top of page
Yazarın fotoğrafıMurat Alat

Türkiye’de sanat eleştirisi III


Murat Alat, her hafta farklı altyapılardan gelen sanat yazarları ile bir araya gelerek güncel sanatın en hararetli tartışma noktalarından olan sanat eleştirisi ve yazını üzerine konuşuyor. Serinin bu haftaki konuğu Selman Akıl

2913 kelime

Selman Akıl, Fotoğraf: Elif Kahveci

Bu seride farklı disiplinlerden gelip sanat alanında kalem oynatan insanlara az çok aynı sorulara sorarak bazı basit kavramlara açıklık getirmeye çalışıyorum. Çıkış noktam da “eleştiri” kavramı. Eleştiri sence nedir?

Bana göre eleştiri sorusunu sanattan soyutlayarak soramayız. Sanatın kendisinin ne olduğundan, nasıl işlediğinden, teknik muhtevasından ve günün sosyolojisinden soyutlayarak soramayız çünkü böyle bir soyutlama yine kurumsallaşmış bir iktidar dayatır ve sanatı bir tekrarlar döngüsünde sınırlandırır. Oysa sanat dinamik bir düzlemdir. Çağdaş sanatın kendisi zaten sanatta iktidara karşı bir dinamik olarak başlıyor. Dolayısıyla, bu soruyu ancak sanatın kendisini sorunsallaştırarak sorduğumuzda anlamlı bir yere varabiliriz gibi geliyor. Özellikle sanatın kendisi, sanatın üretimle olan ilişkisi ve bu ilişkilerin sosyolojik düzlemini önemsiyorum çünkü sosyolojik düzlem fazlasıyla belirleyici oluyor. Sanatın tarih boyunca gördüğümüz değişik pozisyonları var. Toplumların sanata bakış açılar ve aynı zamanda sanatın toplumlardaki yeri her zaman değişmiş. Dolayısıyla bugün bu sosyolojik değerlendirmeleri yaparak gelecek için nasıl bir yaklaşım içinde olmamız gerektiğine karar vermeliyiz. Eleştirinin kurumsallaşmasının problem olacağı fikrindeyim. Belki de eleştiriye tanım getirmek sanata tanım getirmek kadar tehlikeli bir şey olabilir.

Sanat eseri her şeyden önce bir değer ve bu değeri oluşturan değişik etmenler var. Estetik değerler, sosyolojik koşullar, üzerine söylenen söz gibi. Dediğinden anladığım kadarıyla eleştiri sanat eserinin içinde olan bir şey.

Sanatın özel bir ad ve alan olarak büyük S harfiyle ifade edilmeye başlanması tarihsel bir süreç, bu süreçte kurumsallaşmalar da var. Çağdaş sanat bir noktada bu büyük S’ye karşı olarak ortaya çıktı ama bu S aynı zamanda sermayenin de S’i olduğu için sonuçta çağdaş sanat dönüşüp sisteme ayak uydurdu. Geleceğin dünyasında ise kurumsallaşmış sanatın nasıl dönüşeceği ya da ne olacağına dair bir bilgimiz yok. Bu teknik üretimle; teknik üretimin toplum tarafından algılanış biçimiyle; o toplum yapısının teknik üretimi konumlandırdığı ideolojik ve felsefi noktalarla ilgili bir yerde duruyor. Eleştiri de hem sanat kurumlarının ve galerilerinin hem de sanatın felsefi, estetik bir kurum olarak oluşmasında önemli bir rol taşıdı. Eleştiri zaten böyle bir sistem içinde fonksiyonel bir görevle var oldu. Ama bunun o günün üretim biçimlerinde teknik dönüşümlerle yani sosyolojik dönüşümün kökeniyle iç içe olduğunu her zaman akılımızda tutmamız gerekiyor. Sanatın kendisi, özel belki de en özel üretim tarzı olarak teknikle iç içe olduğu için sanatın yeniden tanımlanması söz konusu olacak bence. Eleştirinin de bugünün ve geleceğin teknik ve sosyolojik dönüşümleri çerçevesinde yeniden konumlanması söz konusu olacaktır. Bugün eleştirinin de ne olduğuna dair bilinmezlik de bundan kaynaklı olabilir. Bir eleştirmen yapabildiği kadar tekniği anlamak zorundadır. Evet, eleştiri sanat eserinin içinde bence, ne kendisinin bir kurum olması ne de diğer kurumlara için var olması bana olması gereken gibi gelmiyor.

