top of page

Thomas Hoepker: İnsanlığın izahını, suretinin mizahıyla yapıyor


Alman fotoğrafçı Thomas Hoepker'in küresel objektifinden geçen insanlık halleri, ünlü veya ünsüz, renkli veya siyah-beyaz bütün yönleriyle Leica Gallery İstanbul'da. 3 Haziran'a dek yer alan sergisi üzerine söyleştiğimiz sanatçı, “benim tüm istediğim, gerçeklikten bir dilim,” diye konuşurken, o gerçeklikte eğlenceli şeylere rastladığında da çok mutlu olduğunu gizlemiyor.

Thomas Hoepker, Fotoğraf: Elif Kahveci

İstanbul Bomontiada'da faaliyete geçen Leica Gallery, Alman fotoğrafçı Thomas Hoepker'in Ani Bir Zafer başlıklı kişisel sergisine ev sahipliği yapıyor. 24 Mart'ta açılan ve 3 Haziran'a dek devam edecek sergi, galeri direktörü Yasemin Elçi'nin imzasıyla sanatseverlerin ilgisine sunuldu. Elçi, sergi için aynı başlıkla hazırladığı metinde, Batı Berlin'den Doğu Berlin'e geçebilen ilk foto muhabiri hakkında şu bilgileri veriyor:

"Hoepker, 1974'ten 1976'ya kadar Stern haber dergisinin Doğu Berlin muhabirliğini yaptıktan sonra, dünyada yaşamak istediği yeri seçme fırsatını elde etti. Alman Demokratik Cumhuriyeti'nde kaldığı dönemde hiç de güllük gülistanlık olmayan bir hayat yaşayan Hoepker'e bu şansı Stern sundu. Böylelikle, taşınmaya karar verdiği New York'ta 11 Eylül 2001'in en çarpıcı karelerinden birini yakaladı. Fakat çağdaşlarından farklı olarak Hoepker, bu tarihi anda insanın yarattığı zulümle, insan ruhunun hafifliğini bir araya getirmeyi başarmıştı."

İnsanlık ve fotoğraf tarihi adına kareler ve yüzler arasına hümanist bir Joker kartı gibi kendini gizlemeyi başaran biri, Thomas Hoepker. Leica Gallery'deki sergisinde İtalya'dan ABD'ye, Malezya'dan Portekiz'e, İran'dan Venezuela'ya ve Şili'den Santa Domingo'ya uzanan siyah-beyaz ve renkli bir seçkinin yer alması da boşuna değil. Hoepker’le, acı bir tebessüme gebe kadrajlarını bahane ederek sohbet ettik.

Evrim Altuğ: Fotoğraf çekerken onlar üzerinden ölümlülük ve ölümsüzlüğü nasıl tabir ediyorsunuz? Çünkü bu bir tercih ânı ve siz de bununla yükümlüsünüz...

Thomas Hoepker: Bu her şey olabilir. Buraya gelebilirim ve gördüğüm şey için güzel ama biraz da kitsch diye düşünür, hatta belki onu çekmeyebilirim. Güzel saçlı, güzel yüzlü bir bayanı görür, (o sırada kendisini fotoğraflayan Art Unlimited fotoğraf editörü Elif Kahveci'yi kastederek) onu fotoğraflarım. Bazen bir kasabada yürürüm, bir müzede dolaşırım ama hiçbir şey ilgimi çekmeyebilir. Herhangi bir sokakta, köşeyi döndüğüm an, komik yahut ilginç bir şeye tanık olduğum olur. Gerçekten bunun bir kuralı yok. Her şeye yönelik bir umut besler halde olmaya çalışıyorum. Mevcut gerçeklik içinde eğlenceli şeylere rastladığımda çok mutlu oluyorum.

