top of page
Sami Kısaoğlu

Tasvir, tarih ve bellek


Akademisyen ve küratör Shulamit Bruckstein, şu sıralar 16. İstanbul Bienali’nin paralel etkinliklerinden Çarşamba Topluluğu. Meret O.'nun Koltuğu başlıklı serginin hazırlıklarıyla meşgul. Bruckstein ile küratöryal pratiği, araştırma alanları ve yeni projeleri üzerine konuştuk


Shulamit Bruckstein, Fotoğraf: Elif Kahveci

İngilizceden çeviren: Sinan Eren Erk

Prof. Shulamit Bruckstein, Taswir Projects başlıklı projeler serisi kanalıyla, dil, anlam ve göstergebilim disiplinlerinden beslenen; yazı ve imge ilişkisini, klasik Arap el yazmaları, kadim İbrani kitapları ve mimari mekân üzerinden çalışan bir akademisyen. Bruckstein, figüratif Batı sanatı karşısında, tasvir yasağı konan Arap ve İbrani medeniyetlerinde yazının hem içerik hem de görüntü olarak imgeyi ve anlamı nasıl görselleştirdiğiyle ve tanımladığıyla ilgileniyor. Bruckstein bağımsız bir küratör olarak çalışmaya başlamadan önce akademik bir hayatın içinde olan, İbn Arabî’den Jacques Derrida’ya uzanan geniş bir alanda dersler vermiş, üreten, paylaşan bir isim. Geçtiğimiz aylarda Tarabya Akademi’nin konuğu olan Bruckstein, 16. İstanbul Bienali’ne paralel olarak düzenlenen Çarşamba Topluluğu. Meret O.'nun Koltuğu başlıklı serginin de küratörü. Bruckstein ile güneşli bir İstanbul öğleden sonrasında sergi projelerden Tarabya Akademi’deki misafirlik programına, felsefeden çağdaş sanata uzanan bir röportaj gerçekleştirdik.

Tarih ve bellek, özellikle bazı sergileriniz için anahtar kavramlar niteliğinde. Bunları düşünce pratiğinizin içinde nasıl konumlandırdığınızı öğrenebilir miyiz?

Tarih ve hafızanın birbirinden oldukça ayrı şeyler olduğunu düşünüyorum. Tarih, insanların kullandığı, genellikle müşterek bir anlatıdır; o geçmişin bir metaya dönüşmüş, haklar ve imtiyazlar elde etme adına politikaya alet olmuş halidir; ana akıma ihtiyaç duyar ve kişinin kendisini kolektif ötekiyle yüz yüze konumlandırmak amacıyla kullanılır. Hafıza ise tamamen başka bir şeydir. Kişiseldir, tine dokunur, kayıplardan, yön duygusunun yitiminden ve yaralardan acı çeker. Hafıza tuhaf ve şaşırtıcı şekillerde su yüzüne çıkabilir. Şiire, rüya çalışmasına (traumwerk), sanatsal yaratıcılığa ve tine ilişkindir. Hafıza gelecekten geçmişe doğru işler. Geçmişin manzaralarını, kişinin kendisi tarafından henüz keşfedilmemiş, gelecekteki kaygıları üzerinden yaratır. Sanat ve özellikle de çağdaş sanat bu tip hafıza ilişkileriyle doludur. Toplum bilincinde gizli psiko-sosyal kaygılara sanatsal bir dil kullanarak hitap eder. Çağdaş sanat, kaybolan veya dönüşmekte olan “resmi tarihin” üzerine yazılan, yeri değiştirilmiş hafıza parçalarının olduğu bir alandır. Çağdaş sanat, toplum içinde artık adından söz edilemeyen, izlerini gizlilik içinde bırakan şeylerin olduğu bir alandır. Politik baskının olduğu durumlarda, sanatsal yaratım bir tür hayatta kalma yoludur; zulüm şartlarında “yazma” sanatıdır.