Teknikten kastının ne olduğunu açıklar mısın? Çünkü teknik denince bizim aklımıza gelen çok basit bir şey; “Bir şeyin nasıl yapıldığı?” Ama senin kullandığın anlam biraz daha geniş galiba.

Techné, teknik sözcüğünün kökeni, Antik Yunan’da aynı anda sanat ve zanaat anlamına geliyor. Bir yapma eylemi var. Poeisis, latince şiir sözcüğünün kökeni, Antik Yunanda yapmak demek. Sanat böylece sıradan yapma eylemlerinden farklı olarak içinde şiir olan bir yapma. Sanat zaten bu özel yapma eyleninin kendisi olarak ortaya çıkıyor. Teknik olarak diğer bütün yapmalardan ayrılıp özel bir yapma olarak karşımıza çıkması sanatın en azından fonksiyonel tanımı. Dolayısıyla eleştirmenin toplumun tüm üretim biçimine içkin teknik süreci anlaması gerekiyor ki oradan şiirsel bir yapma çıkaracak olan sanatçıyı ve işini anlayabilsin.

Peki eleştirinin kendi tekniği? O da bir yapma eylemi sonuçta. O nerede duruyor? Epistemolojik kaynakları neler? Nereden besleniyor? Eleştirmen de bir sanatçı mı? Yoksa bir akademisyen Yoksa bir araştırmacı mı? Tarihçi mi? Gözlemci mi? Eleştirmenin pozisyonu tam olarak ne sence?

Ben eleştirmenin bir gözlemci olmasını yeğlerim. Dediğim gibi eleştiri yaparken iktidar olma söz konusu olabiliyor. Bildiğim kadarıyla ilkin -belki de ilk tür- sanat eleştirmenliği -ya da sanat biliciliği- sarayda kralın uğraşmaması için, kral yerine karar veren bir bilen (ya da bildiği varsayılan) kişi olarak ortaya çıkıyor. Daha sonra Avrupa toplumları daha bireysel bir yaşama geçtikçe Burjuva Devrimi’nin oluşturduğu sosyolojik yapı içerisinde sanatın yeniden konumlandırılması söz konusu oluyor. Bu dönüşümün aslında kurumsal olarak meydana geldiğini; böyle bir sosyolojik çerçevede oluştuğunu ve sanatı var ettiğini düşünebiliriz. Dolayısıyla eleştirinin kendi kendisini var ettiğini düşünmek bence daha doğru olur. Eleştirinin tekniği de o yazının içeriği konusunda pozisyon almalarla ilgili bana göre. Eleştirmen neye karşı pozisyon alıyor? Eleştirmen bu eserin sunulduğu kuruma göre mi pozisyon alıyor, yoksa sanatçının kendisine göre mi?

Niye bunlardan bir tanesini seçsin? Hepsini aynı anda seçersin. Çünkü sanat eseri bunların bir araya gelmesinden oluşuyor zaten.

Tam olarak öyle mi emin değilim. Bana göre kurumlardan ve sanatçıdan ziyade işin kendisine odaklanması gerekiyor eleştirmenin.

Bunları ayırt edebilir misin? Bir sanat eserini saf, yalın, bütün sosyal bağlarından koparılmış, yaratıcısından koparılmış, içinde bulunduğu kurumdan koparılmış şekilde değerlendirebilir misin?

O bütün kurumların, yapıların kodlarını da bir şekilde belirterek, o kodların değişim ve dönüşümünü aktararak eleştirmek daha yerinde olur gibi geliyor. Ama bence yine odak noktasında işin kendisinin olması gerekiyor. O işin teknik ve duygusal yapısının gözlemlenmesi gerekiyor. Öteki türlü, eleştirmenin kurumla kuracağı bir pozisyon olursa onu bir eleştirmen olarak tanımlamamak gerekir. Bugünün Türkiye’sinde de eleştirdiğimiz bir konu bu.