Aynı şekilde, bulduğum depresif bir şey de beni tetikleyebilir. Modern fotoğrafı düşündüğüm zaman basit bir yaklaşımla, dijital fotoğrafın hüküm sürdüğü bu günlerde çok sayıda kare çekiliyor. Bu çok harika ama bir yandan da evinize gittiğinizde art arda kareleri elemek durumunda kalıyorsunuz. Bazen de bu işlemi yapmayı ötelersiniz, fotoğrafı ihmal edersiniz. Fotoğraf filminin veya levha/plakaların kullanıldığı eski günlerden söz edersek, ben çalışmaya cam levha üzerine baskıyla başlamış biriyim. Çünkü benim büyükbabam bana çok eski bir Bellows hediye etmişti. Cam levhayı yerleştiriyor, bastırıyor ve beklemeniz gerekiyordu. Bu aslında bir okuldu, çünkü çok çaba göstermeniz gerekiyordu. Tabii bir talih eseri olarak onunla da bir saniye pozlama yapıyordum. Bir kişinin üç yahut dört fotoğrafıyla sınırlıydım. Oysa bugün, 'trrrt' diye, bir çok kare çekiyor ve içlerinden birinin iyi olmasını umut ediyoruz.

Portekiz, 1964

EA: Fiziksel olarak olduğu kadar, anlam düzeyinde de 'bir gözünüz kapalıyken, diğeri açık' sanki. Bir yandan son derece iyimser kareleriniz var, ama bir çok fotoğrafınızın da hayli kötümser bir bakış yansıttığı söylenebilir mi?

TH: Bunu söylemek zor ama benim için esas olan, içinde daha ziyade eğlence/mizah barındıranla ilgili. Aynı zamanda da içinde küçük bir şok anı var. Ben enteresan sahnelerden hoşlanırım çünkü onlar bana her gün olmayanı anlatırlar.

EA: Kariyeriniz her iki fotoğrafa da açık oldu: Siyah-beyaz ve renkli.

TH: Evet, kaldı ki başladığımda doğal olarak siyah-beyaz fotoğraf söz konusuydu. Dünyaya siyah-beyaz bakmaya çok alışkın olduğumuz aşikâr. Fakat aynı zamanda renkli bakmak da söz konusu... Kendinizi yeni çağa uydurabilmeniz gerekiyor. Aynı zamanda filmle de uğraşıyorum, o daha farklı. Filmde de belli bir konu üzerine, belli uzunlukta malzemeniz var ve bunları kullanarak en mükemmelini ortaya koymalısınız. Her türlü olasılığa açık olmalısınız. Oysa fotoğrafta söz konusu olan kısacık bir an. Pek ön hazırlık yapmam. Diyelim ki sizi çekeceksem, yalnızca duruşunuz ya da çorabınızın görünümü gibi küçük taleplerim olabilir. Fotoğraf çekmek için hem sürekli teyakkuzda hem de şanslı olmak gerekir. Hatta pek çok zaman bu da yetmez çünkü olası karede olması gereken kişiler varken birden yok olabilirler. Onları isteseniz de tekrar geri çağıramazsınız. İhtiyaç olan tek şey o gerçeklikten bir dilimdir.

EA: Gazetede, dergide ya da bir reklâm için kullanılan fotoğraf işlevini görüp, paylaşıldıktan sonra sizce neye dönüşür? Bir sanat eserine mi, sanat akımına mı ya da tarihi bir dokümana mı?

TH: Bana sanatçı diyenleri “pek emin değilim,” diye yanıtladığım olur, zira sanatın nerede başladığını, neyin gerçek sanat olup olmadığını tam kestiremiyorum. Ben kendimi daha çok hakikatin şokuna yatkın gören biriyim. Ama hakikatin de ta kendisi bazen bir sanattır, zira ortaya harika kompozisyonlar bırakır. Bu yönüyle ben hakikati çok nadiren dönüştürürüm. Sizin fotoğrafınızı çekmek istesem, kadraja arkanızdaki kapıyı dahil etmem, size ne yapmanız gerektiğini söylemektense, farklı açıların arayışında olurum. Bu yönüyle fotoğrafın “gerçek nedir?” sorusuyla ilgili kısmı beni çeker. Etraftayımdır ve hayatın bana sunacağı o armağan karenin umuduyla gezinirim.