Beyrutlu sanatçı, sinemacı ve yazar Jalal Toufic, Aşılmış Bir Felaket Sonrasında Geleneğin Geri Çekilişi adında önemli bir kitap yazdı. Tarihin araçsallaştırılması ve bazı neo-revizyonist gündemler adına geleneğin kolektif gaspı üzerineydi. Tarihte yer edinmiş savaş, kıtlık, soykırım gibi pek çok felaket var. Bunlar öylesine vahşi ki, yalnızca bu felaketleri yaşayan toplumlarda değil, geleneğin ta kendisinde de yadsınamaz izler bırakıyor. Bir gelenek, gelenek kavramının şiddetli bir şekilde kötüye kullanımıyla zarar görebilir veya gasp edilebilir. Böylelikle gelenek, kitaplarda, kütüphanelerde ve geleneksel sanat eserlerinde hâlâ bulunabilse de, gerçekte çoğunlukla devlet mekanizmasının veya başka bir işgalci gücün onu kıskıvrak yakalayışıyla “geriye çekilecek” kadar hasar görür. Örneğin bu Almanya’da Nazilerin “Alman” olan her şeyi işgal edişi ve onları faşistleştirmesi şeklinde yaşandı; bu durum aynı zamanda Yahudi geleneğinin militan ulusalcılık tarafından işgali ve sahiplenilme iddiasında da böyleydi. İsrail Devleti açık şekilde Yahudi geleneğini “gaspetti”. Rabbânî, literatürdeki Yahudi geleneği temelinde, herhangi bir tür jeopolitik veya bölgesel ulus-devlet iddiasına eleştireldir. Ancak eğer dünyadaki tüm Yahudi literatürü kütüphaneleri yeniden kurulmuş ve bozulmamış olsaydı bile, onun kozmopolit ruhuna erişmek zorlaşacaktı; çünkü geleneğin kendisi ulusal bağlılık iddiası ile işgal altında gibi gözüküyor. Bu aynı zamanda ulusalcılık tarafından sahiplenilen herhangi bir geleneksel literatür için de geçerli. Modern ulus devlet, bölgesel sınırlarını belirlerken doğası gereği yayılmayı (diaspora) reddeder.

Belleğin yitimi veya yaraları üzerine çalışan çağdaş sanatçılar, klasik geleneklerin artık var olmadığını, onların politik gündem tarafından gaspedilmiş olabileceğini biliyorlar. Sanatçılar, kılık değiştirerek ideolojik işgalin kıskıvrak yakalayışının içine geleneğin sızdırılabileceği uçuş hatlarına ve görünüş değiştirebilme metotlarına ihtiyacımız olduğunu biliyorlar. House of Taswir’in yaptığıysa, çağdaş sanat içindeki yer değiştirme veya aktarma eylemlerini, varoluşçu kozmopolit canlandırma stratejileri ve metotları aracılığı ile anlamaktır. Bastırılmışın dönüşü asla bastırılma noktasında gerçekleşmez ve çağdaş sanat alanı gelenek söz konusu olduğunda tam da bu dönüşün gerçekleşebileceği, baskılananın geri gelmekte olduğu yerdir. “Gelenek” şaşırtıcı bir görüntüde geri gelebilir; tabiri caizse diğerinin giysileri içinde, tanınmaktan uzak halde. Ve şüphesiz bu durum, neo-İslamcı politik gündemlerin sahiplenmesi altında İslami gelenekler özelinde de gerçekleşiyor. Bu nedenle geleneğin politik işgali altındaki bu “kadim” yaratıcılık parçalarını geri kazanmak ve dönüştürmek zorlaşıyor. Çağdaş sanat, antik ve çağdaş konuları birbirleriyle ilişkilendirme yolları önerir. Doğrusal olmayan zaman düzlemleri yaratabilir. Tüm Taswir sergileri bu tip bir atomizmi benimser. Çağdaşı ve antik, kadim olanı sunar, iç içe geçmiş, birbiri içinde erimiş zaman çizgileri ve eşzamanlılık eylemleri ortaya çıkarır ve aidiyetlerin bulundukları farklı yerleri birbirine bağlar.

