top of page

Herkes biraz piç

Dündar Hızal’ın şiirleri Ali Çetinkaya’nın çizimleriyle bir araya gelerek İçli Bir Piç adıyla çizgi roman formatında 6:45 Yayınevi’nden yayımlandı. Hızal ile kitabında piçlik kavramı etrafında kurduğu dil ve aidiyet sorgusu üzerine konuştuk


Röportaj: Alara Çakmakçı


ree

Dündar Hızal


İçli Bir Piç, bölümlere ayrılmış, günlük veya seyir defteri gibi işleyen, bir çocuğun ve daha sonra yetişkinin kendilik serüvenini takip eden, politik şiddetin hayli görünür olduğu tarihsel kırılma noktalarıyla ve kişisel kayıplarla örülmüş bir (toplumsal) otobiyografi. Bu yönüyle Benjaminci anlamda bir “montaj şiiri”, parçalı sahneler, farklı sesler, fotoğraf kesitleri, hafızadan kuruyup dökülen minik minik kabuklar. Metnin iskeleti 13 bölümlük bir zaman-mekân haritası üzerine inşa edilmiş: Bu duraklar bir Piç’in durakları. Piçlik metnin kalbinde duran ve şiir evrenini belirleyen bir kavram. “Tek oğul, otuz üç baba” dizesinde tekil bir kökün parçalanıp çoğaldığını, bir aidiyetin dağıldığını ama tam da bu dağılmadan yeni bir konum doğduğunu görüyorum. Kristevacı anlamda “abject” olandan bahsediyoruz piçlikten söz ederken: ne tamamen “ben”e ait, ne de tamamen “dışarıda” olan, tiksinti, korku ve aynı zamanda büyülenme uyandıran bir ara varlık. Piçlik burada göğsüne zafer nişanı gibi alıp taktığın bir tavır sanki, ve asla tekil değil, melez: Kürtçe Xerîb’den Zerdüşt’e, AKM’nin açılış töreninden sevgilinin koynuna, bir Beşiktaş sabahından Auschwitz’e kadar parçaları yan yana getiren bir montaj. Bu “piç”liği biraz senden dinlemek istiyorum, yazma biçimin, politik-etik pozisyonun ve “büyük dil” Türkçe ile kurduğun ilişkin, şu piçlik ve piçliğin getirdiği bir dolu anlamla nasıl cebelleşiyor, nasıl hesaplaşıyor? Ne demektir piçlik, senin şiir evreninde? 

Benim şiirim senin de tespit ettiğin üzere otobiyografik bir şiir. Cemal Süreya’nın çok sevdiğim bir bir ifadesi var: “Her şairin şiiri biraz yüzüne benzer, biraz sesine benzer” Sonuçta bizler var olduğumuz çağın, koşulların, sosyolojinin ve çatışmaların çocuklarıyız. Ve oranın içinden konuşuyoruz. Şair olarak konuşmamızı her ne kadar bin yılın sesine iliştirmeye çalışsak da ya da oradan konuşmaya çalışsak da aslında olduğumuz kişi olarak konuşuyoruz. Hiç kimse travmaların ya da geçmişinden vareste bir şekilde hayatta yürüyemez. Sümmani’nin çok sevdiğim bir dizisi var: “İnsanoğlu gamdan hali değildir, Her birini yüz bin zara yazmışlar” Dolayısıyla da bu şiir oldukça otobiyografik. İçli Bir Piç şiirleri biri Lando Yayınları’ndan senaryo formatında sinematografik bir anlatımla 13 şiir olarak çıktı. Diğeri biri çizgi romanı olarak 6:45 Yayınları’ndan Ali Çetinkaya çizimleriyle hayat buldu. İkisinin estetik dünyaları birbirinden farklı.  