Sanat eserini çok soyutladın birden. En başında konuştuğumuz gibi sanat eserini oluşturan farklı değer katmanları var. Sanat kurumları bunlardan biri. Sanat mekanizması, piyasa mekanizması, ister kabul et ister etme, varlar. Sanat eleştirmeni olarak bu kurumları bu mekanizmaları eleştiremez misin? Çünkü bunlar sanat eserinin anlamını oluşturmaya dahiller. Bienal yapısını eleştirmeden bienaldeki bir eseri nasıl eleştirebilirsin?

Problem zaten o. Bütün çağdaş sanat problematiğinin kendisi, az önce değindiğim büyük S gibi, oradan çıkarıyor: Duchamp’ın ve diğer fütüristlerin kurumlara karşı isyanlarından kaynaklanan bir durum var. Bütün çağdaş sanatın dayandığı dönüşümün merkezinde de bu kurumlara karşı pozisyon almalar var. Zaten sanatın fazla dekor pozisyonuna itilmesi, güzellik ve zevke indirgenip entelektüel dönüştürücü gücünün hiçe sayılması durumunda içinin boşalması söz konusu oluyor. Sorun da oradan çıkıyor. Bugün senin eleştirdiğin, benim de gördüğüm ve tırnak içerisinde ne olduğunu bilmediğimiz çağdaş sanat mevzusu Duchampcı anti-estetiğin entelektüel anlamda içinin boşaltılarak sadece görsel bağlamda iktidar olmasından kaynaklı. Halbuki Duchamp vakasında, şiirsel ya da sanatsal olan eylemin kendi. Yapılan her şeyin çağdaş sanat olarak değerlendirilmesinin altında yine kurumsal yapı ve piyasanın etkisi var. Kurumlar ve piyasa kendilerine karşı olanı içselleştirip estetiğe karşı olan estetiği iktidar kıldı. Türkiye ise, bir anda, doğru düzgün sanat kurumu olmaksızın, anti-estetik sanat söyleminin iktidarıyla yüzleşti. Bir takım sanatçılar çok iyi işler ortaya çıkardılar ama bugün Türkiye sanat piyasasının çağdaş sanatı içselleştirmesinin bir dert; içselleştirmemesinin ayrı bir dert olduğu gerçeği de var bence. Dolayısıyla bunun önüne geçmek için işin kendisiyle ve felsefi, sosyolojik ve teknik yapısıyla olan ilişkileriyle değerlendirmek daha doğru; kurumların ve piyasanın öncelikleriyle değil. Daha birçok problem var... İşin yani sanat eserinin kendisinin dönüşümü gibi... Çağdaş sanat olsun diye üretilen her iş çağdaş sanat olmaz. Teknik kapasitesiyle ilgili bir durum bu.

Ama bu zaten hep öyle değil miydi? Rönesans tablolarının da hepsi sanat değildi. Bu sanata dahil bir şey zaten. Burada eleştirmenin pozisyonu aslında biraz belirleyici oluyor. “Sen eleştirmen bir teorisyendir,” dedin. Uzaktan bakar ve anlamaya çalışır. Ama teori sanatın bu kadar içinde olmalı mı? Neden felsefi metinlere referans verilmeden sanat eleştirisi yazılmıyor? Neden Deleuze’nin veya Foucault’un adı anılmadan bir yazı yazılmıyor? Bir eleştirmenin görevi teori ile sanatın arasındaki bağı kurmak mıdır, yoksa teori yapmak mıdır?

