Suyun üstünde kalmak
- Berfin Küçükaçar
- 31 Eki
- 6 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 31 Eki
Çağımızın iç içe geçmiş krizlerini bireysel kırılganlık ve kolektif direnç ekseninde ele alan Basınç Altında Suyun Üstünde, Nilüfer Şaşmazer'in küratörlüğünde 12 Haziran 2025 - 11 Ocak 2026 tarihleri arasında Arter'de gerçekleşiyor. Şaşmazer ile kaygı, baskı ve kırılganlık kavramlarının sergide nasıl somutlaştığını ve sanatçıların bu temalar karşısında geliştirdiği direnç biçimlerini konuştuk
Röportaj: Berfin Küçükaçar

Nilüfer Şaşmazer
Basınç Altında Suyun Üstünde, günümüzün üst üste binen krizlerini merkezine alıyor. Çevresel felaketlerden ekonomik istikrarsızlığa, göçten politik baskılara uzanan bu temalar, küresel belirsizlik çağının ortak duygusu olan kaygıyı görünür kılıyor. Sergi bu temalar aracılığıyla hangi soruları tartışmaya açıyor?
Sergi, Arter’in giriş katında yer alan ilk bölümünde, içinde yaşadığımız zamanı bireysel ve kolektif düzeyde nasıl deneyimlediğimize odaklanıyor. Bu kattaki yapıtlar, küresel ölçekte hissedilen kaygı ikliminin bedensel, zihinsel ve duygusal etkilerinin izini sürerken, aynı zamanda bir tür ortaklık duygusu yaratmayı amaçlıyor. Alt katta ise sanatçıların bu baskı ortamıyla nasıl baş ettikleri ve ne tür direnç mekanizmaları geliştirdikleri araştırılıyor. Bu karşı koyma ya da direnme teknikleri arasında son derece şiirsel ve soyut yaklaşımlar olduğu gibi, daha doğrudan ve fiziksel bir karşı koyuşu önceleyenler de yer alıyor.
Serginin temel perspektifi, aslında 20. yüzyılın ortalarından bu yana birçok yazar ve düşünürün tartışmaya açtığı kaygı ve siyaset ilişkisi etrafında şekilleniyor. Hannah Arendt, totaliter rejimlerin bireylerin failliğini ortadan kaldırdığını; Zygmunt Bauman, modern toplumda akışkan korkuların sürekli bir belirsizlik duygusu yarattığını; Judith Butler, kesintisiz tehdit hissinin bir kontrol aracına dönüştüğünü; Mark Fisher ise neoliberalizmin “alternatifsizlik” fikrini dayatıp kolektif bir kaygı kültürü oluşturduğunu söylerken tam da içinde yaşadığımız dünyaya dair keskin gözlemler ortaya koyuyordu. Bugün artık içine hapsedildiğimiz küresel sosyo-politik ve ekonomik sistemlerden kaynaklanan hem daha parçalanmış hem daha yaygın bir kaygı hâkim. Sergi, tam da bu noktada, sanatçıların adaletsizlik, sansür ve totaliter eğilimler karşısında geliştirdikleri tutumları ve farklı direniş biçimlerini bir etki-tepki diyalektiği içinde görünür kılıyor.
Solda: Claire Fontaine, İsimsiz (yok et ve canlandır), 2004, Yaklaşık 40 kibrit çöpü içeren baskılı kibrit kutusu, 5,5 x 3,5 x 1,5 cm, Ed. AP II, T293, Roma ve sanatçının izniyle
Sağda: Nadia Kaabi-Linke, Kusursuz Suçlu, 2012, Toz boya kaplı çelik, 120 x 230 cm, Arter Koleksiyonu
Basınç Altında Suyun Üstünde, Arter’in giriş katında “basınç”, -1. katında ise “suyun üstünde kalma” kavramları etrafında örülüyor. Bu katlar arasındaki geçişi planlarken izleyicinin sergi boyunca yaşamasını hedeflediğiniz düşünsel ve duygusal yolculuk nasıldı? Mekânsal düzen bu deneyimi nasıl yönlendirdi?