13 bölümlük bir zaman-mekân haritası üzerine inşa edilmiş dediğin şiirler bir senaryo aslında. Çocuk Dündar’ın, ergen Dündar’ın, yurtta kalan Dündar’ın, şehre adapte olmaya çalışan Dündar’ın, sevgilileriyle çatışmalar yaşayan Dündar’ın hikâyelerinden oluşuyor. Başından sonuna bir saga. İçli bir piçin durakları bunlar. Piçliği gerçekten bir nişan olarak göğsümde taşıdım. Herkesle konuşabiliyorum. İstanbul çocuğu olmanın sonucu piçliktir. Askere gittiğinizde komutan “İstanbullular ayrılsın” der. En açık göz gereken işleri onlara verir verirler çünkü hepsi birer piçtir. Bu minvalde bakıldığında piçliğimi benimsiyorum ve bundan da utanmıyorum. Genelde bizler kültür sanat ekosistemine ya da akademiye dahil oldukça Annie Ernaux’un da sıklıkla işaret ettiği gibi geldiğimiz köklerden ve kişiliklerden ve benliklerden utanır olarak başka bir canlıya dönüşmeye çalışırız. Özbenliğin zayıflatılması, çürütülmesiyle ortaya çıkan yeni insanın ideal bir canlıya dönüştüğü fikrine katılmıyorum. Bu anlamda piçlik bir nişanı olarak göğsümde duruyor.

Politik ve etik pozisyonu meselesine gelince, Türkiye'de herkes biraz piç. Türkiye'nin 100 yıllık hikâyesinde herkes sopa yemiş. Türkiye'nin batısı sopa yiyor şimdilerde iktidardan ama yıllar yılı doğusu sopa yedi. Ülkede iktidarlar ve yönetimler değiştikçe makbul vatandaşlar değişir ve bu makbul vatandaşların yediği sopayı iktidar belirler. Kimi zaman bunlar solcular olur, kimi zaman Kürtler, kimi zaman sekülerler, kimi zaman muhafazakârlar olur. Her zaman o makbul vatandaş değişir. Dolayısıyla da piçler değişir. Piç gibi bırakılmak, piç gibi kalmak hatta yaptığın işlerin piç olması meselesi. Yani iktidar kendine bir ideolojik duvar çizer bu duvarın dışında kalan herkes artık sopa yemeye mecbur bırakılır. Sopa yiyecek insanlar bu anlamda piçtir. Bu elbette politik bir şeydir. Ekonomik olarak küçülür, itibarı azalır, insan içindeki söz söyleme kabiliyeti azalır, azaldıkça azalır. Türkiye’nin “modernleşmesi” dediğimiz bu hikâyenin içerisinde sürekli makbuller ve diğerleri hep değişmiştir. Dolayısıyla da benim politik etik pozisyonum her zaman muktedirin karşısındadır. Şiir öyledir. Ozan öyledir. Zamanında Nasimi’nin derisi yüzüldü. Katil olmak ve maktul olmak arasında bir seçim yapmak gerektiğinde katil olmayı tercih etmeyeceğimi biliyorum. İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudileri savunmak zorundaydım, etik politik olarak bugün İsrail’in Gazze’de yaptığı soykırımdan dolayı Yahudilerin karşısında olmak zorundayım.

Büyük dil Türkçe ile kurduğum ilişkiyi birkaç açıdan ele almak isterim. Bitirim, bıçkın dili kullanıyorum, evet ama bunun yanında İstanbul ağzını çok iyi biliyorum. Çok lezzetli ve katmanlı bir Türkçeyle konuşabiliyorum. Türkçenin pek çok detayına çok hakimim. Tarlabaşı'nda konuşulan Türkçeden de hoşlanıyorum Nişantaşı’nda bir sanat Galerisi’ndeki Türkçeden de Eski İstanbul konağındaki Türkçeden de hoşlanıyorum manavda konuşulan Türkçeden de. Dilin kendisinin bütün kırılımlarına karşı bir hassasiyetim var. Farklı bir cümle duyabilmek için Anadolu’nun birtakım kasabalarına köylerine giderim. Duyduğumuz cümleler aynılaşması benim gibi biri için malzeme kaybı demek, duyu kaybı demek, duygu kaybı demek. O anlamda kendimi büyük dilin tam merkezinde ve göbeğinde görüyorum. Aynı anda Aksaray'dayım, Kadıköy’deyim, Beyoğlu’ndayım. Her yerde aynı anda bulunabiliyorum dil olarak. Bütün o dillere karşı kulağım açık, insanların çoğunun böyle bir hassasiyeti yok. Büyük dil Türkçe ile kurduğum ilişki onun bütün imkanlarını kullanmak üzerine. Bu imkanlardan bir kısmı bıçkın bitirim argo ise bir kısmı eski Türkçe, bir kısmı bugünün yepyeni Türkçesi ve bu da beni çok mutlu ediyor.