EA: Günümüz markaları, ister müzik, isterse görsel teknolojide olsun nostaljik tasarım ve üretim biçimleriyle de yeni nesillerin ilgisini çekme peşindeler. Belki de burada biricikliğe ve gerçekliğe de bir özlem olabilir. Bunu nasıl yorumluyorsunuz ?

TH: Günümüz toplumu içinde çok sayıda farklı görünüşü barındıran bireylerden oluşmakta. Eğer ben kasabada beş kişiyle birlikte yürüyor olursam, biri de kalkıp bana bir konuda “ah ne güzel, ne harika değil mi?” derse ve ben de kendisine, bunu çok da fotografik bulmayıp “evet güzel ama aynı zamanda da sıkıcı da,” dersem iş değişir. Ya da önümüzdeki bu çiçeklerle sizi görüntüleme konusu diyelim. Yani önümde iki seçenek var. Ya sizi çiçeklerle, ya da çiçekler olmaksızın görüntüleyeceğim. Bu anlamda kendimi dalganın akışına bırakmaya meyilliyim. Eğer bir şey oluyorsa tamamdır, ama olmuyorsa, beklerim. Bu açan güneş de olabilir, bu ilginç şehirde, köşe başında boşalmış bir sokak da... Belki birden, karşınıza ilginç bir insan, kedi ya da köpek çıkar. Aniden bir resminiz olur. Gözümü açık tutmaya çalışırım. Nihayetinde, yaptığım tur ve çekim sonunda oturur ve istemediğim ya da belki diye ayıkladığım karelerle baş başa kalırım. Birini görür ve “hah, iyiymiş bu,” derim.

Bu yönüyle modern fotoğrafçılığın harika tarafı, sizi olabildiğince hızlı hale getirebilmesi. Yeterince umuda ve zamana sahipseniz, döndüğünüzde bir kaç saat sonra kamera içinde 100'ün üzerinde kareniz de mevcutsa, herhalde bunlar içinden dördü iyi olacaktır. Sonra belki, ikinci bir tur daha yaparsınız.

EA: Yeni binyılın icatlarından Photoshop denen uygulamaya bakışınız nedir?

TH: Bu ona yüklediğiniz anlamla orantılı. Photoshop'lamak, bir fotoğrafın muhtevasını değiştirmektir. Ben deklanşöre basarken, fotoğrafın daha o klik anında mükemmel olmasını isterim. Karanlık odaya girip, kesip biçmem. Kadrajdan bir kişiyi eksiltmem. Çünkü bildiğiniz gibi, bu iyi bir fotoğraf olmaz. Ben fotoğrafları manipüle etmem. Saniyenin ellide birinde örneğin, orada olan, bir hakikat dilimidir. Ha, elde edemediysem ne kötü, artık başka sefere... Umarım iyi fotoğraflarım, hakikatin yüzlerce diliminden ibarettir ve eğer eğlenceliler ise, ne alâ. Ya da büyük bir şok içeriyorlarsa, buna da tamam.

EA: Bir fotoğraf ne zaman kişiseldir ve ne zaman kamuya mal olur?

TH: Elbette, iyi olduğunu ve paylaşmam gerektiğini düşündüğüm fotoğraf, artık halka mal olmuştur. Yapılan işin ilk bölümü, belli yayınlar için hazırlanır. Bedeli o dergi veya gazete için ödenir, ya da size aylık bağlanır, diyelim ki Macaristan veya ABD'ye belli bir süre için gitmem ve neticeleriyle dönmem beklenir. Ardından geri dönerim, yüzlerce karem vardır ama en fazla iki üç tanesi kıymetli olur.