Belli bir döneme kadar resim ve çağdaş sanat olarak bir ayrım yapabiliriz bence. Çağdaş sanatın kendi pozisyonu gereği böyle bir yapı içerisinde. Çağdaş sanatın varoluş anından itibaren metinle iç içe olması söz konusu. Bu hem onu resimden ayırıyor hem de böyle bir gerekliliği meydana getiriyor. En olması gereken, sanatçının bir teorisyen olması. Joseph Kosuth, Daniel Buren gibi binlerce sayfalık kitaplarla kendi sanat yaklaşımlarını teoriler haline getiren sanatçılar var. Fransa’da felsefe seminerlerinde bu sanatçıların teorilerini işledik. Eleştirmen Lucy Lipard 1967’de yazdığı bir makalesinde “o tarihten itibaren sanatçının artık bir yazar, yazarın da sanatçı olabileceğini ve çağdaş eleştirinin o tarih için artık orijinal yaratıcılık ve açıklayıcı tarihselcilik arasında bir seçim yapması gerektiğini” söylüyor. Bence kavramsal sanat yapacağım diyen sanatçı yüksek bir entelektüel seviyede olmalı ve kendini sözcüklerle onu eleştirecek olandan daha iyi anlatabilmeli. Yoksa entelektüel yetkinliği olmayan bir sanatçı bugün entelektüel bağlamda tüm dünyada ehil olmayanlar yüzünden açık bir görsel nihilizmin kucağına düşmüş olan kavramsal sanatı daha da görsel nihilizme sürüklerler. Foucault ve Deleuze şurada işin içine giriyor; kendi teorisine -en azından söylemine- güvenmeyen sanatçı yine de bir teorinin olması gerektiği bilincinde. Teori bilen birine gidiyor ve o kişi sözü dönüp dolaşıp Foucault ya da Deleuze’ye getiriyor. Bana göre sanatçı ne kadar teorisyen olursa eleştirmenin işi bir o kadar kolaylaşır. İşi elinden gider demiyorum ama daha doğru bir yere varır ve daha üretken bir değerlendirme söz konusu olabilir.

Teori mi sanat eserinin önünü açar yoksa sanat eseri mi teorinin, eleştirinin sınırlarını genişletir? Hangisi önce gider?

Ben bu durumda yine ayrım yapmak zorunda kalacağım. Kavramsal sanatı metinle ilişkisi bakımından farklı bir noktaya koymak gerektiği kanısındayım. Zaten şöyle bir durum söz konusu, resim kendi kendini bir tür teori olarak resme koymak durumunda. Sürrealizmin, Kübizmin, René Magritte’nin, Francis Bacon’un ya da Lucien Freud’un teorileri vardır ve bu teoriler form olarak resimlerinin içinde yer alır. Onları güçlü kılan en büyük etken budur.

Eleştirmen-teorisyen kimin için yazar? İzleyici için mi yazar? Bir araştırmacı olarak uzmanlar için mi yazar? Literatürün kendisi için mi yazar? Sanat eseri için mi yazar? Çünkü literatür için yazarken daha sofistike bir dil kullanabiliyorsun fakat izleyici için yazdığında daha yalın bir dil kullanmak zorundasın. Bu dil tercihini belirliyor. Önceliği kimdir eleştirmenin?

Benim yaklaşımımda gündemde olan sanatçı ve sanatçının işidir. Ben sanat eseriyle bir discours’un, bir söylemin, bir tür bir diyalogun içine girerim. Sanat eseri bir discours sunar, ben de ona karşı, paralel ya da farklı vektörlerle yön bulan söylemin içine girerim. Okuyucu bütünüyle özgürdür, eğer isterse hem eserin sunduğu hem de benim onunla kurduğum söyleme dahil olur, istemezse olmaz. Kendi tercihidir. En azından idealin bu olduğuna inanıyorum. Böyle bir yaklaşımı daha eğlenceli ve yaratıcı buluyorum.

Yani eleştirinin bir aracı pozisyonu yok diyorsun?

Var. Sarayda bilen kişinin daha sonra eleştirmen gazeteci konumuna gelmesiyle ilgili bir dönüşüm. Sarayda bilen konumunda olan kişinin yazı yazmasına zaten gerek yok, sözle ifade edebiliyor. Zaten kral ya da saray, tek bir kişiye karşı sorumluluğu var, ona kendi yaklaşımını ifade edebiliyor. Diğer taraftan sanatın sanat olarak bugünkü anlamıyla yani büyük harfli S olarak ortaya çıkması aynı şekilde zaten matbaanın ve gazeteciliğin yayıldığı döneme denk geliyor. O kurumsallaşma da yazılı basının ortaya çıkması, kurumsallaşması ile aynı dönemde oluyor. Dolayısıyla eleştirmenin saraydan çıkıp gazeteci konumuna gelmesi gibi bir durum var.