Dündar Hızal, İçli Bir Piç, Ön ve arka kapak, 2025 Çizimler: Ali Çetinkaya


Şiirinde tekrar eden motifler poetik bir omurga oluşturuyor: hem ritim yaratıyor hem de bir travma belleği gibi çalışıyor. “Ben dünyaya HOROZlu geldim” diye başlayan dizelerde horoz ve Zerdüşt göndermeleri bir uyanış, bir aydınlanma anlatısını çağrıştırıyor ama sen bu yapıyı tersine çeviriyorsun, bu bir kahramanlık anlatısının değil, travmanın başlangıcı sanki. Nietzscheci bir yalnızlıkla “piç”in uyanışı. Talebe yurdu sahnesinde geçen “Gel seni bir ömür sürecek yalnızlığınla tanıştıralım” dizesi ve Kürtçe “Xerîb”, sürgünlük ve kopuş hissini derinleştiriyor. Okul sahnelerinde tekrar tekrar gördüğümüz, çocuğa yapılan bedensel müdahaleler, defalarca seslendiği babasının o çağrıya sessiz kalması ve kimliğin zorla yeniden yazılması. Şiirindeki bir diğer leit-motiv, sürekli sürekli karşımıza çıkan şey, kaldırım motifi: “köpekli kaldırımlarda uyuşuk ikinci”; “bitmemiş aşklardan yorgunduk/ toplandığımız kaldırım da bir yere gittiği yoktu.”; “Türkiye isimli bu kaldırımda, ayakta,/ Hadi yak da duman olsun ortalık.” Bu ve benzeri çokça dize var. Kaldırım burada bir ara mekân, eşik gibi işliyor sanki, kamusal mekânla tanıklık, politik alanla çıkışsızlık arasındaki liminal bir mekân. Sen tüm bu tekrarlayan motifleri nasıl düşünüyorsun, nereye düşüyor sözgelimi kaldırım senin şiirinde, tüm bu tekrarlar motifler, bir tür direniş sahnesi mi, poetik bir yüzey mi yoksa travmanın yapısı gereği çizgisel değil dairesel işleyen ve tekrara muhtaç yapısından mı?

Şiirimde tekrar eden temalardan biri olarak kaldırım konusuna gelince bir piçin kaldırım dışında gezeceği neresi vardır?  Piç için kaldırım bir kale demek, aynı zamanda savunması gereken de bir yer, dik durması da gereken bir yer, kaldırım onun her şeyidir. Hem evidir hem bahçesidir. Hem piyasa yaptığı yerdir, hem iş tuttuğu yerdir. Hem manitacılık yaptığı yerdir hem de serüvenlere çıktığı yerdir. Hem kamusal alandır hem mahremdir. Hem devlete aittir hem kendisine aittir. İşsiz insana ne iş yapıyorsun dediğinde “Kaldırım mühendisiyim” der Türkiye’de. Piçlik ve kaldırım arasındaki ilişki köklü bir ilişki, güçlü ve eski bir ilişki. Dilime sürekli bir kaldırım meselesinin yerleşmesi benim kaldırımda seğirten bir adam oluşum, yürümeyi gezmeyi seven bir adam oluşum, flanörlüğü seven bir adam oluşumdandır. En son bir kaldırımda aşık oldum. 

Açıkçası İstanbul’u da epey derinden yaşıyorum. Beyoğlu ve çevresi, Karaköy veya Azapkapı örneğin. Fener, Balat, tarihi yarımada, Eminönü, Galata… Benim İstanbul’um her yerinden, her katmanından bir hikâye anlatan o hikâyeyi hatta bağıran bir yer.  Tümüyle de konuşabiliyorum İstanbul’la. Evim bu şehir. Bu şehrin piçiyim. Beyoğlu'ndaki Tarlabaşı’ndaki sadece düşkünlerin gittiği pavyon da evim. Dolayısıyla bir tür evin içerisinde gezip yaramazlık yapan çocuk edasıyla İstanbul'da geziyorum. Bütün bunların şiirimde olması da hoşuma gidiyor. Tercih ettiğim de bir şey. Bir şiir düşünürken zaten bütün bu hayaller odamın içine toplanıyor. Tekrar ederek bitireyim: Bir piçin kaldırım dışında yaşayacağı neresi vardır? 

