Hafızayı çoğaltan bir ekosistemde, S. Buse Yıldırım
- Merve Akar Akgün
- 11 saat önce
- 12 dakikada okunur
Beykoz Kundura’nın Kültür Sanat Direktörü S. Buse Yıldırım, sözlü tarih ve arşivden yaratıcı pedagojilere, belgesel sanattan sahne pratiklerine uzanan bir “yaşayan ilişkiler ağı” örüyor. S. Buse Yıldırım ile hafızayı arşivin ötesine taşıyan katılımcı yaklaşımını; Kundura DocLab ve sinema sahne programları üzerinden kurduğu araştırma-temelli ekosistemi, yakında açılacak Arşiv kütüphanesini ve erişilebilirlik stratejilerini konuştuk
Röportaj: Merve Akar Akgün

S. Buse Yıldırım, Fotoğraf: Berk Kır
S. Buse Yıldırım, Beykoz Kundura’nın bugün sahip olduğu kültürel kimliğin ardındaki isim. Üç yıl önce yine Art Unlimited için yaptığımız uzun söyleşide, fabrikanın sosyal hayatını kayıt altına alan sözlü tarih çalışmalarından söz etmiştik. Bugünse Kundura Hafıza Arşiv ve Araştırma Merkezi’nin başında, toplumsal belleğin hem estetik hem de politik katmanlarına odaklanan öğrenim programlarını, atölyeleri ve araştırma pratiklerinin nasıl geliştiğini konuşuyoruz.
S. Buse Yıldırım’ın yaklaşımında “hafıza” statik bir kavramdan çok katılımcı yöntemlerle yeniden üretilen, kolektif anlatılarla çoğullaşan canlı bir ekosistem. Buse’nin kurduğu çerçevede Beykoz Kundura, araştırma, arşiv, belgesel sanat ve sahne pratiklerinin kesiştiği bir kültür politikası laboratuvarı. Kundura DocLab, uluslararası sanatçıları buluşturan yaratıcı bir kamp işlevi görürken; Kundura Sahne, disiplinlerarası üretimlere ev sahipliği yapıyor. Yakında açılacak arşiv kütüphanesi ve erişim odaklı yeni projelerse bu vizyonun başka halkaları.
Kendi üretimlerini Lita Yapımevi çatısı altında sürdüren S. Buse Yıldırım, hafıza temelli yeni projeler hazırlıyor; Berlin–İstanbul hattındaki göç deneyimlerinden Meramet adlı belgeseline, uluslararası ortak yapımlara uzanan çok katmanlı bir üretim dünyası kuruyor. Kundura Sinema’nın mekânsal belleğe yaslanan küratöryal çizgisi, Sümerbank’ın 92. yıl programı gibi ritüellerle birleştiğinde, ortaya yalnızca geçmişi görünür kılmakla kalmayan; geleceğe de yön veren bir kültür pratiği çıkıyor.
Bu röportajda Kundura’nın evrilmekte olan vizyonunu kurucusundan dinliyoruz.
Üç yıl önce Beykoz Kundura’nın dönüşüm sürecine dair kapsamlı bir söyleşi yapmıştık. O görüşmede, Kundura Hafıza’daki sözlü tarih çalışmalarınızın, fabrikanın sosyal hayatını anlamaya odaklandığını belirtmiştin. Bugün ise Kundura Hafıza Arşiv ve Araştırma Merkezi’nde kültürel miras farkındalığını artırmaya yönelik çok katmanlı öğrenim programları yürütüyorsunuz. Senin de sıkça altını çizdiğin gibi, bir hafıza mekânı yaratmak yalnızca fiziksel bir muhafaza anlamına gelmiyor. Toplumsal bellekle kurulan ilişkileri, temsil biçimlerini, kaybın estetik ve politik boyutlarını da kapsayan bir süreç. Senin de bildiğin gibi Fransız tarihçi Pierre Nora’nın tanımıyla hafıza mekânları, “kolektif belleğin duygusal ve simgesel olarak yer tuttuğu alanlardır.” Aslında bu bir bina olabilir, bir anıt, bir meydan ya da bir ritüel. Bu çerçeveden bakıldığında, sizde bu süreç nasıl ilerliyor? Başlangıçtan bugüne hangi kararlar yol gösterici oldu ve nasıl bir yönelim içindesiniz?