Fotoğrafların görsel içeriği kadar, ne ifade ettikleri, 'resim altları' da büyük uzmanlık istiyor.

Evet, mesleğimin erken yıllarında bizler hep bir yazarla veya muhabir/editörle birlikte yola çıkardık. Gittiğimiz, tanıklığını yaşadığımız olayda birlikteydik ve bunun üzerine konuşma imkânı elde edebilirdik. Bundan ne kadar etkilenip etkilenmediğimizi, beğenip beğenmediğimizi konuşurduk. Şimdilerde ise herhangi bir dergi ile çalışmadığımdan, daha ziyade yalnız oluyorum.

EA: Muhammed Ali ile olan serinizden konuşalım mı?

TH: Büyük bir insandı, bana hoşgörülü davrandı. Son derece zor biriydi. O günlerde aynı dergi için hep onunla gezerdik. Dergide çalıştığım kişiyle de gün sonunda yaşadıklarımızı paylaşma imkânımız bulunuyordu. İkisi arasında iken de bir başka fotoğraf çekme fırsatım oluyordu. Benim için çalışırken görünmez olabilmek büyük önem taşıyor. Başlarda Ali gibi meşhur kişilerle birlikte çalışmaktan nefret ederdim. Diyelim ki 10 dakikam vardı ve çekebildiğimce fotoğraf çekmeliydim. Bu korkunç bir şeydi ama, daha sonradan kendisi bana toleranslı davrandı ve zamanla onun için bir ilgim kalmayınca görünmez hale gelerek, bir şeylerin olabilmesini umdum. Çok beklediğim de oldu. Ali dört beş günden sonra bizi günlük hayatının bir parçası haline getirdi ve bu üç haftaya kadar sürdü. Kimi zaman halet-i ruhiyesi olumsuzken, kimi zaman sınırlarda olabiliyor veya iyi hissettiği zamanlarda dergi muhabiri ile beni alıp arabasıyla kasabada gezdirebiliyordu. Bir defasında benim traşım geldi diyerek bir berbere girdiği olmuştur. Benim için o günden geriye beş ilginç kare kalmıştır. Bir kısmı da buradaki sergide. Diğer taraftan Ali, siyahi hakların savunucusu olarak da ABD'de önemli bir duruş sergilemiştir. O yenilmeden, yeniden ayağa kalkmanın bir sembolü, kahramanıdır.

USA. Chicago, Illinois, 1966

Muhammed Ali, 1910 Dünya Horoz Sıklet Boks Şampiyonu Johnny Coulon ile, Coulon'un Chicago'daki salonunda.

EA: Halen dünya fotoğraf ajanslarıyla, sözgelimi Magnum ile irtibatta mısınız?

TH: Evet halen Magnum ile ilişkim sürüyor ve oradaki arkadaşlarımın hepsi kendi tarzları bulunan, yetenekli kimseler. Kadın olsun, erkek olsun, manzaradan güzelliğe, oradan savaşa uzanan bir konu çeşitliliği ile çalışmaktalar. Bu aynı zamanda fotoğrafı dolaylı olarak diğerinden öğrenmek için de harika bir yöntem. (Hoepker bu arada kendi fotoğraflarını da çekiyor.) Gözlerinizi daima açık tutmalısınız.

EA: Sanat müzelerini ziyaret ediyor musunuz?

TH: Evet müzelere çok sık giderim ve eğer orada bir şey olursa (Hoepker bir Warhol tablosu önündeki şişman erkek izleyiciyi arkadan çektiği renkli kareyi ve diğerlerini gösteriyor,) ortaya yeni bir boyut çıkar. Duvardaki imgenin bir kopyası değil, ondan da fazla bir şey ortaya koymak arzusunda olurum ki, bu çok sık yaşanılan bir durum da değildir. Evet bir çok müzeye gider ve ilginç, eğlenceli, mizah duygusu taşıyan kareler çekerim. Bununla birlikte bir çok sanatçı portresi de çektim. (...) Bununla birlikte flaşı veya büyük kameraları da sevmem. Küçük fotoğraf makinesi iyidir. Görünmez olmaya çalışırım...