ree

Dündar Hızal, İçli Bir Piç, 2025 Çizimler: Ali Çetinkaya


Biraz da metnin türüne dair bir şeyleri merak ediyorum. Bu otobiyografik bir şiir, şiir kişisi adınla sanınla sensin. Şu bölüme yakından bakmak istiyorum: “Dündar’ım ben, ağzımda sarma sigara/ Fotoğraflarda hep eksik, bahse kapalı/ sisler ardında bir ada/ varla yok arası bir kara parçası./ Dündar’ım, nerdeyim sahiden?”. Bu dizeler bana çok uzak bir çağrışımla Ahmet Rasim’in bir yazısını hatırlattı, Ahmet Rasim ilk kez çekildiği bir fotoğrafına bakıyor, sonra karşısında kendi fotoğrafı, oturup bir yazı yazıyor ve o yazıyı şöyle bitiriyor: “Bu ben imişim”. Buradaki duyulan geçmiş zaman tam da kimliğin çatırdadığı ve hatta yarıldığı bir ana tekabül ediyor bana kalırsa. Senin şiirini okurken de aklıma bu sahne geldi, sanki sen de kendine bakıyorsun ve “Bu ben imişim” (öyle miymiş?”) diyorsun gibi. Bu otobiyografik boyut ve otokurmaca hamlesi haliyle okurun konumunu ve okuma deneyimini de şekillendiriyor. Bu “ben” kurmaca bir persona değilse şayet, okur da anonim bir lirik özneyi değil, “hakikat”e dair bir şeyleri okuduğunun farkında. Demek burada okurun konumu tanık olmaktan çıkıp bir tür ortak-hatırlayıcıya, hatta daha ileri gidersem, bir suç ortağına çeviriyor. Benim merak ettiğim şu: sence bu şiir, okuru hangi pozisyona davet ediyor? Sen okur karşısında nerede hissediyorsun kendini? Üstelik “fildişi kulesi” şairlerden de değilsin, farklı farklı alanlarda etkin bir figürsün, tüm bu disiplinler arası yolculuklar şiirinin biçimini ve sesini nasıl dönüştürüyor? 

Benim şiirimde okur hem bir tür belgesel izleyicisi hem de bir tür belgeselin kendi öznesi. Ve mutlaka göz hizasında konuştuğum biri okur. Şiirin fildişi kuleden konuşması fikri başından beri tiksintiyle yaklaştığım, nefret ettiğim bir tutum. Yer yer şiir kapalı olabilir, yer yer ezoterik birtakım söylemler içerebilir. Bunlar dahi bence okurla konuşmalı, şairin gayreti kadar bir gayret ortaya koyarsa okur bunu anlamalı. Benim okurum etimi yiyebilir. Onları kendi bedenimin, kendi hikayemin ziyafetine, sofrasına davet ediyorum. Bu da kanibalist bir ilişki yaratıyor aramızda okurla. 

Ahmet Rasim'in “bu ben imişim” ifadesindeki gibi geriye doğru baktığında o şiirlerin muhatapları o şiirlerin şairi Dündar’ı anlamaya çalışıyorum. Hakikaten “bu ben imişim” diyorum. Çünkü eni konu hayat ileriye doğru yaşanır geriye doğru anlaşılır. Şimdinin ve anın içerisinde devinen beni ancak onun üzerinden süre geçtikten sonra anlayabiliyor, noksanlıklarını, eksikliklerini, fazlalıklarını görebiliyorum. Bu herkes için geçerli bir bakıma. Başta da ifade ettiğimi farklı bir şekilde ifade edeyim okurum benim suç ortağım.


ree

Dündar Hızal, İçli Bir Piç, 2025 Çizimler: Ali Çetinkaya


İçli Bir Piç’te, önceki kitaplarından Aşk ile Bir Daha’daki bazı şiirlerin neredeyse yeniden yazılmış hâlleri var bazı dizeler neredeyse birebir, ama bu kitapta daha geniş daha montajlı, deprem metaforu, kaldırım imgesi gibi motiflerle daha yoğunlaştırılmış vaziyette. Bu, aynı zamanda bir yeniden konumlandırma, hem kendini hem okurunu. Aşk ile Bir Daha’daki daha bireysel, yer yer melankolik tonun İçli Bir Piç’le beraber mekânla, politik bellekle ve travma imgeleriyle daha sert bir sese kavuşuyor. Bu senin için nasıl bir süreçti? Aynı malzemeyle başka bir dünya kurma cesareti mi, bir tamamlama mı, yoksa her şair aslında hep aynı dizeyi yazar mı? Bu “yeniden yazım” diyelim, senin tasarladığın bir şey miydi, bir poetik hesaplaşma, yoksa şiir kendi yolunu mu buldu? 