Serginin hazırlık sürecinde benim için belirleyici olan ilk unsur, iki ayrı galeri alanını gözeten bir kurgu geliştirmekti. Arter’in diğer galeri alanlarının aksine, bu iki mekân arasında doğrudan bir bağlantı bulunmaması, beni ikili yapıya sahip bir sergi hayal etmeye yöneltti. Bir süredir hem bugünün dünyasına hükmeden kaygı duygusuna odaklanan yapıtlara hem de bu kaygının altında gizil bir potansiyel taşıyan, yıkıcılıkla iç içe geçmiş bir yenilenme dürtüsüne işaret eden eserlere ilgi duyuyordum. Bu iki duygunun aslında bir tür nedensellik içinde var olduklarını fark ettiğimde serginin strüktürü de aslında netleşmeye başladı. Zamanla yerüstü/yeraltı, basınç/patlama, potansiyel/eylemsellik, majör sistemler/minör eylemler gibi kavram çiftleri öne çıktı ve katlara ayrıldı. Bu ikilikleri birbirine düğümleyecek olanın yine sanatçılar olması gerektiğini düşündüğümden, seçkiyi oluştururken aynı sanatçının her iki duygusal ve düşünsel düzleme de bakmasını önceledim. Bu yaklaşım hem seçenekleri daraltarak odaklanmamı sağladı hem de sanatçıların dünyalarına adım atmama; farklı meselelerle nasıl yüzleştiklerini ve direnç biçimlerini daha iyi anlamama imkân tanıdı. Sonunda dünyanın farklı köşelerinden 15 sanatçının 30’dan fazla yapıtını bir araya getiren bir sergi ortaya çıktı.
Solda: Alicja Kwade, Kullanılmış ve Yorgun 2, 2012, Ahşap palet, 85 x 80 x 40 cm, Özel Koleksiyon Sağda: Shilpa Gupta, YineDeBilemezlerRüyalarımı, 2021, Hareketli paneller, 35’, 238 x 13 x 25 cm, Ed. 2/5, Frith Street Gallery, Londra ve sanatçının izniyle
Sergide kişisel kırılganlık ve toplumsal baskı yan yana geliyor. Bu kesişim üzerinden, bireysel deneyim ile kolektif travmanın birbirini nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz?
Bu ikisini birbirinden ayırmak aslında neredeyse imkânsız. Kim olduğumuzu belirleyen unsurlar, yalnızca doğuştan getirdiğimiz özelliklerle sınırlı değil; içinde büyüdüğümüz ve yaşadığımız çevre de belirleyici bir rol oynuyor. Üstelik bu çevre sosyo-politik koşullardan doğrudan etkileniyor. Sergide birçok sanatçının yalnızca kişisel deneyim ve gözlemlerinden değil, aynı zamanda içinde yaşadıkları zaman ve mekânın tanıklığından da yola çıktıklarını görmek mümkün. Örneğin Alicja Kwade’nin Kullanılmış ve Yorgun başlıklı, antropomorfik özellikler taşıyan yük paleti, günümüzün verimlilik baskısını yalın ama son derece etkili bir biçimde özetliyor. Nitekim bu baskı, hem bireysel hem de kolektif düzeyde hissettiğimiz bir yük. Aynı şekilde Shilpa Gupta’nın bir düzyazı şiir olarak tanımlayabileceğim metninin aktığı, hareketli panolardan oluşan YineDeBilemezlerRüyalarımı adlı eseri, iktidarla kurduğumuz ilişkileri, kırılganlığımızı, körlüğümüzü ve suç ortaklığımızı düşündürürken, ifade özgürlüğünün hem kişisel hem de toplumsal düzeyde bizi nasıl sakatladığına işaret ediyor. Sergide, bu türden bireysel ve toplumsal katmanların birbirine dokunduğu birçok eser var.
