top of page

Türkiye’de sanat eleştirisi I


Yeni sohbet serimizde Murat Alat, her hafta farklı altyapılardan gelen sanat yazarları ile bir araya gelerek güncel sanatın en hararetli tartışma noktalarından olan sanat eleştirisi ve yazını üzerine konuşuyor olacak. Serinin ilk konuğu Prof. Dr. Burcu Pelvanoğlu

2218 kelime

Burcu Pelvanoğlu

Güncel sanat hepimizin üzerine konuştuğu, konuşurken de kullandığımız pek çok kavram üzerinde mutabık olduğumuzu düşündüğümüz bir alan. Giriştiğim bu sohbet serisinde bir sanat yazarı olarak meslektaşlarımla buluşup bu kavramların bence en muğlak olanlarından eleştiriyi ve eleştiriden yola çıkıp sanat yazınını konuşmak istiyorum. Davet ettiğim yazarların hepsi farklı arka planlardan gelseler de aynı konular üzerine yazıp çiziyorlar, benim sorularım da üç aşağı beş yukarı aynı olacak. İlk konuğum ise sanat tarihçisi Prof. Dr. Burcu Pelvanoğlu.

Bu röportaj serisine davet ettiğim yazarlar içerisinde sanat tarihçisi olan tek kişi sizsiniz bu sebeple ilk sorum nasıl bir eğitim aldığınız olacak. Klasik bir sanat tarihi eğitimi miydi?

Benim eğitim aldığım sırada bu kadar çok sayıda üniversite yoktu, belli okullarda sanat tarihi bölümleri vardı. Mesela Ankara, İstanbul, bizim okul Mimar Sinan, Hacettepe, Ege gibi. Bir iki tane de Anadolu’da açılmıştı galiba. Genelde sanat tarihinde iki ana bilim dalı oluyor. Bir tanesi Türk-İslam Sanatları bir diğeri de Batı Sanatı ve Çağdaş Sanat. Ben Batı Sanatı ve Çağdaş Sanat ana bilim dalındayım şimdi ama lisans eğitimi boyunca biz bu iki ana bilim dalından da temel bilgileri eş düzeyde aldık. Daha sonra üçüncü, dördüncü sınıfla birlikte Batı Sanatı ve Çağdaş Sanat derslerim arttı. Kendi yerimi orada belirledim. Dolayısıyla çok klasik bir eğitim aldım diyemem. İyi bir eğitim almış olduğumu ise yıllar geçince fark ediyorum.

Çağdaş sanat eğitimi 1900’ler sonrasına mı odaklanıyordu?

Evet ve bugüne kadar geliyordu. Yani 1998-2002 arası benim lisans eğitimi aldığım dönem. Biz 90’ların sanatını görürdük mesela.

Klasik sanat ile çağdaş sanatın epistemolojileri farklı ve bu yüzden eleştirel yaklaşım da farklı olmak zorunda gibi.

Orada başka paradigmalar devreye giriyor çünkü...

Muhtemelen bu yüzden, pek çok güncel sanat eleştirmeni klasik sanat eğitimi almadan bu işi yapabiliyor ve klasik sanat eğitimi alanlar da bu alana biraz mesafeli duruyorlar.

Bu eğitim eksikliğinden de kaynaklıyor aslında. Dediğin gibi çünkü birçok okulda sanat 1900’lerde bitiyor. En fazla Picasso’yu da görüyorlar.

Peki eleştirmen pratiğiniz kimler üzerine şekillendi? Nasıl bir hatta durdunuz?

Benim aslında hem akademik yaşamımı hem yazı biçimimi belirleyen şey 2001-2004 arasında Resim Heykel Müzesi’nin envanter ve arşivini yeniden yapmam oldu diyebiliriz. Onu yaparken aslında Türkiye’de sanat tarihinin hikayesini Nurullah Berklerin falan yazdığı yanlış ve yandaş tarihten farklı olduğunu gördüm. Bütün yazı geleneğimi de bunu düzeltmek üzerine kurdum. Onun için sanat tarihi yazımını seçtim ve bu dilime de yansıdı. İlk lisans tezi olarak başladığım araştırma sonra kitaplaşan Hale Asaf’tı. Müzede çalışınca görüyorsunuz, bir yanda üretilen işin kendisi var, diğer yanda da sanat tarihi. Bu ikisi yan yana olamıyor, asla örtüşmüyor. Dolayısıyla yapıt odaklı bir yaklaşım bana çok şey öğretti diyebilirim. Sanat tarihinde ya da güncel sanat için konuşursak yapıtın bulunduğu ortamda sızdığı yerler nereler? Yapıt ne tür boşlukları dolduruyor? Ne tür boşluklar açmaya yarıyor? Daha kilit noktalardan başlayarak pencereyi büyütmeyi tercih ettim.