Bibliothèque Nationale, British Library ve Hermitage gibi kurumlardan eski elyazmaları ve İslam eserlerini topladığınız ama bir yandan da modern ve çağdaş sanatçıların işlerine yer verdiğiniz Taswir isimli serginiz üzerine konuşabilir miyiz? 2009 yılında Berlin Martin-Gropius-Bau’nun ev sahipliğinde gerçekleşen bu serginin düşünsel arka planını anlatır mısınız?

Taswir sergisine, Humboldt Üniversitesi, Rudolf-Arnheim Kürsüsü’nden davet aldığımda başladım. Üniversitenin Sanat Tarihi Bölümü’ne bağlı olan bu kürsü, adını ünlü Yahudi sanat, medya ve film teorisyeni, Gestalt psikoloğu Rudolf Arnheim’dan alıyor. Zaman içinde akademik yaşamdan sıyrıldım ve bağımsız bir entelektüel, küratör ve sanatçı olarak, Berlin’deki bazı sanatçı, düşünür, akademisyen arkadaşlarla sanatsal araştırma ve diasporal düşünme için uluslararası bir platform olan Taswir projesini hayata geçirdik. Avrupa ve Avrupa dışı düşünceyi, antik, kadim ve çağdaş gelenekleri ve jeopolitik olarak bölünmüş bölgelerden gelen çağdaş sanat ile sanatsal araştırma alanlarında birbirleriyle ilişkilendirmek istedik. Böylelikle 20’den fazla ülkeden, 50’nin üzerinde çağdaş sanatçıyı klasik İslami sanat objeleri üzerinden yorumlar yapan işler oluşturmak üzere davet ettik. Bahsettiklerinize benzer, seçkin uluslararası koleksiyonlardan gelen objeleri sergileyebildiğimiz için şanslıyız. 2009’dan beri İstanbul’dan ve Türkiye’den; Sakıp Sabancı Müzesi’yle, Beral Madra Çağdaş Sanat Merkezi’yle, İstanbul’daki çeşitli galerilerle ve aralarında Hale Tenger’in, Murat Morova’nın, Sencer Vardarman’ın da bulunduğu sanatçılarla çalışıyorum.

20. yüzyıl Avrupasının sanat teorisi adına en ilham verici figürlerinden biri olan Alman Yahudi sanat tarihçi Aby Warburg’un Mnemosyne Atlası projesine sadık kalmak Taswir’in gündem maddelerinden biri. Warburg 1920’lerde, Hamburg’daki kütüphanesinde, Arap, Pers ve diğer Ortaçağ kaynaklarından, en önemlisi de görsel materyallerden ve sanatsal araştırmalardan beslenerek, kapsamlı bir modernlik konsepti geliştirdi. Onun ünlü Mnemosyne Atlası, antikten çağdaş zamanlara, yüksek kültürden popüler içeriğe kadar geniş bir skaladaki, tematik olarak düzenlenmiş yüzlerce görsel öğeyi barındırıyordu. Atlas, bu görsel malzemeyi çizgisel, konsantre ve tematik ilhamı barındıran bir şekilde şiirsel ilişkilendirme, insan davranışları, duygusal dışavurum üzerinden birbirine bağladı. Bizim yaptığımız sergiler de bir şekilde Warburg’un Mnemosyne Atlası’nın yorumlarıdır. Hatta bu atlası sanal ortamda Taswir Atlası adı altında benzer bir şekilde tasarladık. Berlin’de Pergamon Müzesi’nin karşısındaki Pergamon Sarayı’nda kâr amacı gütmeyen, halka açık olmayan, sadece özel davet ile girilebilecek, Taswir ile bağlantısı bulunan 40’tan fazla sanatçının yapıtlarının sergilendiği, küçük bir mekânım var. Buraya Meine Kleine Mnemosyne (Küçük Hafıza Tanrıçam) diyoruz ve bura- daki tüm yapıtlar koleksiyonerlerin ilgisine sunulmuş durumda. Satış gelirlerinin House of Taswir projesi sanatçıları tarafından paylaşıldığı bağımsız bir ekonomik sistemin olduğu bir yer; isterseniz buna “pazar yerinin” modernlik öncesi hali de diyebilirsiniz. İçinde İstanbul’dan sanatçıların da olduğu bu mekâna dair detayları İnternet sitemiz üzerinden öğrenebilirsiniz.