Peki bunun Fransız Devrimi ile bir bağı olabilir mi? Yani koleksiyonların, saray koleksiyonlarından müzelere geçmesi eleştirmenin de ayrıcalıklı pozisyonundan ayrılıp halk için çalışan...

Halktan ziyade özel koleksiyonerler demek daha doğru olur.

Yani Louvre’nin açılmasıyla eleştirmenin pozisyonunun burjuva sanatını kitle için anlaşılabilir duruma getirmek gibi bir görevi olmuş olabilir mi?

Hiçbir zaman o kadar işin içinde olmadı kitle. Sosyolojik yapı değişiyor ama hiçbir zaman kitle için değil. Koleksiyonerler ve üst sınıfa hitap eden bir yapıydı o. Gazetecilik konumuna geldiğinde bile, çok yoğun bir araştırma yapmadım ama şöyle bir durum olduğunu düşünüyorum açıkçası, yine de o dönemde ortaya çıkmasında eleştirmenler medyadan ziyade yine eleştiriyle, eserle ve sanatın kendisiyle ilgili konumda yer alıyorlardı. Daha sonraki dönemlerde de zaten medyanın da bir sürü değişim geçirerek PR çalışmaları haline geldiği bir konum söz konusu bugünün dünyasında. Dolayısıyla eleştirmenin o kurumlara karşı sorumluluk hissetmemesini bu yüzden istiyorum, özellikle bugün. Kurumlara karşı sorumluluk hissetmesi demek onun eleştiri yapmasından ziyade kurumun PR çalışmalarını yürüten kişi pozisyonuna koyuyor. Elbette eleştirmen de bir yere periyodik olarak yazıyorsa gazetecidir. Ama o gazetecinin sırf medya olmak için yapacağı haber ile bir eleştiri yazısının farklı konumlarda yer alması gerekir.

Burada gazeteci ve eleştirmen ayrımını korumak gerekiyor bence. Ne zaman nereye yazdığı değil önemli olan. Önemli olan yazının içeriği. Haber vermekse gayesi gazetecidir zaten ama eleştirmek, analiz etmek ya da okumak eleştirmenin işidir. Günümüzdeki en büyük sorunlardan biri herhalde bu. Her gazetecinin eleştirmen sayılması. Bu da bir enformasyon kirliliğine yol açıyor. Çünkü artık yazmak çok kolay ve her haber veren iş tasvirini eleştiri olarak görüyoruz. Senin etik önceliklerin var mı eleştirirken?

Var. Az önce bahsettiğimiz zaten başlı başına etik bir duruş. Zaten bu işi gönüllü bir şekilde yapıyoruz. Çok büyük paralar ya da maddi çıkarlar sağladığımız bir iş değil. Gönüllü yaptığımız bir şeyde kendi etiğimizle hareket ediyoruz. Sanatı gündemde tuttuğumuz için yapıyoruz. Yine de bıktığımı söyleyebilirim. En başta ödenmeyen ya da belki de adamına göre ödenen telif ücretleri yüzünden. Bir defasında telifleri uzun süre ödemeyen sanat medyasından bir dergiye eğer telifleri ödemezlerse avukatım aracılığıyla icraya gideceğimi söylemiştim, sonrasında ödemişlerdi, ödemeselerdi gerçekten icra takibi başlatırdım. Ama ne kadar tatsız değil mi! Ve her defasında aynı şeyler... Ya da özerk ya da yarı özerk sanat kurumlarında liyakat yerine ilişki ağları çerçevesinde işe alımlar, proje seçimleri... Ne kadar tatsız. Etiği düşünmek yine de bize kalıyor.