Solda: Mariana Vassileva, Kendi Eliyle, 2011, Alçı, altın yaldızlı dikenli tel, 50 x 25 x 25 cm, Ed. 3/5, Arter Koleksiyonu Sağda: Ángela de la Cruz, Hiçbir Şey serisi, 1998-2018, Tuval üzerine yağlıboya, Değişken boyutlar, Galerie Thomas Schulte, Berlin ve sanatçının izniyle
Kaygı, baskı ve kırılganlık gibi kavramlar sanat yapıtı üzerinden görünür kılındığında, travmatik ya da yıkıcı deneyimlerin estetik nesnelere dönüşmesi problemi ortaya çıkabiliyor. Bu sergideki yapıtların seçiminde bu duruma karşı neleri göz önünde bulundurdunuz?
Bahsettiğiniz konu, sanatın en girift meselelerinden biri. Bana kalırsa, burada teraziye konulması gereken, sanatçıların etik/estetik bağlamında ne kadar hassas ve sorumluluk sahibi bir yaklaşım benimsediği. Şayet bir sanatçı bireysel ya da toplumsal bir travmayı, olayı ya da durumu düşünsel bir derinlik ya da katmanlı bir bağlam önermeksizin, yalnızca sansasyon yaratmak ya da ham bir duygulanım uyandırmak amacıyla nesneleştiriyorsa, bu eserin sorunlu bir pozisyon ürettiğini düşünüyorum. Yalnızca estetik bir deneyimi amaçlayan bir yapıt ile konusunu derinlemesine irdeleyen, dönüşüme kapı aralayan bir yapıt arasındaki fark, kimi zaman bu gerçekten çok ince bir çizgi olsa da, çoğunlukla hissediliyor bence. Ancak bu sergideki eserler meselelerini zaten çok daha incelikli bir yerden ifade ediyorlar.
Solda: Fatoş İrwen, Çatırdayan Sınırlar, 40’lar (detay), 2022, Tuval üzerine saç, toprak ve bitki, 40 parça; her biri 30 x 30 cm, Zilberman Gallery ve sanatçının izniyle
Sağda: Ugo Schiavi, Altın Arayanlar (Rebuscadores de Oro), 2016, Altın kaplama kurşun, 4 parça; 19,5 x 14,5 cm, 20,5 x 13 cm, 21 x 13 cm, 20 x 12,5 cm, THE PILL® ve sanatçının izniyle
Basınç Altında Suyun Üstünde, politik, ekonomik ve çevresel krizleri üst üste binmiş bir şekilde temsil ediyor. Bu bağlamda sergi, izleyiciye bu krizlerin sistematik ve birbirine bağımlı doğasını düşünmek için hangi yolları öneriyor?
Sergideki eserler birçok anlam katmanını içeriyor, ben de sergiyi kurgularken, tek bir okuma biçimi önermek yerine, mekânsal düzenlemenin çapraz okumalara olanak tanıyabileceği bir yol izlemeye çalıştım. Bahsettiğiniz krizlerin bir aradalığı, örneğin Nasan Tur’un çocukluğun dünyasına ait olsa da ilk korkularımızı temsil eden “gölge oyununda” somut bir karşılık buluyor. Hem yaratıcı hem cezalandırıcı işleve sahip ellerin, ürkütücü varlıklara dönüşen gölgeleri, gerçekliğin sürekli çarpıtılmasına, özellikle medya ve politika üzerinden çocuklaştırılmamıza işaret ediyor. Gerçekliklerin üstünün türlü imajlarla örtüldüğü bir dünyada, Fatoş İrwen’in Hevsel Bahçeleri’nden topladığı toprağı kullandığı işi, toprağın da üzerinde yaşayanlarla birlikte farklı biçimlerde şiddete maruz bırakıldığını hatırlatıyor. Toprağa yöneltilen şiddet, Ugo Schiavi’nin Kolombiya’da katıldığı bir misafir sanatçı programı sırasında, bölgenin tarihi ve altın madenleri üzerine geliştirdiği işinde de karşımıza çıkıyor. Maden işçilerinin deforme olmuş yüzleri, madenciliğin altında yatan teknoloji fetişine gönderme yaparken, Michaël Borremans’ın roket resmine bakıyor. Pastel tonlarda, neredeyse bir oyuncak gibi resmedilmiş bu roketi günümüzün tekno-oligarklarının elinde oyuncağa dönüşen teknolojileri ve hırslı projeleri akla getiriyor. Gerçekliğin bir manipülasyon ve oyun alanı olarak eleştirel bir çerçevede ele alındığı bir diğer eser ise Nadia Kaabi-Linke’nin İsrail’in siyonist politikalarını eleştirdiği, balık tuzağı formundaki heykeli. Burada tüm eserlere değinmem olanaksız, ancak dediğim gibi sergideki işler farklı güzergâhlardan geçerek bizi benzer bir noktaya getiriyor ve krizlerin birbiriyle bağına dikkat çekiyor.