Haluk Oral'dan aktarayım; Cahit Külebi'ye gitmiş Ankara’ya. Cahit Külebi “Senin ellerin beyaz, Al tut ellerimi bebek, Tut biraz”  dizeleriyle bildiğimiz Hikaye şiirinde “Benim doğduğum köylerde şimal rüzgarları eserdi” yerine “Benim doğduğum köylerde kuzey rüzgârları eserdi” yazıyor.  Genç bir öğrenci olan Haluk Oral; “Hocam şiirin aslı şimal rüzgarııydı siz neden kuzey rüzgarları yazdınız” diye sorunca “Şiir yaşayan bir şeydir der” “Artık şimal yerine kuzey demek lazım” der.  Benim şiirim de yaşayan bir şeydir. Her şiirim başlığıyla yer yer içerdikleri dizeler, dizelerdeki kimi kelimelerle tekrardan yazılabilir, tekrardan düzenlenebilir. Yine benzer bir örnek vereyim hasretinden prangalar eskittim Ahmet Arif'in 70 ayrı edisyonu var.  Yetmişlerin sonunda bambaşka cümleler ve bambaşka kelimelerle ifade edilmiş konular 80 darbesi sonrası başka şekilde ifade edilmiş.  Her dönem bir farklılaşmış. Şairin son nefesine kadar her şiir yaşar ve canlıdır.


ree

Dündar Hızal, İçli Bir Piç, 2025 Çizimler: Ali Çetinkaya


Yine adaptasyon meselesine dair konuşmak istiyorum seninle. İçli Bir Piç’te imge çok katmanlı bir poetik yapı kuruyor: horozdan Zerdüşt’e, makastan yer sofrasına, fotoğraftan AKM törenine, yataklarda sevişmelerden asit kuyularına kadar bütün bunlar birer fragman gibi, o montaj estetiğinin tuğlaları. Bu imgeleri Ali’nin çizgileriyle görselleştirmek, şiirin imgeleminde nasıl bir dönüşüm yarattı? Bir imge sözcükte kalırken taşıdığı çok-anlamlılık ve muğlaklık, çizgide somutlaştığında ne kayboluyor, ne kazanılıyor? Sence imge görselleşince, yani image ile arasındaki o pek kudretli “a” harfi sallantıya girince hâlâ şiir olarak mı kalıyor yoksa yeni bir anlatı türüne mi evriliyor? Bir de şahsi bir merak, Türkiye’de çizgi roman Batı’daki kadar kurumsallaşmış, yaygın bir tür değil, buna rağmen İçli Bir Piç gibi bir kitabı “çizgi-şiir” formuna taşımak ilk bakışta riskli gibi görünüyor. Bu tercihte ben şiirinin “piçlik” poetikasına da göz kırpan bir inat ve isyan da görüyorum sanki. Yani hem formu, hem imgeyi “saf”, “yüksek” edebiyat mecrasından çıkarıp popüler bir mecraya taşımak, bir anlamda vülgarize ederken bir anlamda da minörleştirmek gibi bir altüst oluş yaratma arzusu muydu acaba? Ve tüm bu dönüşümden sonra geriye ne kalıyor sence, şiirin sesi, imgenin belleği nereye düşüyor, yoksa bambaşka bir melez (ve demek bir o kadar da “piç”) bir türün kendi hakikati mi? 

Bir anlamda İçli Bir Piç yeni bir form ve yeni bir biçim deneyerek hatta şiire imgeyi ve resmi dahil ederek yürüme arzusunda.  Altmışların ortasında kıta Avrupa’sında gelişen köklerini Dada’da bulan görsel şiir denemeleri bütün bir anlatıyı değilse de parça parça belli cümleleri anlatmaya çalıştı. Bizim yaptığımız şey biraz çizgi romanı biraz da şiiri piçleştirmek ve bu piçliğin imkanlarını kullanmak. Hibrit ya da simbiyotik bir canlıya dönüşmek. Yeni bir canlıya dönüşmek arzusunu taşıyordu. Kuvveden fiile ne kadar çıktı bunu gelecek kuşaklar söyleyebilir. Şu kadarını söylemekte kendimi geri tutmayacağım bu çaba ve bu bu arayış Türkçe şiirde yeni bir çaba ve yeni bir arayış yeni bir atılım. Umarım gerisi de gelir. Bu yeni bir tür.