Kültürel ve toplumsal onaylanma dışında hiçbir kazancımız yok aslında. Kendi tatminimiz dışında bir kazancımız yok.

Bir de eleştirinin kurumlar ve diğer şeylerden ziyade bu yüzden işe odaklı olması taraftarıyım ben. Çünkü mesela sen çok iyi bir eleştiri metni yazabilirsin ama metnin çok fazla okuru olmayan bir yerde yayınlanır. Bu da eleştiriyle hiçbir alakası olmayan popüler bir yazarın yazdığı metnin senin metninden çok daha okunması dolayısıyla değerli görülmesi gibi bir sonuç doğurabiliyor. Neden? PR çalışmaları yüzünden. Dolayısıyla eleştirinin bana göre sanatın içinden konuşması gerekiyor.

Benim sanat eserine yaklaşırken en büyük sorunlarımdan bir tanesi ön yargılarımı askıya almak. Bir kurumu sevmediğim için mi sergiyi sevmedim? Yoksa sergi kötü olduğu için mi kurumu sevmedim? Sanatçı için aynısı geçerli. Bu tarz ön yargıları nasıl ele alıyorsun?

Bazı işler senin birikiminle ve senin düşünmüş olduklarınla çok daha iç içe geçtiği için onları daha fazla içselleştirebiliyorsun. Bana göre bu olmaması gereken bir durum değil. O durumda işe odaklanmak ve onu açmak gerekiyor. Sanatçının gözden kaçırdığı noktalar ya da tekniğinde olan noktaları. Senin o bakışının olabildiğince o işle içselleşmesi gerekiyor ve bu doğal bir durum aslında. Her işi de eleştirmeye kalkmaman gerekiyordur belki. Zaten birikiminin olduğu noktalarda bunu yapmak daha doğru ve yerindedir.

Peki sen nereden besleniyorsun?

Ben her yerden beslenmeye çalışıyorum. Fizik, kimya, kuantum, felsefe, sibernetik, edebiyat...

Çünkü güncel sanatta sanat eğitimi almış eleştirmenlerden ziyade daha çok karşılaştırmalı çalışmalar okuyan insanlar eleştirmenler görüyoruz. Zaten güncel sanatın güncel dediğimiz kısmının yaşadığımız günle ve mevcut dünyayla alakalı olması ve bu dünyanın analizini yapabilmek gerekiyor. Senin eğitimin neydi?

Ben Siyaset Bilimi mezunuyum. Marmara Fransızca Kamu Yönetimi sonra Çağdaş Felsefe Yüksek Lisansı yaptım, Paris 8’de. O dönemle başlayıp ilerleyen bir biçimde sanata, çağdaş sanata, resme ve yeni medyaya odaklandım. Bunları anlamaya çalıştım, araştırdım.

Seni son zamanlarda en heyecanlandıran sanat olayı ne peki?

Onu öyle değerlendirmekten ziyade benim söylemek istediğim başka bir şey var. Bir takım popüler ideolojilerden kaynaklı popüler konular var. Bu konular hepimizin bildiği gibi kimlik politikaları. Sadece Türkiye’de olan bir şey değil bütün dünyada böyle. Dolayısıyla bu kimlik politikalarının içindeki azınlıkları, kimliğin oluşma süreçlerini, bunların okumasını gerçekleştirecek kimselere ihtiyaç var. Bunun bir takım handikapları da var. Eleştirmen açısından değil ama sanatın kendi içselleştirdiği konular bağlamında. Bir türün popüler hale gelmesi gibi, belki sorun diyebileceğimiz bir durum ortaya çıkıyor. Sadece birkaç tane belli başlı konu üzerinden dönen yapısal bir durum var. Türkiye’de de var. Amerika’da da var. Avrupa’da da var. Aynı şekilde yeni medya için de söz konusu bu durum. Yeni medyanın da yine teknik birikime sahip kişiler tarafından değerlendirilmesi gerekiyor. Dolayısıyla sanatın sanat okumuş kişilerin dışından değerlendirmeler söz konusu olabilir yani.