Nora’ya ithaf etmen çok değerli; hafıza alanında çalışıp da yolu onunla kesişmeyen yoktur sanırım. Elbette bu yolculukta bana hafıza çalışmalarındaki birçok kuramsal yaklaşım ilham verdi. Hatta üniversite yıllarımda Goldsmiths’te The Sites of Memory (Hafıza Alanları) isimli bir ders almıştım. Okumaları ve notları hâlâ geriye dönüp beslendiğim bir kaynak olabiliyor. Geçenlerde, Kundura Hafıza öğrenim programlarına ek olarak “hafıza ve arşiv” kavramlarını öğretici ve yaratıcı araçlara dönüştürmek adına çalışmalar yaparken, öğrencilik dönemimde yaptığım bir projeye geri döndüm. Yerli Malı Yurdun Malı Programı’nda ilk kez uygulamaya başladığımız atölyelerden biri olan geliştirdiğimiz bir hafıza pratikleri metodolojisi: Saatli Maarif Takvimi.
Bizim için önemli olan, kolektif hafızayı kurumsallaştırırken yapının ne kadar kapsayıcı ve katılımcı olabildiğini keşfetmek. Bu doğrultuda, başlangıcı ve sonu net olmayan, ama dinamik ve dönüştürücü bir sürece inanıyorum. Nitekim, özünde hafıza organik ve esnek bir yapı. Mekânlardaki kolektif belleğin duygusal katmanlarını sadece somut hafıza öğeleriyle değil, somut olmayan anlatılarla da derinleştirebileceğimize inanıyorum.
Aslında, anlamlar ve değerler bütünlüğünün kurduğu bir düşünce mekanizması inşa ediyoruz. Bu sebeple, katılımcı yöntemlerle yapının derinleşmesini sağlıyor; topluluk pratiğiyle bağlayıcı ve dönüştürücü süreçler tasarlamamız gerektiğine inanıyorum. Bir mekânın kendilik bilincini, kimliğini kurgulamasına öncelik vermesi; ardından oluşturduğu topluluğu geliştirme aşamasında farklı yöntemler araması gerektiğini düşünüyorum. Kundura, hafızasından beslenerek kimliğini kurdu. Şimdi ise bu belleği kapsayan bütüncül bir kültür politikasına doğru ilerliyor. Sadece bir “mekân” olarak sanat disiplinlerinin beklentilerini karşılamanın ötesinde, Kundura Hafıza Arşiv ve Araştırma kapsamında üretilenleri merkezine alan bir kültür politikası ve küratöryal yapıya evrilmeyi amaçlıyoruz.
Kundura DocLab adıyla yürüttüğünüz atölye, araştırma ve üretim programı; belgesel tiyatro, yaratıcı belgesel sinema ve araştırma temelli sanat pratiği arasında köprü kurmayı amaçlıyor. Sahne ile belge, anlatı ile arşiv, bellek ile kurgu arasındaki sınırları sorgulayan sanatçılar için disiplinlerarası bir üretim alanı sunuyorsunuz. 2023 itibarıyla uluslararası katılımcılar ve danışmanlarla genişleyen program, giderek daha özgün bir platform kimliği kazandı. 2025 yılında DocLab kapsamında neler üretildi? Bu ekosistem nasıl evrildi?
Son dönemlerde bu “ekosistem” meselesi üzerine çok düşünüyorum. Çünkü burada yalnızca bir mekânın kültürel kimliğini kurmuyoruz; aynı zamanda bireysel ve toplumsal düzlemde pek çok karşılaşma yaşıyor, kendimizi de yeniden keşfediyoruz. Özellikle Kundura DocLab ve Kundura Hafıza çalışmalarında aslında bir ekosistem kurmayı ne kadar sevdiğimi daha iyi fark ettim. Birbiriyle ilişkili ama farklı işlevlere sahip bileşenleri bir araya getirerek sürdürülebilir, üretken ve karşılıklı besleyici bir bütün oluşturmak; ilişkisel ağlar kurup süreç odaklı bir şekilde birbirini beslemesini sağlamak benim için çok kıymetli. Disiplinlerarası yöntemlerle hem anlatılar hem de yapılar inşa etmekten büyük keyif alıyorum. Bu yalnızca içerik üretmekle sınırlı değil; katılımcılığı ve ortak üretimi merkeze alan, etkileşim yaratan döngüsel süreçler tasarlamakla ilgili. Böylece yalnızca üretim değil, aynı zamanda aidiyet ve beraberlik hissi yaratan, “yaşayan bir ilişkiler ağı” oluşuyor.