Ali Çetinkaya, çizgisini beğendiğim ve inanılmaz bir “zaman” kullanımı olan bir çizer. Kendime çok yakın hissettim. Ben de başlangıçlar ve sonlar konusunda tutkulu biriyim. Evreninin başı ve sonu ya da ilişkilerini başı ve sonu ya da ülkelerin ve tarihlerinin başı sonu. Bir Didem Madak şiirini çizmesini rica ettim dergi için. Çok başarılı bir iş ortaya çıktı açıkçası. İlhamı tetikleyen bir iş.  Çağdaş, yaşayan bir şairin şiirleriyle çok enteresan olabileceğini düşündüm. Şiirle çok yakın ilişkisi olduğunu bildiğimden buna sıcak bakacağını düşündüm. Benim şiirlerimle yapmayı teklif etti. Ali Dalyan'da yaşıyordu. Buradan atlayıp Dalyan’a gittim. Beraber bir yolculuğa başladık bir hafta süren bir yolculuk. Akyaka civarında bir yerde konakladık. Yer yer paneller üzerinden tartıştığımız yer yerde genel konsepti konuştuğumuz bir süreç oldu. Oradan Gümüşlük Akademisine geçtik sonraki akşam da ünlü çizer Bahadır Baruter’in evinde konakladık. Baruter, Ali'nin işlerini görünce çok etkilendi. Seçilen şiirleri de okuyunca bunun inanılmaz iyi bir esere dönüşeceğini söyledi. Bunu mutlaka yapmamız gerektiğini konusunda cesaretlendirdi. “Ben dünyaya karşı kendimle bir oldum olup seni sevdim” ilk şiirden bir dize. Baruter bununla başlamamızı önerdi.

Ali'nin çizgi dünyası müdahaleyi çok kabul eden bir çizgi dünyası değil ama bir tarafıyla narrative iken anlatıcı iken diğer tarafıyla da hayal dünyasına ve ilhamımı da çok alan bırakan bir çizgisi var. Bu da şiirin çizgiyle buluştuğu yer oluyor. Bölüm başında şiiri yazılı olarak okuyorsunuz. Sonraki sayfalarda kendi zihninizde canlanan sinema ile karşılaştırma imkânı buluyorsunuz.


ree

Dündar Hızal, İçli Bir Piç, 2025 Çizimler: Ali Çetinkaya


Son olarak da sergi sürecini merak ediyorum. Kitabın yayın süreciyle neredeyse eş zamanlı açılan bu sergi, şiirlerin ve çizimlerin mekânda bir araya gelmesiyle çok duyulu bir deneyime dönüşmüş. Bu sergiyi nasıl kurguladın? Ve kitabın yayımlandığı günden bu yana okurda bu denli geniş yankı uyandırmasına dair ne düşünüyorsun? 

Sergi, Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nde Yasemin Çongar'ın öncülüğüyle mümkün oldu. Kitap henüz yayınlanmadan önce Yasemin Hanım dijital halini gördü. Sergi için değil kitaba bakması için iletmiştik. Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nde kitabın sergisinin çok güzel olabileceğini fikrine varıldı. Bu teklifle kitabın çıkışı arasında bir ay gibi kısa bir süre var. Serginin düzenlenme sürecinde daha önce Contemporary İstanbul’da da sergiler düzenlemiş arkadaşım Songül Güneş Gültekin ciddi bir rol üstlendi. Sergi onun da büyük emeğiyle ortaya çıktı.

Ali'nin çizimleri benim dizelerimin buluştuğu iki yüzden fazla panelden oluşuyor bu kitap. Seçilmiş paneller yaklaşık beş farklı medyumla izleyiciyle buluştu. Bez işler, perde şeklinde yukarıdan asıldı. Art-print’ler, bir video art ve karma wiff ekibiyle beraber yapılan benim şiir performansıma ettim ve onların emprovize müzikle katıldıkları işlerden oluşuyordu sergi. Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nin bir katına yayınlan bir sergi oldu.