Eleştiri nedir sorusunun da cevabını vermiş oldunuz.

Evet. Yeni bir yol kurarak oradan ilerlemeyi tercih ettim. Bir bağımsız dil oluşturma ama o dili oluştururken de yeni yollar açmaya çalıştım: Yapıt odaklı derken mesela klasik biçimde bir yapıtı “şöyle, şöyle,” diyerek değerlendirmek değil ama onu odağına koyarak yeni bir dil oluşturmaya çalışmak.

Sonuçta ağlar üzerinden düşünüyoruz. Sanat yapıtı da bir ağ, bir kesişim noktası ve eleştirmenin pozisyonu bu kesişim noktasını mimlemek ve gittiği hatları, etrafında ona bağlanan hatları ortaya çıkarmak gibi geliyor bana. Böylece karşılıklı bir zenginleşme ortaya çıkıyor.

Evet. Yazı yapıtı besliyor,yapıt yazıyı besliyor ve başka ortamlara sebebiyet veriyor.

Peki teoriyle aranız nasıl? Genelde ya teori sanata meze ediliyor ya da sanat teoriye... Arada bir diyalog pek kurulmuyor. Teoriyle uygulamanın nasıl bir araya geldiğini merak ediyorum.

Zaten eleştiri dediğimiz şey eleştirel teoriden bir anlamda haberdar olmak ve ona hakim olmak demek. Bir teorik geçmişim elbette var ve hepimizin teorik bagajları oluyor. Zaman ve tecrübeyle hangi bagajı açacağınızı da iş size gösteriyor. Modernist bir işi değerlendirirken yararlanacağım bagaj farklı, bugüne ait bir işi değerlendirirken yararlanacağım bagaj farklı oluyor. Bazen iki bagaj birden açılabiliyor ama bu ancak bol görmek ve bol yazmakla oluyor. Hep zamanla beslenen bir şey.

Benim en büyük sorunlarımdan biri de şu: Anlam işin içinde mi yoksa anlamı esere ben mi atfediyorum? Sizce anlam nerede kuruluyor?

Anlamı çoklu bir şey diye düşünmeliyiz bence.

Esere içkin bir anlam var mı?

Olmak zorunda değil. Mesela Susan Sontag Sanatçı Örnek Bir Çilekeş metninde, yorumlamaktan kaçındığımız zaman anlam ortaya çıkar diyor. Enteresan! Benim bir işe anlam atfetmem ayrı, senin atfetmen ayrı, x bir kişinin atfetmesi ayrı...Bu yapıtı da, yazıyı da zenginleştiren bir şey.

O zaman neden eleştirmenlere, metin üzerinden düşünecek entelektüellere ihtiyaç var?

İşte o anlamı aslında biz teorik bagajlarımızla oluşturuyoruz. Entelektüel bir ihtiyaç aslında.

Geçen gün biri “Mona Lisa neden bu kadar önemli?’’ diye sordu. “Bilmiyorum,” dedim. Gariptir sanat tarihi okumalarında da Mona Lisa’ya referans veren hiç denk gelmedi.

Mona Lisa üç kere müzeden çalındığı için bu kadar önemli aslında. (Gülüyor)

Roland Barthes’in Mitolojiler’i sağlam bir kırılma yarattı aslında. Mitolojiyi gündelik hayatın içine çektiğin zaman güncel sanatı anlamlandırmak daha kolaylaşıyor. Çünkü yaptığımız şey modern mitolojileri keşfetmek. Buradan açıklarını bulmak. Peki, bu bagajın ayağınıza takıldığı yerler olmuyor mu?

Oluyor tabii. Olmaması mümkün değil. Sadece anlamaya çalışmak gerek belki. İnsanın belirli bir son noktada olduğunu düşünmemesi lazım. Hala öğrenci gibi algılamaya çalışmak lazım. Hala öğrenci gibi yazmaya çalışmak lazım. O zaman gelişiyorsunuz zaten.