EA: Çektiğiniz karelerin ebatları konusundaki tercihleriniz neler?

TH: Bu değişen bir durum. Koleksiyonerler için satış amaçlı olarak hazırladığım üç ayrı boyut söz konusu. Küçük ve büyük ebatlarım bulunuyor. Bazen çok büyük ebatlar da hazırlıyorum ama bunun çok sık hazırlandığını söyleyemeyeceğim.

EA: Bir fotoğrafı ekranda izlemekle, baskı halini galeride, yayında izlemek hala çok farklı değil mi? Bununla birlikte fotoğraflarınız üzerine yazılı metinler ve haberler sizi ne kadar bağlıyor?

TH: Evet, zaten kameranın saniyenin binde birinde size sağladığı o donduruculuğun yarattığı cazibe de burada değil mi ? Aslında fotoğrafın bütün hikâyeyi anlatmasından yana oldum. Tıpkı New York Chinatown'da bir telefon kulübesinde çektiğim adam ile, Venezuela'da çektiğim bir diğerinde olduğu gibi. İnsanlık durumları bunlar ve oldukları gibiler. İyi günleriniz olduğu kadar, kötü günleriniz de var.

EA: Demokratik Almanya Cumhuriyeti'nde, vaktiyle duvar yıkılmadan önceki tecrübeleriniz hakkında bizimle neler paylaşırdınız?

TH: Çok bölünmüş bir durumdu. Bir yanıyla korkunçtu. Çünkü Doğu Almanya'nın dışındakiler olarak bizler, Batı Almanya'da, Hamburg'da yaşarken diğer tarafa gitme şansını o zamanlar eşim olan yazarla birlikte ziyaret etme fırsatını bulduk. O esnada Doğu Alman gazetecileriyle aramızda bir mesleki değiş tokuş ilişkisi söz konusu oldu. Onlar kendi metinlerini kendi gazetelerine gönderdiler, biz de Berlin'in öte yanına gittik ve olup biteni görme fırsatını bulduk. Aslında bir yanıyla oldukça çirkindi. Yaşamak ve çalışmak için çok da iyi bir yer olduğu söylenemezdi. Ancak ilginç bir yönü de şuydu ki, Batı'dan kimse orada yaşamak için bir eğilimde değildi. Oraya sadece iki üç saatliğine gitmekti söz konusu olan, arkadaşları görüp çıkmaktı, bundan başkası değildi. Bu tecrübelerimden yaptığım kitaplarım oldu. Bir yanıyla şok edici ve korkunç, bir yanıyla da saçma ve komik bulmuştum. Evet, orada bile bir komiklik vardı, çünkü taşıdıkları bu hayatın üzerinden sahiplendikleri şeyin gururunu yansıtmaya çalışıyorlardı. Bizler asıl Almanlarız derken, aslında bundan mustariptiler, acı çekiyorlardı. Bununla birlikte o ülkede çok tehlikeli şeyler de söz konusuydu. Yine ayrıca orayı bir tür İsviçre olarak alabilirdiniz, bir bakıma son derece huzurlu bir görünüme sahipti. Son derece zengin, temiz ama bir parça da sıkıcıydı. Neredeyse hiç bir şey olmuyordu. Oysa buraya, ülkenize geldim ve burası 'problemli' bir coğrafya ve burada bir yandan harika bir coğrafya var. Harika çocuklar var, ama bazen bakıyorsunuz ve bir dakika, neler oluyor burada diyebiliyorsunuz. Buraya çok uzun süre önce gelmiştim, daha fazla kalmak isterdim ama vaktim kısıtlı.