Bu yıl KunduraLab projelerini başlattık; KunduraLab platformunda program içeriği farklı inisiyatiflerle çeşitlense de odağımızı özellikle belgesel sanatı ekseninde Kundura DocLab üzerine yoğunlaştırdık. Film ve performans alanında araştırma odaklı çalışan belgesel sanatçılarını bir araya getiren proje temelli bir gelişim programı diyebiliriz. Türkiye dışında bölge coğrafyasından birçok sanatçının başvurduğu bu program, İstanbul’un yaratıcı bir buluşma ve çekim merkezi olabileceğini bize tekrar tekrar gösteriyor. Bu yıl üçüncüsünü gerçekleştirdik ve her geçen yıl program yapısının biraz daha köklendiğine, Kundura’nın araştırma odaklı kültür-sanat yaklaşımını benimseyen uluslararası bir sanat çı topluluğunun filizlendiğine tanık olmak tarifsiz bir mutluluk.
Ah, soruna dönersem: Bu yıl ne mi üretildi? Diyalog.
Katılımcılar önce kendileriyle bir diyaloğa girdiler — kimi zaman yeniden, kimi zaman ilk kez. Kendilerini merkeze alarak başladılar. Sonra çevreleriyle, birbirleriyle, başka dünyalarla… Ve bu gelişen diyalog, bu çok seslilik içinde yeni anlatılar, imkânlar keşfedildi. Bence bu yıl en çok bu oldu. Bu, tam olarak beni ve Kundura’yı yansıtıyor; lakin biz tekil bir otorite olmaktan ziyade ortak hafızalar, ortak yaratımlar üzerinden çoğulcu bir ortam kurmayı önemsiyoruz.
Arşiv ve hafıza ile çalışan sanatçılar için metodolojik araçlar geliştirme, belgesel formunun sahnedeki karşılığını araştırma ve performans sanatlarıyla yeni anlatım biçimleri kurma hedefleriniz doğrultusunda nasıl bir yol izliyorsunuz?
Genel kültür sanat programımızda arşiv ve hafıza ile çalışan sanatçılar için farklı anlatım biçimlerini buluşturan bir alan kuruyoruz aslında. Doclab’de ise belgesel sinemasının; hikâye anlatımından etnografik araştırmaya, tiyatro pedagojisi bağlamından kültürel performansa kadar uzanan yöntemlerle katılımcıları bir araya getiriyoruz. Bu programda, sadece kendi uzmanlık alanındaki araçlarla hikâye anlatmak değil; bu araçları dönüştürerek yeni ifade biçimleri yaratmak da mümkün oluyor. Bizi en çok heyecanlandıran da bu dönüşüm. Yani bir nevi belgesel sanatı içinde yaratıcı bir kamp kuruyoruz ve bu kamp, yaratıcılığı pedagojik yöntemlerle dönüştürüyor. Gerek sinemada gerek tiyatroda, hikâyeyi yalnızca içeriğiyle değil; bedensel ifadesi, zaman algısı ve mekânla kurduğu ilişki gibi boyutlarıyla birlikte araştırıyoruz.
Ayrıca, Türkiye’den çıkan bağımsız ve deneysel bir dil üretimi açısından DocLab’ın üstlendiği rolü nasıl tanımlarsınız? Bu yolculuk nereye doğru evriliyor, şu sıralar zihninizde neler var?