Benim yazı yazarken ayağıma takılan şeylerden bir tanesi kişisel ilişkilerim, mesela bazı sanatçıları çok sevdiğim için işlerine daha iyi niyetli bakıyorum.

Çok doğal. Arkadaşın olan birinin işlerini daha iyi tanıyorsun. Onun için mesela 6-7 Eylül olaylarına kadar Beyoğlu’nda çok önemli ressamlar, heykeltıraşlar, şairler, edebiyatçılar hepsi bir arada çok ciddi metinler, çok ciddi işler çıkarıyordu. Biz biraz daha yalnızız.

Yazdıklarınızda nasıl bir dil tercih ediyorsunuz?

O da değişiyor aslında. Hakkında yazdığım bir sergi veya iş dilimi belirliyor. Etkiliyor diyeyim daha doğrusu. Onun için en başta “iş odaklıyım” dedim. O kurduğum ilişki benim de dilimi kullanma biçimimi yönlendiriyor. Yer yer akademik, yer yer deneme niteliğinde olabiliyor. Eğer bir arkadaşımın işi üzerine yazıyorsam, onu tanıdığım için daha çok duygusal bir yazı olabiliyor. Formüle etmek doğru gelmiyor bana.

Peki eleştirinin muhatabı kim? Sanatçı mı? Sanat eseri mi? Entelektüeller mi? Halk mı? Sorumluluğun kime karşı?

Sanat ortamına. Herkest biraz var diyebilirim. Sanatçıyı tanıdığınız için sanatçının eski işiyle karşılaştırabiliyorsunuz mesela. Bir çağrışım yapabiliyor veya yapmayabiliyor. Bir bağlantı kurabiliyorsunuz veya kuramayabiliyorsunuz. Yazınızı ona göre belirliyor olabiliyorsunuz gibi... Siz benim yazımı okuyacaksınız, ben sizin yazınızı okuyacağım. Dolayısıyla Murat ne düşünecek demiyorsunuz da bunu Murat da okuyacak diyorsunuz. Böylece herkesle etkileşim kuracak bir dil çıkıyor ortaya.

Fazla referans bolluğu içerisinde ağır kavramların yığıldığı, neredeyse modernist bir dil kullanan yazılar var. Bazen anlaşılması imkansız hale geliyor.

Ondan pek hoşlanmam mesela. Yazdığım şeylerde, teorik metinlerde de kitaplarda da bunu bizim sanat ortamı içerisinde olmayan biri okuduğunda birazcık fikir sahibi olabilsin isterim. Mesela son kitabımda görmüşsünüzdür belki Pek Kronolojik Olmayan Hayatımız sanat tarihinin yanlışlığı üzerineydi. Modernizm üzerine çalışan sosyologlar, siyaset bilimciler ve erken cumhuriyet dönemi üzerine çalışanlarda sanat bilgisinin sıfır olduğunu farkettim. Dolayısıyla oradan da birini yakalamak nasıl olabilir? Neden bu iki ayrım var herkes modernist dönemde kendi alanından koşuyor da öbürüne bulaşmıyor? Bunu her yazımda yapıyorum galiba şimdi fark ettiğim bir şey. Hani doktor da okusun. Bu popülistleştirmek değil ama kullandığım dili daha yalın, açıklayıcı hale getirmek, yalınlaştırmak isterim.

Sanat dışındaki alanlarda çalışan akademisyenler güncel sanata epey uzaklar.

Mesafeliler.

Peki bunun sebebi ne? Neden bu mesafe?

İşte gelenek oluşmaması, pek sergi görme kültürünün olmaması, izlememeleri. Bunun da verdiği bir çekingenlik var herhalde. Ciddiye almamak değil de tam tersi çekingenlik diye görüyorum ben.

Peki güncel sanat içinde niye bu kadar metin var? Bir sergi yapacaksanız katalog çıkartmak zorundasınız. Eğer paranız varsa kataloğa iki, üç entelektüelden metin almak zorundasınız. Sonra sergi için bir duvar metni, broşürlerde başka metinler olacak... Sergi çıktıktan sonra sergi hakkında yazı isteyeceksiniz. Entelektüelleri çağırıp konuşturma yapacaksınız. Eseri bir türlü yalnız bırakamıyoruz. Sürekli etrafını entelektüel bir ağ ile örmek zorundayız ve bu gittikçe artıyor. Eserin etrafında kalabalık bir söylem fazlalığı oluşuyor. Bunun nedenine dair bir fikriniz var mı?