Taswir sergisinin coğrafi ve tarihsel sınırları üzerine konuşabilir miyiz?

Taswir sergisinin coğrafyayı bir anlamda bozduğunu söyleyebiliriz. Sergi şiirsel çağrışım ve tematik bağlantılarla insan davranışları üzerinden “ait olmanın” jeopolitik çift yönlü okumalarını bir tür karşıt coğrafya içinde sunuyor. Elbette “bölgedeki”, Arap ülkelerindeki, özellikle Mısır, Lübnan, Suriye, Filistin ile aynı zamanda Irak, Pakistan, Türkiye gibi ülkelerdeki sanatçılar bu sergide yer aldı; ancak bu durum serginin organizasyonel prensibini oluşturmuyordu. Sanatçıların yarısı Batılı ülkelerden geldi, hatta Picasso veya Max Ernst gibi Avrupa modernitesinin simgelerini, Arnold Schönberg, Roland Barthes, Siegfried Kracauer gibi isimlerin şiirsel ve teorik metinlerini de sergiye dahil ettik. Bu sayede klasik İslami sanatın objelerini, günümüzün “İslam ülkelerinin” veya Orta Doğu’nun çağdaş sanatçılarıyla ilişkilendirme hatasına düşmedik. Daha önce de belirttiğim gibi, bu bağlantının artık yok olduğunu düşünüyorum; konuşmamızın başında saydığım nedenlerden dolayı Müslüman ülkelerde yaşayan sanatçılar İslam sanatının geleneğine erişmekte en büyük zorluğu yaşıyorlar. Eğer kaligrafi ve minyatür gibi geleneksel sanatların politik güce hoyratça alet edilmesine dayanan bu yok oluşu yansıtmazsanız ve 19. yüzyıldan itibaren “Avrupalı” sanatçıların eğitimlerinin bundan beslendiğinin farkında değilseniz, sadece dekoratif ve hatta direkt biçimde kitsch işler üretmekten öteye gidemezsiniz. Tabii ki sanat piyasası böyle yapıtlarla dolu ve bu iş yapıyor. Bu çalışmalar tabii ki ancak ironik veya kendini dışlayan bir yapıda olduğu zaman ilgi çekici olabiliyor. Taswir sergisinde bu jeopolitik bağı kırdığımı söyleyebilirim. Taswir tarafından oluşturulan obje kümeleri birçok ucu açık soru yarattığı için, Martin-Gropius-Bau’nun ana avlusuna bir tür sanatsal medrese kurdum. Burası halka açıktı ve klasik bir çalışma ortamından farksızdı. Bu arada “taswir”, Farsça’da, Arapça’da, Urduca’da, Hintçe’de ve Osmanlıca’da “görüntü yaratma”, “görüntü gösterme” hatta “temsil etme” anlamlarına geliyor.

Taswir sonraki yıllarda sadece bir sergi projesi olmakla kalmadı, aynı zamanda röportajın başında bahsettiğiniz gibi, bir sanat inisiyatifine dönüştü. Rica etsek Taswir projesinin yapısı ve işleyişinden bahseder misiniz?