Türkiye’de belgesel sinemasında deneysel yaklaşımlar yeni yeni görünürlük kazanmaya başladı. Ancak tiyatro alanı için —hele ki belgesel formlarla kesişen işler açısından— hâlâ oldukça sınırlı bir üretimden söz edebiliriz. Kundura DocLab, daha çok deneyimi olan katılımcılara hitap etse de özellikle çağdaş sahne sanatlarında genç kuşakların önümüzdeki yıllarda öncü olabileceklerini gözlemliyorum.
DocLab’in yolculuğu bir bakıma Kundura gibi… hatta biraz da benim gibi. Kendi ritmini bilen, sürecin ta kendisine önem veren, vizyonunu okuyabilenler ve anlayabilenlerle, kendini dinleyen ve merak edenlerle yol alabiliyor. Onu görebilenler, onunla yürüyor. Bu da DocLab’i sadece bir program olmaktan çıkarıp, yaşayan bir pratiğe dönüştürüyor.
Kundura Sahne bugüne kadar farklı disiplinleri bir araya getiren, mekânla ve hafızayla ilişki kuran çok katmanlı sahne işlerine ev sahipliği yaptı. Rimini Protokoll’ün Remote Istanbul projesi gibi seyirciyi kent dokusu içinde hareket ettiren yapımlar da bu yaklaşımın örneklerinden biri. Mekânın belleği, seyir deneyimi ve toplumsal aidiyet gibi kavramlar doğrultusunda, Kundura Sahne’de bir yapımı seçerken nasıl bir programlama politikası izliyorsunuz? Hangi türden yapımlar sizin için bu sahnede anlamlı hale geliyor?
Kundura Sahne restorasyon sürecindeyken bile, küratöryal yaklaşımımız üzerine ciddi bir araştırma yürütüyorduk. Merkezinde hep sahne sanatlarını oluşturan öğeleri yeniden düşünmeye, bu bileşenlerin arasındaki ilişkilere dair sorular üretmeye teşvik eden bir ortam yaratmak vardı. Belgesel sanatına yaklaşımlarıyla her zaman radarımda olan Rimini Protokoll ekibiyle gerçekleştirdiğimiz Remote İstanbul yapımı, bunun güzel bir örneğiydi. (Hele bugün yapay zekânın gündelik hayatımıza bu kadar nüfuz ettiği düşünülürse, ne kadar vizyoner bir proje olduğu daha da belirginleşiyor.) Pandemi döneminde, şehir merkezinin dışında konumlanan ve kültür-sanat izleyicisinin alışkanlıklarına ters düşen yeni açılan bir sahne için, kendi derdini anlatabilen en doğru işti. Mekânla, kentle kurduğumuz ilişkiyi ve gündelik hayatın ritmini yeniden düşünmeye açan bir yapımdı. Elbette bu işin iletişimini kurmak kolay değildi. Yapımın orijinal prömiyerinden sekiz yıl sonra Türkiye’de ilk kez sahnelenmesi, bize geleneksel tiyatro anlayışının dışına çıkan bir kurum yapısı kurmanın ne denli uzun soluklu bir çaba gerektirdiğini bir kez daha gösterdi. Bebek adımlarıyla ilerliyoruz maalesef…
Belgesel sanatının etrafında dolaştığınızda, belirli kavramlar ve temalar arasında zigzaglar çizen arayışlar doğuyor. Radarınız çok net çalışsa da artık ilk dönemlerdeki kadar gözü kara olamıyorum sanırım. En çok da bu işlerin iletişiminde zorlanıyorum: böylesine avangard yaklaşımların, soyut anlatıların seyirciye nasıl aktarılabileceği sorusu gitgide daha dikenli ve yorucu geliyor. İçinden geçtiğimiz sosyo-ekonomik dalgalanmalar ve alışmamaya çalıştığımız umutsuzluk iklimi, çemberi giderek daraltıyor.
Yine de… kendi derdinden, kendi arayışından ödün vermeyen bir mekân olmayı önemsiyorum. Hayallerimiz daha farklı olabilir belki ama Kundura, her şeye rağmen disiplinlerarası, araştırma odaklı ve özgün içeriklerin yuvası olmaya devam edecek. Bugün aynı anda birçok dizi ve film üretiminin hikâye fabrikası gibi çalışsa da sahnesinde yalnızca ortak vizyonu paylaştığı eserleri misafir eden; kimi zaman bu eserlerle ortaklık kuran, başka hiçbir yerde karşılaşamayacağı farklı dünyalarla seyircisini buluşturan bir mekân.

