top of page

Temadan temekküne kent düşüncesi: Sercan Apaydın geçişi*


Sercan Apaydın'ın MARSistanbul için mekâna özel ürettiği ve bedensel varlığın kapladığı yerle, yaşamsal sürecin mekândaki ayrıntılarına odaklandığı işlerden oluşan Internal Design başlıklı sergisi, 5 Mayıs 2018’e dek devam ediyor. Oğuz Haşlakoğlu, Internal Design’ı ve Apaydın’ın bütünsel üretimini değerlendirdi

Internal Design sergisinden, Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz

Resim her zaman bir şeyin resmidir, tıpkı görüngübilimin kurucusu Husserl’in “Bilinç her zaman bir şeyin bilincidir” ifadesinde olduğu gibi. Ne var ki bu ‘bir şey’ her zaman konu değildir; özellikle modern sanatı anlamak istiyorsak, bu durum bir ifade ya da anlatım bağlamından ibaret görülemez. Modern sanatı her şeyden önce ve en geniş anlamında düşüncenin sanatın esasına yerleşmesi olarak anlamak gerekir çünkü söz konusu olan artık Rönesans’tan beri alışılagelen ifade tarzı / üslûp ve kompozisyon değil, bütün bu unsurların olup bittiği resmin sahnesinin (ki Shakespeare’ci bütün bir dünyanın sahnesidir aslında) belki de her yapıtta yeniden kurulması gereğidir. Bu anlamda, Picasso’nun “Ben gördüğümü değil, düşündüğümü resmederim” sözünü ciddiye almak gerekir ve Duchamp’ın bu öncülden yol çıkarak hazır-nesneyle vardığı ilişki sonrasında sanatın geldiği nokta tam da Hegel’in kendi estetik düşüncesinde bir yüzyıl önce öngördüğü gibi (sanatın ölümü ve felsefenin onun yerini alması) aslında kaçınılamazdır; sanat artık kompozisyon fikrine dayalı bir marifet gösterisi değil bizatihi düşünce eseri olmak zorundadır. O halde âdet olduğu üzere ressamlara sergilerinde resimleri hakkında “Ne anlatmak istediniz?” türü bir soru sormak her şeyden önce abestir çünkü ressam düşüncesiyle yapıtta Adorno’nun ifadesiyle; ‘pıhtılaşmış’ olarak tam karşımızda, görünür bir biçim almış içerik ve malzeme olarak doğrudan bize ‘bakmaktır’; daha ne anlatsın?

Internal Design sergisinden, Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz

Sercan Apaydın işte bu meşrep ve kategoride bir ressam olmak amacıyla, tuvalde verdiği savaşı reel espasa taşıyanlardan. İlk dönem kent konusuna bağlı olarak figürsüz mekân ve boşluk temasıyla görsel kurgular oluşturan Sercan, bu konu ve tema kozasında geçirdiği sürenin sonunda, zamanı gelmiş bir ipek böceği gibi artık kanat çırpması gerektiğini düşünüyor. İlk dönem resimlerindeki konu ve tematik bağlamın sınırlayıcılığını, genellikle yapıldığı üzere dışarıya doğru başka bir konu ya da tema ile çeşitlendirmek yerine, içeriye doğru, düşünce yönünde aşmaya çalışıyor. Dahası, böylece çağdaş sanatla olan ilişkisini de dışarıdan kültürel ve benzeri bağlamlarda değil, içeriden, kendi içinden ve kendi edindiği dert ve ihtiyaçlarına dayanarak ‘sosyal varlık’ oluşunun farkında bir ‘birey’ olarak kurmayı başarıyor.

Bu durumu biraz açabilmek için doğrudan kimi yapıtları üzerinden hareket etmek uygun olacaktır. Örneğin Atopos sergisindeki yapıtı, resmin meselesini doğrudan konu ya da tema değil, düşünce esasında görmeye başladığının bir tanıtı. Biraz daha açık bir ifadeyle; konu, resimde doğrudan öykü potansiyeli barındıran imgedir; tema ise konunun ele alınış tarzı olarak asgari düzeyde zihinsel bağlamdır. Ne var ki tema böylece bizatihi düşünce seviyesine yükselmez, çünkü düşünce, özellikle sanatta, Kartezyen ‘düşünen özne’ye mahsus kavram ya da düşünce (cogito) olmayıp, onun sadece buzdağının görünen yüzünü oluşturduğu, öngörülemez bir bilinçdışı arka plandan kaynaklanır. Bu durum içinde ne olduğu bilinmeyen ve durmaksızın yeni malzemeler eklenerek kaynayan bir cadı kazanına daldırılmış kepçeye benzetilebilir. Bu anlamda sanatçı sanatının ustası değil bir vesilesi yani medyumudur, çünkü bilinçdışı, hafıza bağlamındaki zaman dışılığında ve doğum dahil, kişiye özel travmaları haiz ulaşılmazlığında, en mahrem no man’s land olarak açılması, ‘sırra kadem basmaya’ denk bir muammadır. Bu hiç kimsenin ayak basmadığı mahremiyetin mekânsız mekânından ya da dipsiz uçurumundan türeyen düşünce ise dilsel bağlamda yan yana ifade edildiği halde esasen iç içe geçmiş halde bulunan şu unsurlara bürünerek sahne alır; biçim, içerik, konu/tema ve malzeme.