Solda: Ugo Schiavi, Ayaklanma (Soulèvement) (Marianne), 2018, Beton, akrilik reçine, metal strüktür, 160 x 155 x 125 cm, THE PILL® ve sanatçının izniyle
Sağda: Cinthia Marcelle & Tiago Mata Machado, Yüzyıl (O Século), 2011, Video (renkli, sesli), 9’37”, Ed. 1/5, Arter Koleksiyonu
“Suyun üstünde kalmak” metaforu hayatta kalmayla birlikte dayanışma ve direnç biçimlerini de çağrıştırıyor. Bu metaforu sergide bir direnç hali olarak mı yoksa yeni bir varoluş biçimi olarak mı yorumluyorsunuz?
Yeni bir varoluş biçimi demek doğru olmaz; zira insanlık tarihi boyunca baskı nasıl hep var olduysa, ona karşı geliştirilen direniş ve karşı koyma biçimleri de hep var oldu. Bu metafor benim için (başlangıçta yıkıcılığı ön planda tutan bir çerçeve sunsa da) zamanla bir tür hayatta kalma ve nefes alma becerisini de temsil etmeye başladı. Ugo Schiavi’nin resmî tarih anlatılarını kamusal heykeller aracılığıyla sembolik olarak alaşağı ettiği Ayaklanma serisi, Fatoş İrwen’in Diyarbakır Cezaevi’nde kendi saçları ve diğer mahkûmların saçlarını kullanarak ürettiği Gülleler serisi, Moris’in insanın hapsolduğu duvarları kazıyarak bir çıkış yolu önermesi ya da Cinthia Marcelle’in Tiago Mata Machado ile birlikte ürettiği videoda vücut bulan isyan bu bağlamda aklıma ilk gelenler.
Basınç Altında Suyun Üstünde, Michaël Borremans, Ángela de la Cruz, Claire Fontaine, Shilpa Gupta, Fatoş İrwen, Nadia Kaabi-Linke, Alicja Kwade, Cinthia Marcelle, Tiago Mata Machado, Jean Meeran, MORIS, Ugo Schiavi, Hyun-Sook Song, Nasan Tur, Mariana Vassileva’nın yapıtlarını bir araya getiriyor. Serginin sanatçıların farklı coğrafya ve kültürlerden gelmesinin sonucu oluşan çeşitlilik izleyiciye çağdaş krizleri anlamada nasıl bir çerçeve sunuyor?
Kanımca sergiye gelen izleyicinin fark edeceği ilk ve en önemli şey, bu krizlerin küresel ölçekte yaşanıyor olması. İfade özgürlüğünün kısıtlanması, siyasi çatışmalar, koşulsuz refah arayışının doğa ve toplum üzerindeki yıkıcı etkileri, libidinal ekonominin işleyişi; günümüzde bunların hiçbiri tek bir coğrafyaya özgü meseleler değil artık. Bu durum, bir taraftan insanı bir kukla oyununun parçası gibi hissettirse de, diğer taraftan dünyanın farklı yerlerinde yaşayan sayısız insanla benzer deneyimleri paylaştığımızı gösteriyor ve bu da bir dayanışma, güç hissi veriyor. Suyun üstünde kalma taktiklerimiz, incelikli karşı koyma biçimlerimiz bir şekilde varlığını sürdürüyor; insanlar birbirinden öğrenmeye, direnç kiplerini çoğaltmaya devam ediyor.









































Yorumlar