Bir önceki buluşmamızda, 2022 yılında dile getirdiğin “dünyalı olmak” vurgusu, yerelden küresele açılmaya yönelik güçlü bir stratejik çerçeve sunuyordu. Bu perspektiften bakıldığında, Beykoz Kundura’yı uluslararası düzlemde çok sesli ve çok katmanlı bir kültür merkezi olarak konumlandırma hedefin bugün nasıl bir evreye geldi? Yeni iş birlikleri ya da uluslararası platformlarda seni heyecanlandıran adımlar neler?
Beykoz Kundura, yeniden işlevlendirme yöntemiyle korunan bir endüstri kültür mirası alanı olarak hikâyesini pek çok uluslararası panelde ve konferansta anlatma fırsatı yakaladı. Açık konuşmak gerekirse, kimi zaman yurt içinde değil de yurt dışında daha çok takdir gördüğümüzü hissettiğimiz oldu. Hayallerle gerçekler arasındaki mesafe zaman zaman yıpratıcı olabildiği gibi bu farkla yüzleşmek kolay olmuyor — ama 2022’de dile getirdiğim “dünyalı olmak” vurgusu da tam bu süreçten doğdu. Bir mekânın kendilik bilincini nasıl kurduğu, kendini bilerek dünyayı nasıl idrak edebildiği, yerelliğinden beslenerek nasıl bağımsız ve çok sesli bir kültür alanına evrilebildiği üzerine düşünürken şekillendi. Ve bir kültür kurumu olarak “kendin” kalabilmek, gerçekten zor bir yol. Bugünün kültür ortamında, kopyala–yapıştır politikalarla, sponsorları mutlu eden kurumsal dünyanın arka bahçesinde, yüzeyde parlak ama derinliksiz programlarla; ses getiren reklam kampanyalarıyla kendini var eden kurumların arasında, kendi sesine sadık kalmak büyük bir karar.
Bu süreçte değişime adapte olmayı ihmal etmeden, kendinden ödün verip vermeme dengesini kurmak büyük bir hassasiyet istiyor. Sürdürülebilirlik, mevcut ekonomik ve sosyo-kültürel bağlamda her geçen gün daha da zorlaşıyor. Bazen neye tutunup neyden vazgeçebileceğini anlamak — ve buna cesaretle karar verebilmek — sandığından daha uzun zaman alabiliyor. Dünyalı olmaya çalışırken, bu dünyada var olmanın çabasını yerel dinamiklerin gerçekliğiyle birlikte göğüslemek; çoğu zaman yalnızlıkla, yükle, dirençle birlikte geliyor.
Tüm bunlara rağmen, program politikamız zamanla daha da yerleşti. Artık belirli alanlarda dolandığını izleyicisiyle paylaşan bir yapıdan, özüne dönen; oluşturduğu topluluğu dinleyen, geliştiren ve kendi hafızasını merkeze alan bir anlayışla ilerliyoruz. Bu çerçevede geçmişte yaptığımız ve sürdürmeyi planladığımız uluslararası iş birlikleri var. Örneğin Institut Français desteğiyle başlattığımız Istanbul CineCollective projesi bunlardan biri. Yine her yıl olduğu gibi, disiplinlerarası belgesel tiyatro alanında yeni işler geliştiriyoruz. Farklı uluslararası işlerimiz var, biri Manuela Infante’nin Vampyr adlı yeni eseri — ki ortak yapımcısıyız. Şu sıralar Belçika merkezli yeni bir projeyle ilgili görüşmelerimiz sürüyor; onu da yine uluslararası ortak yapım olarak hayal ediyoruz. Daha öz, daha nitelikli bir deneyim alanı yaratmayı; bu süreçte, “dünyalı olma” halinden uzaklaşmadan yolumuza devam edebilmeyi umuyoruz.