Yeni medya biraz karışık bir oluşum değil mi? Zaten“medium” modern sanatın en başta sorunsallaştırıldığı şeydi, bunun yenisi eskisinin sorunlarından kurtulmuş mudur? Çünkü yeni medyada medyanın kendi büyüleyiciliği, zanaatkarlığı, göz alıcı bir şekilde izleyiciyi hatta eleştirmeni etkileyebiliyor. Yeni medyayı bu kadar önemli kılan nokta ne?

Geleceğin sanatının bildiğimiz bilgisayar kodları üzerinden daha çok şekilleneceği kanısındayım çünkü nesiller bunu öğrenerek gelişecekler. Biz bunların dışında kaldık ama yeni nesil ister istemez böyle bir eğitim sürecinden geçecek ve bunları öğrenerek gelişecek. Dolayısıyla böyle bir sosyolojik zemin oluşacak gibi geliyor. Bir de benim sanatın kendi tanımının yeniden gündeme gelmesinde önemsediğim noktalardan biri de bu. Yakın zamanda Mardin’de yeni medya teknikleri üzerine bir konuşma gerçekleştirdim. Orada da ilk sorduğum soru, “Yeni medya mı? Yoksa sanatı mı yeniden tanımlamamız gerekiyor?” idi. Antik Yunan’da zanaat ve sanatla aynı anlama gelen techné’nin yani teknik kavramının, bugün yeniden düşünülmesi gerektiği kanısındayım. O teknik kavramını, sanat ve zanaatın ve bunları birbirinden ayıran noktaların yeniden düşünülmesiyle yeni bir sanat tanımına ve tartışmasına zemin hazırlayabiliriz gibi geliyor. Teknikten yola çıktığımız zaman bu sefer bütün sosyolojik dönüşümleri değerlendirmemiz gerekiyor. Çünkü teknik altyapıdan ilerleyen bir şey. Bu tekniği sanatsal çerçevede, şiirle olan ilişkisinde yeniden okumamız gibi bir durum söz konusu olacak. Benim yeni medyanın tanımıyla ilgili zaten problemim var. İsminin “yeni medya” olmasıyla ilgili de problemim var. Ben onun isminin “yeni medya” olduğunu öyle kalacağını düşünmüyorum. Yeni medya daha çok gazetecilik çerçevesinde tanımlanmış gibi geliyor bana. Bütünüyle o sosyolojik altyapıyı arka planda bırakıp bütün sosyolojik teknik dönüşümü içine almayıp sadece İnternet’in yeni medya olması durumunu göz önünde bulundurduğunu düşünüyorum. Halbuki ortada olan sadece İnternet değil. Bugünün sosyolojisinde var olan, İnternet’in ötesinde teknik konular var. Dolayısıyla yeni medya diğer bütün konuları da içselleştirmeli. Bu içselleştirme yeni medya ismiyle olacak bir durum değil çünkü bu isim kapsayıcı değil. Mesela robotik eserleri kapsamıyor aynı şekilde yapay zekayı da. Bugünün yani bilgisayar toplumunun sosyolojisinin politik ve ekonomisine yer alan problemleri içselleştiren bir konumda değil. Sanatçılar bunları içselleştirip yerine yerleştiriyor ama bu yeni medya teorisi olarak tanımlanacak bir durum değil. Dolayısıyla yeni tanımlar, yeni yaklaşımlar, yeni değerlendirmeler gerekiyor. Ben daha çok sibernetik kavramı üzerinde duruyorum. Yeni medya sonradan gelen bir isim. İlk dönemlerde sibernetik başlığı çerçevesinde ortaya çıkmış bir akım söz konusu. Aynı şekilde yeni medyanın estetik yaklaşımında da izleyiciyi, gözlemciyi ya da eleştirmeni dış bir pozisyona yerleştiren bir durum söz konusu. Halbuki sibernetik de öyle değil. Sibernetik, sanatı gerçekten yeniden tanımlayan bir yapı. Eser bazlı değil ama sistem bazlı bir yapı yaratıyor işlerde. Bu çerçeveleri de göz önünde bulunduran yeni bir yeni medya tanımı gerekiyor.

Comentarios


bottom of page