Tabii ki! Kimi zaman adından House of Taswir olarak da söz ettiğimiz Taswir projesi, kâr amacı gütmeyen bir kuruluş olmasının yanında; aydınların, sanatçıların, sinemacıların, yazarların, aktivistlerin bir araya geldiği bir alan. House of Taswir, bir şekilde karşılaştığım, yapıtlarını gördüğüm ve onlardan ilham aldığım sanatçıları, etkileyici, cesur, özenli çalışmaları olan aydınları bir araya getiren bir mekân. Ancak Taswir’in düşünür ve sanatçı kadrosunun büyük bir ortak paydası var: Birçoğu kaybedilmiş, sahipsiz, orada olmayan veya artık var olmayan şeyleri geri getirmek üzerine çalışıyor. House of Taswir, bir bakıma, farklı işbirlikleri ile dünya üzerindeki farklı mekânlarda gerçekleştirdiğimiz projelerimizde, ilişki içinde olduğu sanatçılardan ve düşünürlerden oluşuyor. Biz “dağınıklık” anlamındaki tamamen “diasporal” yapıda “hayali” bir kuruluşuz. Berlin’de başlayan, kâr amacı gütmeyen bir sivil toplum kuruluşuyuz; ancak herhangi bir ofisimiz ya da kurum binamız yok. Merkezimiz Berlin ve İstanbul’daki oturma odalarımın, özel ve halka açık alanların kesişiminden, Taswir’in yaptığı işlerle iç içe geçmesinden oluşuyor. Küratöryal çalışmaların çoğu ekibin aile yemeklerine kaldığı evimde gerçekleşiyor; proje odaklı, kararsız ama harika takımlar ile farklı şehirlerde çalışıyoruz. Çoğu Taswir projesinde tasarımcı, programcı, aydın, editör, çevirmen, sergi mimarı gibi farklı alanlardaki insanlar yıllarca emek veriyor. İstanbul’da, alanında öncü bir küratör olan Beral Madra, onun kurduğu BM Çağdaş Sanat Merkezi ve küratöryal çalışmaları birlikte yürüttüğümüz becerikli iş arkadaşım Sinan Eren Erk ile birlikte çalıştığım için kendimi şanslı hissediyorum.

Üzerine konuşmak istediğim sergilerinizden biri de 2016 tarihli The Red Gaze. İlk olarak Berlin Zilberman Gallery’de gerçekleşen ve sonrasında başka sanatçıların katılımıyla Tiflis’de farklı bir versiyonunu gerçekleştirdiğiniz The Red Gaze sergisinin kavramsal çerçevesi nasıl şekillendi, serginin arkasındaki estetik kaygılarınızı öğrenebilir miyiz?

The Red Gaze, Zilberman Galeri’nin Berlin’de açtığı ilk uluslararası sergiydi; galerinin Berlin sanat ortamına “girişi” de diyebilirsiniz buna. Zilberman Galeri Berlin şubesini 2016 yılında Charlottenburg’da açtı ve Moiz Zilberman bana galerinin bazı sanatçılarıyla istediğim projeyi çalışabileceğimi söyleyerek bana bir tür açık çek verdi. Zilberman’ın portföyündeki sanatçılarının büyük bölümünü oldukça güçlü, akıllı ve gerçekten çağdaş buluyorum. The Red Gaze’de yaptığımız şey, müze ve galeri sergilerinin, modern ve çağdaşın kesiştiği bir noktada, şiirin de dahil olduğu bir yapı kurmaktı. Viyana’daki Arnold Schönberg Center ile çalıştık ve şanslıyız ki bize Arnold Schönberg’in 1944 yılında, besteci Los Angeles’dayken faşist Almanya’ya duyduğu korku ile kendi yüzüne bakarak yaptığı oto-portresini yolladılar. Bu portreyi, Erkan Özgen’in daha önce Viyana’da 2016 yılında Işıl Önol küratörlüğünde açılan bir sergide gördüğüm, şimdilerde ikonikleşen ve 28 Temmuz’a kadar da Tate Modern’de gösterilecek, 10 yaşındaki sağır dilsiz Muhammed’in Suriye-Türkiye sınırında tanık olduğu vahşeti taklit ettiği video işi Wonderland (2016) ile birlikte sergilerken, sanatçının bir tanık, savaş zamanında bir görgü şahidi olmasıyla ilgilendim. The Red Gaze bağlamındaki sanatçı, klasik anlamda -ama günümüzün politik anlamında değil- bir “şehit” karakterini taşıyor. “Şehit” kelimesinin Rumcadaki anlamının “şahit” olduğunu da hatırlatabiliriz. Sergide Ali Kaaf’ın, Memed Erdener’in, Eşref Yıldırım’ın, Ahmet Elhan’ın, Şükran Moral’ın, Rebecca Raue’nin ve Aisha Khalid’in de yapıtları bulunuyordu.

Almanya Federal Cumhuriyeti’nin desteklediği Tarabya Akademi’nin yürüttüğü misafirlik programının bir süredir konuğusunuz. Burada çalıştığınız projeler üzerine konuşabilir miyiz?