Aynı zamanda kurucusu olduğun Lita Yapımevi aracılığıyla hem sinema hem tiyat ro alanında çeşitli yapımlara hayat veriyorsun. Ghostly ile Berlin–İstanbul hattındaki göç deneyimlerini odağına alan bir etnografik film ürettin; diğer yandan Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island belgeselinin ortak yapımcılığını üstlendin. Kendi üretimlerin ile küratöryal çalışmaların arasında nasıl bir etkileşim gözlemliyorsun?
Lita, 2014 yılında Türkiye’ye kesin dönüş yaptığım dönemde adım attığım ilk yaratıcı girişimdi. Niyetim, kendi eserlerimi ve yakın hissettiğim sanatçıların işlerini, yaratıcı yapımcılık bağlamında hayata geçirebilecek bir yapımevi kurmaktı. Zamanla Beykoz Kundura ile iç içe geçen bir yapı haline geldi. Ancak hem bir mekânı ve kurumu inşa etmek, hem de kendi sanatçı kimliğimi oluşturmak, 26 yaşında genç bir kadın olarak kolay bir yolculuk değildi.
Bugün geriye dönüp baktığımda, Lita’yı Kundura’nın “hikâye fabrikası” işleviyle misafir ettiği setlerin ötesinde; kendi ruhuna ve vizyonuna uygun film, dizi ve tiyatro projelerinin yapımını üstlenen bir üretim hanesi olarak görüyorum. Kundura Sahne’de yer verdiğimiz yerel yapımları Lita çatısı altında toplama niyetim var. Şimdiye dek sahnede dört yapım deneyimimiz oldu. Bu yapımlara ilişkin süreçlerde, iş yapma kültürümüzün Türkiye’deki tiyatro yapım pratikleriyle örtüşmemesi sebebiyle oldukça zorlandığımız anlar oldu. Tiyatro yapımına büyük bir hevesle başlamıştık ancak çeşitli sebeplerle hayal ve kalp kırıklığı yaratan bu deneyimlerin, ileride Lita’yı ve Kundura’yı çok daha güçlü kılacak, nitelikli olmuşluklara dönüşeceğine inanmak istiyorum.
Lita Yapımevi çatısı altında, önümüzdeki dönemde nasıl projelerle karşılaşacağız?
Her yeni deneyim, farklı odak merkezleri yaratıyor. Bu süreçte kendi yaratıcı dünyamı ve yeteneklerimi ne kadar ihmal ettiğimi fark ettim. Uzun zamandır gündelik hayatımın bir köşesinde tuttuğum yeni araştırma projemin somutlaşması için çalışıyoruz. Adı Meramet… Elbette yine hafıza örüntülerinin peşindeyim. Sadece bir belgesel film değil, aynı zamanda sosyal bir döngüsü olan, toplumsal bir projeye evrilmesini önemsiyorum. Proje tasarımı, Seiba Anlatı Merkezi’nden Nazlı Çevik Azazi’nin mentörlüğünde; saha araştırması ise Moxie Film’den Vuslat Karan ve Burcu Melekoğlu’nun iş birliğinde devam ediyor.
Lita çatısı altında ayrıca yeni bir dizi projesi üzerinde çalışıyoruz. Bunun yanında, farklı ülkelerden görüştüğümüz, bize dokunan belgesel film projeleri var. Heimatlos Film ile de Türkiye’de belgesel sanatını geliştirmeye yönelik çeşitli projeler tasarlıyoruz.
Kundura Sinema, gösterimlerini “mekânı deneyimleyecek şekilde tasarlanmış bir izleme deneyimi” olarak tanımlıyor. Özellikle restore edilmiş sessiz film programlarınız ve bunları UNESCO Dünya Görsel İşitsel Kültürel Miras Günü gibi özel tarihlerle ilişkilendirme yaklaşımınız, seyirciyi sinema aracılığıyla mekânın tarihine dokunmaya davet ediyor. Bu küratoryal yaklaşım, izleyicinin mekânın belleğiyle nasıl bir ilişki kurmasını amaçlıyor?
Kundura Sinema’yı 2018 yılında açtığımızda, ilk gösterimi özellikle UNESCO Dünya Görsel İşitsel Kültürel Miras Günü’ne denk getirmiştik. Böylece, mekânın kendisinin de ve sinemanın da bir kültürel miras olduğunun altını çizmek istemiştik.