Kitabın yankısına dair ise şunu söyleyip bitireyim, bir arkadaşım şaka yapmıştı “Çok az satan şiirle çok az satan çizgi roman birleşip nasıl çok satan bir şeye dönüştürdünüz?” Bu kadar geniş bir ilgiyi bekliyordum desem yalan olur. Yeni bir deney aslında, dünyada da daha önce çok karşılaştığımız bir şey değil. İlk deneme olarak epeyce başarılı oldu. Çizgi romanın çok sevildiği Fransa’da kitabın yayınlanması konuşuluyor. Özsü Riv tarafından şu an Fransızca‘ya kazandırılıyor Kitabın adı da çarpıcı: İçli Bir Piç. Ülkedeki herkes kendini sahipsiz hissediyor; o bağlamda belki herkes biraz piç bırakılmış durumda. Herkeste de derin bir hüzün var; geleceğe doğru, geçmişe doğru ilerleyen. İstanbul'a ve Türkiye’ye yerleşmiş olan bu hüznü dolayısıyla da içli olma halimiz, hüzünlü olma halimiz baki. İsminin de insanlarda bir yankısı olduğunu düşünüyorum. Kolay söylenebilen, Türkçenin o kendi ritmini ve ses oyununu da içeren bir isim. Nedenler çok farklı da olabilir ama ben bunları başat nedenler olarak görüyorum.



Ali Çetinkaya'ya bir soru


ree

Dündar Hızal, İçli Bir Piç, 2025 Çizimler: Ali Çetinkaya


Şimdiyse Ali Çetinkaya ile ortak işiniz olan İçli Bir Piç’e gelmek istiyorum. Sorum da Ali’ye de biraz aslında. Bu bir “çizgi-şiir”, demek burada çizimim, çizginin, imajın işi salt “metne görsel eşlikçilik” değil, şiirin resimle kurduğu eş haklı, eşit otoriteye sahip bir anlatı kuruluyor. Bu da yine okuma kipini baştan değiştiriyor: dizelerin ritmi panel ritmine, dize sonları ise kare araları ve sayfa sonlarıyla eşleşen birer kesite dönüşüyor. Böylece metin zaten “montaj” mantığıyla örülmüş fragman dizimi görsel bir montaja remediasyon ya da adaptasyon yoluyla yeniden aktarılıyor, başka bir medyumda yeni bir ses ve gövde buluyor. Metinler çizgi anlatıda da aynen görünür vaziyette, şiir evreninin temel motifleri görsel seviyede yeniden dolaşıma sokulmuş. Parantez-içi taşlamalar, sloganvari cümleler, sözgelimi wifi şifresi/ T’si büyük c’si küçük 2023 ve ülkemiz sivilceli gibi satirik damar, çizgide tipografi ve ikon birlikteliğiyle güçlenmiş. Önce biçime dair konuşalım istiyorum. Metnini “çizgi-şiir”e çevirirken dize ritmini panel ritmine nasıl çevirdiniz Ali’yle birlikte? Dize sonlarında nerede sessizlik nerede hız istediniz, tüm bu süreçler, bu kararlar İçli Bir Piç’in montaj poetikasını nasıl dönüştürdü? 

Dündar’ın şiirlerinin çizgi romanlaştırılmasındaki en önemli unsurun Dündar’la yaptığımız sohbetler olduğunu düşünüyorum. Çünkü alışık olduğum metni çizgi romanlaştırma pratiklerinden oldukça farklı bir şekilde düşünmem, şiirin yarattığı çok anlamlılığı korumam gerekiyordu. Ve bu çok anlamlılığın görselleştirme sonunda bozulmaması için metnin birebir bir betimlemesindense görselin de kendi diliyle başka bir anlatı kurmasını sağlayacak bir yol izlemek istedim. Bu yüzden Dündar’la sohbetlerimiz çok önemliydi; görselle gelen bu farklı anlatıların şiirle çelişmemesi gerekiyordu. Yani hem aynısı olmaması hem de başka bir şey de anlatmaması gerekiyordu, sadece sohbet ederek anlaşılabilecek bir yapı olduğunu düşünüyorum bunun.

Sorunuzun üzerinde durduğu şiirle çizimin biçimsel hizalanmalarının biraz dürtüsel bir şekilde gerçekleştiğini, asıl üzerine kafa yorduğumuz şeyin bu yapısal benzerlik olmadığını düşünüyorum açıkçası. Yani şiiri okurken içine girdiğim ritmin bir şekilde görselleri düşünürken de aklımda olduğunu ama asıl kurguladığım şeyin, yukarıda da anlattığım bu çok anlamlılığı korumaya çalışan yan anlatılar olduğunu düşünüyorum. 