EA: Türkiye'de yakın zaman önce Suriyeli sığınmacıların dramı için sembol haline gelen bir fotoğraf dünyaya geçildi. 'Aylan Kûrdi' isimli bir küçüğün sahile vurmuş bedeninin fotoğrafıydı bu. Fotoğraf adına size anlamı ne oldu bunun?

TH: Tam bir fotoğraf vakasıydı bu. Bir yandan bu kareyi çeken foto muhabirin şansı yaver gitmişti ama, büyük bir korkunçluktu bu. Nihayetinde fotoğrafın çekildiğine memnunum.

EA: 11 Eylül 2001'de çektiğiniz ve rengi ile de ilginç bir nostaljik duygu taşıyan fotoğrafla ilgili olarak verdiğiniz bir söyleşide, 'Eğer o karedeki insanlardan izin isteseydim, o fotoğraf hiç çekilmeyebilirdi,' demiştiniz.

TH: Evet, o fotoğraf medyada yer bulduktan sonra karede yer alan kadınlardan biri beni buldu ve bunun için benden izin almanız gerekmez miydi diye sordu. Ben de kendisine, kusura bakmayın ama eğer size sormuş olsaydım, öyle bir durumda, arkada İkiz Kuleler yıkılırken bunu yapamayabilirdim dedim. Bildiğiniz gibi o fotoğrafta muhabbet ediyor gibi görünüyorlardı ve ben bunun için onları suçlayacak da değilim. Siz de orada otursanız ve saatler geçirmiş olsanız, siz de o durumda olabilirsiniz. Bu anlamda o filmle çekilen klasik fotoğraf bir şöhret kazandı, çünkü kendi içinde belli bir karşıtlık ihtiva ediyordu.

9/11 Williamsburg, 11.09.2011

10 Eylül 2001 günü New York'ta on iki fotoğrafçıyla birlikte bir Magnum toplantısına katılmıştım.

Ertesi gün iki uçak Dünya Ticaret Merkezi'ne çakıldı. Arabama binip Queens ve Brooklyn'de dolaştım ama “Sıfır Noktası”na yaklaşamadım.

O güne ait tüm fotoğraflarım karşı yakadandır.

EA: Sizce fotoğrafı çekilemeyecek anlar da var mı?

TH: Cüzzamlı bir insanı Almanya'da fotoğrafladıktan sonra kendisine maddi ve tıbbî yardım kampanyası başlatılmıştı. Bu anlamda bunu söylemek zor. Bazen davetsiz misafir olmak beklenmedik sonuçlar da doğurabilir. Günümüzde 'güzel' resimler sunabilecek yerlere gidip, 'güzel' resimler, manzaralar çekerseniz, onlar yayınlanırsa insanlar, e ne olmuş diyerek hızlıca bu resimleri geçer, oysa kriz anları, olağanüstü durumları fotoğrafladığınızda durum tamamen farklı olur. Yine, bir sergiye gittiğinizde hangi fotoğrafın önünde ne kadar vakit geçireceğiniz de tamamen fotoğrafın içeriğiyle ilişkilidir. Ben her zaman için bu zor, ağır dünyada bir nebze eğlenceden yana oldum. Hayatta cazip ve eğlenceli anlar da bulunuyor. Bunu da kitaplaştırdım ve bu da hayata farklı bakışın bir yolu zaten.

EA: Hiç bir ABD Başkanı'nı çektiniz mi?

EA: Şimdilerde Trump ilginç. Çok çirkin, bir canavar Trump. O noktaya geldi ABD'de. Bilemiyorum bu çok farklı, büyük bir zaman dilimi şimdilerde. Günümüz gazetelerine, TV'lerine bakıyor, ülkeler geziyorum ve evet, endişelerim sürüyor. Eminim siz de burada aynısı hissediyorsunuzdur. Bir gazeteci veya fotoğrafçı iseniz kriz anları yaşayan bölgeler, İsviçre'den daha öncelikli olur.

bottom of page