Klasik film programları tasarlamamızın bir nedeni de fabrikanın kendi sinemasında gösterilen filmlerle kurduğumuz bağdı. O dönemlerin elbette güncel vizyon filmleri oluyordu, fakat biz bu geleneği, restore edilmiş klasik film olarak bugüne taşıyoruz. Kundura Hafıza’nın temelini oluşturan sözlü tarih görüşmelerinde hep sorardık: Hangi filmleri izlerdiniz? Kimlerle buluşurdunuz? Ne yer; ne içerdiniz? Atmosfer nasıldı? Bu yüzden, restore edilmiş kültürel miras mekânında hem kendi hafızamızı tazeliyor (adeta restore ediyor), hem de restore edilmiş klasik filmleri izleyerek geçmiş ile bugün arasında bir bağ kuruyoruz.
Bu yaklaşım artık film kürasyonlarımızın omurgası oldu. Hafıza’nın bir anlatı merkezi ve arşiv olarak yol almasıyla birlikte, programlarımız güncel belgesel filmlerine de göz kırpan; yalın, nitelikli ve tematik olarak derinleşen bir çerçeve kazandı. Artık bu yaklaşımın benimsendiğini bilerek, bir adım öteye taşıyacağız: arşiv ve hafıza temalarında bizi düşündüren, tartışmaya açan film seçkilerine de yer vereceğiz. Çünkü amacımız, seyircinin sadece bir film izlemekle kalmaması; oturduğu koltuğun, bulunduğu mekânın, hatta perdede gördüğü hikâyenin de bir hafıza taşıyıcısı olduğunu hissetmesi. Böylece her gösterim, sadece bir izleme deneyimi değil, mekânın belleğiyle kurulan kişisel bir bağa dönüşüyor.
Önümüzdeki dönemde bu mekânsal-sinematik deneyimi hangi yollarla geliştirmeyi, derinleştirmeyi ya da dönüştürmeyi planlıyorsunuz?
Şu bir gerçek: sinemada film izleme deneyimimiz dönüşüyor. Özellikle pandemiden sonra bambaşka bir hâl aldı. Dünya genelinde sinema bilet satışları ciddi oranda düşerken, Türkiye’de bu yıl son 20 yılın en düşük koltuk doluluk oranıyla karşılaşıldı. Böyle bir ortamda mekânsal-sinematik deneyimi yeniden düşünmek artık stratejik bir zorunluluk. Seyirci dinamiklerinin değişimine ayak uydurmak çok önemli; hele ki teknolojinin bu kadar geliştiği, hikâye anlatıcılığının formatlarının hızla evrimleştiği bir dönemde. Ancak Türkiye’deki mevcut koşullar, bu uyum sürecini daha da çok boyutlu kılıyor.
Özel kürasyonları yılın belirli dönemlerinde seyirciyle buluşturan butik bir repertuar sineması olmanın ötesinde, Beykoz Kundura olarak biz, bir “kültürel mekân” yaratım sürecindeyiz — üstelik ucu açık, hiç bitmeyecek bir süreç bu. Mekânın çevresiyle, topluluğuyla, hafızasıyla ve programıyla bir bütün olması bizim için çok önemli. Önümüzdeki dönemde mekânsal-sinematik deneyimi geliştirirken amacımız, bu bütünlüğü koruyarak; her gösterimi yalnızca bir film izleme anı değil, mekânın hafızasıyla kurulan bütünsel bir deneyim olarak sunmak.
Geçtiğimiz dönemde oldukça çeşitli programlar ve etkinlikler hayata geçirdiniz. Özellikle erişim odaklı faaliyetleriniz dikkat çekerken, aynı anda erişilebilirlik ve sürdürülebilirlik meselelerine de temas ettiniz. Bu doğrultuda, fiziksel mekân ve dijital platformlar için erişilebilirliğe yönelik daha bütüncül bir strateji geliştirmeyi düşünüyor musunuz?