Bu 90’larda gönüllü olarak yapılan bir şeydi. Ortam çok açtı. Benim de tam öğrencilik yıllarımdı. Çok az etkinlik vardı. Güncel sanat kendini yeni şekillendiriyordu. Aslında ben hep 70’lere götürürüm ama onlar daha yalnız bir kuşaktı. 90’lar farklı bir dilin kurulduğu, küratörlü sergilerin başladığı, kar amacı gütmeyen kurumların ortaya çıktığı, postmodern teorinin yeni çevrildiği, biraz kitabi işlerin üretildiği bir dönemdi. Mesela Gülsün Karamustafa çok açık söylemişti bir seferinde “O zaman çok okuduk ve okuyarak iş yaptık,” diye. Sonra birçok sanatçı bunu eledi. Hızla okuma ve adapte olma dönemiydi 90’lar. Sık tartışılan dönemlerdi, genç etkinlik sergileri çok önemliydi. Edebiyatçılar pek katılmıyordu ama sosyologların, felsefecilerin, sanatçıların, -biz o zamanlar çömezdik- öğrencilerin aynı masada tartıştığı bir dönemdi. Bu 2000’lere model oldu. Ama bugün o tartışma ortamı olmaksızın suni bir biçimde tekrarlanıyor. Zorunlu gibi anlaşılıyor. O zaman bu gönüllü olarak yapılan ve herkesin herkesin anlamaya çalıştığı bir dönemdi.

2000’lerle günümüzü karşılatırdığımda güncel sanatta paradigma değişti gibi geliyor.

Güncel sanat eleştirel söylem üretememeye başladı.

İktidar mekanizmaları, bildiğimiz yapılanmalar, toplumsal sınıflar hepsi değişti ve adapte olunamıyor. 90’ların mirası üzerinden hala hareket edilmeye çalışılıyor.

Mirası yedi bu sanat ortamı.

Genç sanatçıların, öğrencilerin ne yapacağını bilmemeleri ciddi bir sorun. Bu kadar çok etkinlik var ama onları besleyecek ve onlara bir şeyler gösterebilecek bir yapı yok. Bienal o gücünü kaybetti. Dünya sanatını açacak kurumlar çok kısıtlı. En büyük kurumun bile vizyonu çok dar.

Şirket odaklılar.

Sanat kurumlarının mesuliyeti kime? Sanata karşı bir mesuliyet hissetmiyorlar gibi. Bu yüzden de genç sanatçı kuşağı kendi yollarını açmaya çalışıyor ama hepsi tek tek deniyor. Peki bu boşluktan yeniden bir şey doğabilecek mi? Böyle bir hareketlilik var mı?

Önce iyice bir çökmesi gerekiyor. Dibi görmeye yaklaştık aslında ama iyice bir dibe ulaşmamız lazım ki yeniden bir ruh çıkabilsin ortaya diye düşünüyorum. Özellikle genç kuşakta gördüğüm bir şey var ve beni düşündürüyor. Yarışmalara, jüriye göre ‘şu isim bundan hoşlanır’ gibi düşüncelerle iş vermeleri. Bir tane resmi yarışma için veriyor ve bu resim bir şey söylüyor diyelim. Portfolyosunu alıyorsun başka ne işler yapmış diye, bu sefer beş benzemez işler çıkıyor ortaya. O zaman da kıymetini yitiriyor. Bunun sebebi olarak daneo-liberalist iklimin sonucunda insanların hangi işi yaparlarsa yapsınlar kendi çıkarlarını daha çok gözettikleri bir dünya düzeni oluşturmaları olarak görüyorum. Herhalde bu sistemin de kendisini yok etmesi gerekecek öyle ya da böyle. Gittiğimiz dünya düzeninde de emareleri var zaten. Bu sistem kendini yok edecek ki yeni baştan söz gücü olan bir söz ortaya çıksın.

Sanatçı tanımının değişmesi gerekecek. Sanatın tanımının değişmesi gerekecek, yani bütün o kullandığı bağların sıfırdan tanımlanması gerekecek. Dijital sanatlar konusunda ne yapacakları belli değil Türkiye’den gördüğümüz durumda.