Sizin de belirttiğiniz gibi dize ve kıta sonlarının bir şekilde panel ve sayfa sonlarıyla denk gelmesine tabi ki dikkat ettim fakat her şiirde de bu gerçekleşemedi. Mesela Yer Sofradır’ın son iki dizesi, hak ettikleri gibi, kendilerine ait bir sayfa buldular. Önceki sayfada gördüğümüz dünyanın ya da yerin örtüleşmesi sekansını sonlandıran bir çizimle tek bir sayfaya yerleşebildiler. Fakat Sıfır Bir ya da Soysuz Gecenin Sonu’nda, şiirde ayrı birer kıta olmalarına rağmen, son dizeler birer panele yerleştiler. Bu durumun bazı şiirlerin dergi formatı için tasarlanmasıyla ilgili olduğunu da düşünebiliriz. Fakat dergi formatının yarattığı bu zorunluluğun, sorunuzdaki adaptasyon vurgusuyla da güzel bir bağı olduğu düşünülebilir: bu çizgi şiirin panel yapısının kitaptaki diğer şiirlere göre daha fazla bir tekrar havası içinde olduğunu düşünüyorum. Bu tekrar havasının görseli bir spread sayfaya sığdırma zorunluluğundan kaynaklandığını düşünüyorum. Yani Oyukta Su ya da Yer Sofradır gibi şiirlerde panel formunu bozma ya da imajları paneller arası boşluğa (Gutter’a) yerleştirme imkanım vardı fakat dergi formatı için böyle hareketler için yeterli boşluk olmadığını, boyutun böyle hareketlere izin vermediğini düşündüm. Fakat Sıfır Bir’de adaptasyonun yarattığı bu zorunluluk sonucu ortaya çıkan bu tekrar havasının, şiirin karakterine dair de bir söz söylediğini, ekmeği dilimlemek ya da sayı saymak gibi eylemlerin tekrar eden karakteriyle uyuşan bir karakter yarattığını düşündüm kitabı gördüğümde. Yani Sıfır Bir’i diğer şiirlerle birlikte gördüğümde. 

Sorunuzdaki biçimsellik vurgusuyla ilgili olarak şunu da söylemeliyim diye düşünüyorum; görsel şiir ya da poetik çizgi roman örneklerine kıyasla İçli Bir Piç’in klasik çizgi roman formatına daha yakın olan bir biçime sahip olduğunu düşünüyorum. Görsel şiirin yapısal özelliklerine hakim olmasam da poetik ya da soyut çizgi roman anlatısının daha deneysel bir yol izlediği; ifadesini çizgi romanın biçimsel özelliklerini, dilini de bozarak gerçekleştirmek gibi bir yöntemle oluşturulduğu söylenebilir. İçli Bir Piç’te yaptığımsa, yukarıda bahsettiğim bu çok anlamlılığı koruyan yan anlatılar yaratmak meselesiydi. Yani, sizin de söylediğiniz gibi şiirle biçimsel bir bağ olarak görselin fragmanlar üzerine kurulu oluşu öne çıkarılabilir fakat bu fragmanlarda yaptığım şeyin sekanslar yaratmak olmasının İçli Bir Piç’i klasik çizgi romanın anlatı dilinde, yani narratifin biçiminde tuttuğunu söyleyebiliriz diye düşünüyorum. 

Fakat Ara Nağme, Oyukta Su ve Yer Sofradır’ın bu anlamda biraz ayrıştığını, klasik çizgi roman formatını bozan panel dizilimleri olduğunu düşünüyorum. Bu çizgi şiirlerde paneller arası ilişkinin sadece bir zaman geçişi yanılsaması yaratmak – bir sekans oluşturmak – için oluşturulmadığı örnekler olduğunu düşünüyorum. Ya da (bir su damlasının bir şehire ve onun da bir masa üstü oyuna dönüşmesi gibi) paneller bir sekans oluşturuyorsa da, oluşan bu sekansın bir hareket yanılsaması için oluşturulmadığı, paneller arasındaki mesafenin büyüklüğü sebebiyle sembolik ya da şiirsel bir anlatı kurduğunu da söyleyebiliriz diye düşünüyorum.

All rights reserved. Unlimited Publications.

Meşrutiyet Caddesi No: 67 Kat: 1 Beyoğlu İstanbul Turkey

Follow us

  • Black Instagram Icon
bottom of page