Beykoz Kundura’da erişim meselesini yalnızca teknik bir standart olarak değil, bir kültür politikası meselesi olarak görüyoruz. Kundura Hafıza Arşiv ve Araştırma’nın kütüphanesi yakında açılıyor; arşivinin bir kısmının dijital erişimi için de çalışmalar yürütüyoruz. Diğer yandan, ücretsiz ve katılımın herkese açık olduğu; endüstri kültür mirasına yönelik toplumsal farkındalığı artıran fiziksel ve çevrimiçi kamusal programlar tasarlıyoruz. İşitme engellilere özel içerikler üretmenin yanı sıra, çocukları ve gençleri odağına alan; ücretli-ücretsiz etkinlik dengesini gözeten bir yapı oluşturduk.
Kısacası, herkesin hafıza mekânıyla ilişki kurabileceği kanallar açmak bizim için öncelikli. Elbette sponsorsuz ne kadar sürdürülebilir olacağını bugünden kestirmek güç; ama sınırları zorlayarak bu kapsayıcılığı korumayı önemsiyoruz. Çünkü kültürel mirasın yaşayan bir mekân olması, ancak toplumun tüm kesimlerinin katılımıyla mümkün.
Bizim vizyonumuz, “kurumsal sürdürülebilirlik” kavramını yalnızca LinkedIn performansı gibi görünen, raporlarla sınırlayan; kültür-sanat alanına kurumsal diplomasinin arka bahçesi muamelesi yapan anlayışın dışında durmak. Kundura, merkezinde kültür olan bir yapı; izleyicisini ya da ziyaretçisini yalnızca misafir etmekle kalmıyor, o hafızanın yaşayan bir parçası olmasına da teşvik ediyor.
Son olarak, Sümerbank’ın hafızasını kamusallaştırmaya yönelik yürüttüğünüz çalışmalar kapsamında, 11–12 Temmuz 2025’te Sümerbank’ın 92. kuruluş yıl dönümüne özel bir program hazırladınız. Rehberli sergi turları, fabrika emeklileriyle buluşmalar, arşiv ziyaretleri ve atölyelerden oluşan bu etkinlikler, belleği bugünün toplumsal dokusuyla buluşturmayı amaçlıyor. Hafıza çalışmalarınızda bu tür ritüellerin toplumsal aidiyet duygusunu besleyebileceğine dair yaklaşımınız dikkat çekici. Bu yıl dönümü programını tasarlarken, öncelikli olarak neyi kamusallaştırmak, neyi görünür kılmak istediniz?
Bu yıl Sümerbank’ın kuruluş yıl dönümünü ikinci kez kutladık ve bu özel güne dair ilk kez bu kadar kapsamlı bir şekilde, katılımcıların tüm günü Kundura’da geçirebileceği bir akış tasarladık. Eski Sümerbank dergilerindeki yemek tariflerinden ilham alan mutfak atölyelerinden, deri işçiliğine odaklanan atölyelere kadar üretim temelli ve kolektif ruhu besleyen bir program oluşturduk. Nesillerarası aktarımı güçlendirmek için fabrika emeklilerinin rehberliğinde sergi turları düzenledik; hafıza yürüyüşlerimizin finalini ise fabrikanın eski kreşinde yaptık. Burada, kreşin en çok pişen lezzetlerinden muhallebiyi paylaşarak çocukluklarını bu mekânda geçiren misafirlerimizle bahçesinde anılarını dinledik.
Bu buluşmalarda hem özlemi hem de hak arayışındaki dayanışmayı yan yana görmek, hafıza çalışmalarında katılımcı yöntemlerin ne kadar güçlü bir karşılaşma zemini yarattığını bizlere gösterdi. Ancak biliyoruz ki, hafıza çalışmalarını bir kurum çatısı altında yürütürken nostalji duygusunu merkeze almak çok riskli; Özellikle de içinde bulunduğumuz sosyo-politik bağlamda, nostalji bazen karanlığa kapanan bir odada sıkışmışlık hissi veriyor. Oysa bu hislerden uzaklaştıran hafızayı düşündüren, sorgulatan ve eyleme geçiren bir zemine taşımalıyız. Bu noktada yaratıcı düşünce ve sanatsal pratiklerin arşivciliğe ve hafıza çalışmalarına sunduğu katkı, en değerli araçlarımızdan birine dönüşüyor.