Daha yalnız bir alan evet.

Yeni medyayı bir zanaat alanı olarak sürece teorik olarak hiçbir geçerlilikleri olmayan işler üretiyorlar halbuki bence dijital sanatların en büyük olayı sanatı ve sanatçıyı yeniden tanımlaması olacak. Bunun yeni paradigma içerisinde yapılması gerekiyor ve herhalde 70’ler sonrası en önemli akım da onlar.

Üretim biçimleri ve kullandıkları malzemelerle büyük farklılık yarattılar.

Ama onlar da tüketimin cenderesi altındalar. Güncel sanattan bahsettiğimizde kasıtlı olarak estetik olmayan bir sanattan bahsediyoruz. Ancak günümüzde estetiğe yeni bir talep var.

Dijitalle birlikte geri dönüyor gibi.

Estetiği bir sebepten dolayı terk ettik, keyfe keder terk etmedik...

BP: Bir iktidarı kırmak üzerine terk edildi aslında. Koskoca bir güzel sanatlar akademisi iktidarını kırmak üzerine terk edildi. Dijitalle birlikte bir estetik kaygının geldiğini görmek çok mümkün. Malzeme nedeniyle yeni, malzeme nedeniyle güncel sanatın içinde kendine bir mecra buluyor ama tutum olarak çok geleneksel.

70’lerde başlayan sanat, dünyadaki düşünce akımlarıyla ilişki içinde olan inanılmaz politik bir sanattı. Ama benim kanaatime göre bu akımlar son sözlerini söyledi. Sizce sanat illa politik olmak zorunda mı ya da politik bir görev üstlenecek mi bundan sonra?

Bundan sonra zor gibi görünüyor. Bütün 70’lerden gelen politik gücü kırıldı. Onu kıran da aslında neo-liberal dünya düzeni. O yüzden sanat üretimi bağlamında politik bir sözü olan iş, çok hızlı tüketilmeye ve dekorasyona dönmeye başladı.

Güncel sanat uçucudur. Misal, güncel sanatın en büyük eseri Duchamp’ın pisuvarı aslında yok. Bir fikir olarak var, bir network’de, bir nokta olarak var ama yok. Yani bir an için bir nesnenin içine giriyor sonra nesneden çıkıyor. Zaman ve mekânda bir an için beliriyor ve çıkıyor.

Bir bağlam oluşturuyor.

Evet, bir bağlamda anlam kazanıyor, bir bağlamı oluşturuyor sonra o bağlamı, o sergiyi kapatıyorsunuz o iş depoya kaldırılıyor ve o iş artık bir iş değil. Koleksiyonerin işi çok zorlaşıyor.

Evet ama tarih burada devreye giriyor. Güncel sanatın tarihi oluştu ve mecburen oluşacak. Her ne kadar niyeti o an için bir söz söylemekse de hangi bağlamda hangi sözle üretildiği bize gösteriliyor.

Güncel sanatın yaptığı bence saçmalık, saçmalık yapma hakkı. Koleksiyoneri kandırıyorsunuz ama koleksiyoner bunu biliyor ve bundan zevk alabiliyorsa bu harika bir durum.

Aslında amacına ulaşmış oluyor.

Peki bir çıkış yolu görebiliyor musunuz? Sizi heyecanlandıran bir şey var mı?

Pek görmüyorum, hayır.

Şu anda yapılması gereken iki şey var bence. Birincisi insanları bir araya getirmek. İkincisi ise entelektüel bir ortam yaratmak. Bunlar yapılmadığı sürece bir çıkış yolu yok. Şu an olan en büyük sorun ise gençler 90 kuşağına eklemlenmeye çalışıyorlar.. Çok azı eklemlenebiliyor ama çoğu dışarıda kalıyor, halbuki kendi ekosistemlerini kurmaları gerekiyor.

O ekosistemi mevcut ortamda kurmaya çalıştıkları için hata veriyor. Kronoloji oluşturmaya başladı eski sorunlar.

Evet. Sorun yöntemin değişmesinde.

O da entelektüellikle mümkün. Tekrar olacak ama varsın olsun çünkü dert bu benim için. 90’larda yapılan şey bugün taklit edilerek yapılıyor. 90’larda o entelektüel ortam vardı ama şimdi mış gibi yapılmaya çalışıldığı için boşluklar oluyor.

bottom of page