Internal Design sergisinden, Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz

İşte Sercan, bahsi geçen çalışmasında, zaten bir tür ‘hazır-nesne’ olarak yorumlanabilecek atık ahşap parçayı işlevsel bağlamından boşaltıp, mavi mor (çivit) renge boyadığı uzun çıtalarla içinde bulunduğu mekâna geometrik formlarla taşırarak nesneyi tümüyle yeniden tanımlamış oluyor. Bu ve benzeri son dönem çalışmaların konusu bu anlamda ‘kent’e atfen bizatihi içerik anlamında ‘ressam’dır çünkü sanatçı yapma fiili itibariyle hazır atık ahşap parça üzerinden kendi mekânını kurma anlamında yalnızca yerleştirme (enstalasyon) değil, aynı zamanda da bir mekân haline geldiği ‘yerleşme’ peşindedir. İşte bu kendi mekânına kavuşmadır ki ‘yapma’ fiilinin esasen yapıt üzerinden ondan ayrılamaz biçimde yapanın aynı zamanda ‘yer haline geldiği’ bir ‘olma’ esası içerdiğini gösterir. Bu bağlamda malzeme özellikle hayatidir ve malzeme sevgisinin sanat eylemindeki yerini bilmeden, sanatta yaratıcılığın anlaşılmasına imkân yoktur. Bir sanatçı çalıştığı malzemeye özel bir özen gösterir çünkü onu bilinçdışı bir haz ilkesine bağlı olarak ‘içten sever’. Bu ise sanatçının biçimden önce malzemeye yüklediği bir psişik enerjinin âdeta yabanıl (fetiş nesne bağlamında) zeminini oluşturur ve örneğin neden Van Gogh’un insanları bu kadar etkilediğinin aslında bir tür açıklamasını da temin eder. Van Gogh’un tuvalinden izleyicisine geçen psişik enerji, boyanın biçim yoluyla sınırlandırılarak ehlileştirilmesinden kaynaklanmaz; tam tersine boya ve onun taşıdığı renk, daha önce hiç olmadığı denli, biçim sayesinde biçimsel sınırın bu sefer dışına, âdeta izleyicinin psişesine (psyche) sıçrar. Burada Van Gogh’un marifeti, içerik bağlamında resmetme fiilini haz ilkesi itibariyle özdeşleştiği malzeme üzerinden biçime yükleyebilmesidir ve bu yaklaşım bir akım olarak dışavurumculuğun da belirleyici özelliğini oluşturur. Ne var ki Dışavurumculuk ya da değil, malzeme bu anlamda sanatsal fiilde içerik tarafından en baştan daha fiil başlamadan bizatihi arzu tarafından içerilir. Bu durum esasen türü ve şiddeti ne olursa olsun haz ilkesine dayalı olduğu için de en halis anlamında mimetiktir çünkü arzunun, nesnesine, esasen imkânsız ‘karılma’ ve ‘iç içe geçme’ dileğini içerir.

Internal Design sergisinden, Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz

O halde, kendi mekânını kurma, bilincin kendisini bir nesne olarak seyretme isteği olması bakımından aynı zamanda katıksız bir narsisizmdir. İşte olma bağlamı da bilincin malzeme üzerinden biçimde ‘pıhtılaşması’ olarak aslında kendine aşık olmak suretiyle -kendi üzerine yansıtması anlamında- ‘dünyaya düşmesi’dir. Demek ki sanatsal yapma/etme fiili yoluyla sanatçının kendi mekânını kurması ancak bilincin bu patetik dönüşümüne bağlı olarak dünyaya düşmesiyle mümkün bir ‘yerleşme’ anlamında ‘olma hali’dir. İşte içeriğin esası da bu tarihsel bağlamda kendisini bizatihi meydan / açıklık olarak socio’da (ortak olan, sosyolojik olanda) meydana getiren ‘dünyada olma’ fiilidir ki aynı zamanda insanın kendisine düşüncede vehmettiği öznellik yerine ‘yer haline gelmesi’ anlamında kent ve ‘yerleşme yeri’ ya da ‘yerleşim’ olarak da meskendir. Sercan Apaydın, bu açıdan bakıldığında, konusu kent, teması mekân ve boşluk olan bir sorunsaldan, konuyu içeren bir içerik sayesinde kendisini bizatihi temekkün (yer haline gelme) fiili yönünde derinleştirecek asıl düşünceye doğru gereken emin adımları atmayı başarmış görünüyor.

Internal Design sergisinden, Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz

bottom of page