimse sanırım aynı içtenlikle böyle bir şey yazmaz, bunun devletin kontrolünde olan bir yayın organını aracılığıyla sirkülasyona girmesi ve pedagojik bir fırsat gibi görülmesi ise mümkün değil. O yüzden müthiş güncel buldum, sen güncel deyince aklıma belki biraz garip oldu ama bu geldi.

bottom of page