Tarabya Kültür Akademisi’ndeki sanatçı programı gerçekten çok değerli. Almanya’da yaşayan sanatçılara ve entelektüellere, İstanbul’da kendi seçtikleri projeleri yürütme özgürlüğü veriyor. Bu tip sanatçı rezidansları, diplomasinin limitlerine ulaştığı zamanlarda çok önemli. Eleştirel sanatçıların, şehirde kendileri gibi olan insanlarla derin bir sanatsal ve kişisel etkileşime girmelerini sağlıyor. Bu programa, İstanbul’da ve bütün bölgede öncü bir küratör ve sanat eleştirmeni olan Beral Madra’nın arşiviyle ilgili projeyle dahil oldum. Beral Madra’nın 40 yıldan fazla süredir açtığı sergilerde çağdaş sanatçıları, yapıtları, teoriyi ve mekânları -çoğunlukla savaş yaşamış ve halkın halen ayrıştırılmış olduğu Beyrut, Saraybosna gibi çatışma bölgelerinde- birbirileriyle ilişkilendirme şekli, hem benim hem de Berlin’de, İstanbul’da veya başka yerlerde yaşayan birçokları için büyük bir ilham kaynağı. Beral Madra bize çağdaş sanatın ortasında nasıl bir diplomatik yol izlenebileceğini öğretti. Berlin, İstanbul ve Bern’deki küratör ve yazarlardan oluşan bir ekip ile Beral Madra’ya ait BM Contemporary Art Center’da bulunan, 40 yılın üzerindeki bir zamanı kapsayan sergiler tarihinin geniş çaplı arşivini, sanatsal ve kozmopolit coğrafyası ile Türkiye ve ülke dışındaki çağdaş sanatı bir dijital haritaya dönüştürmekteyiz. 1987 ve 89’da gerçekleştirilen ilk iki İstanbul Bienali’nin küratörlüğünü üstlenen ve Venedik Bienali’nde en az beş ülke pavyonunu oluşturan Beral Madra’nın çağdaş sanat alanında, bölgede 250’den fazla uluslararası sergi gerçekleştirdiğini tahmin ediyorum. Taswir sergisinde bana sanatçılar ve sanatçı stüdyoları hakkında tavsiyeler verirken fazlasıyla cömertti. Ve kendisi benim için hâlâ hayranlık veren bir referans olmasının yanında, kadınların gücü adına bir ilham kaynağıdır. Tarabya Kültür Akademisi’nde kurmakta olduğumuz BM Contemporary Dijital Atlas, tümüyle yok olmaya yüz tutmuş bir kozmopolit gelecek gündem vaat ediyor. Bu önemli girişim için kesinlikle daha fazla kurumsal desteğe ihtiyacımız var. BM Contemporary Dijital Atlas’ın ilk gösterimi Haziran ayında Hırvatistan’ın Split şehrinde, ardından İstanbul’da Tarabya’da Temmuz ayının başında ve daha sonra 16. İstanbul Bienali’nin paralel etkinlikleri çerçevesinde Taswir’in küratörlüğünde Çarşamba Topluluğu. Meret O.'nun Koltuğu adı altında sergilenecek.

Son olarak 16. İstanbul Bienali’ne paralel olarak Antik Palace’ın zemin katında gerçekleşecek olan Çarşamba Topluluğu. Meret O.'nun Koltuğu isimli serginiz üzerine konuşabilir miyiz?

Freud’un “kara kıta” olarak adlandırdığı dişil arzudan hareketle sergi, dört kadın sanatçının yapıtlarını içeriyor: Almanya’dan Rebecca Horn, Gürcistan’dan Natela Iankoshvili, Türkiye’den Gülçin Aksoy ve İsviçre’den, İstanbul’da yapıtları ilk kez sergilenecek olan, sürrealizmin önemli isimlerinden Meret Oppenheim. Aynı zamanda Lübnan’dan Tony Chakar’ın Meryem’in Köşesi yerleştirmesi da sergide görülebilecek. Tıpkı daha önce bahsettiğim gibi Çarşamba Topluluğu, BM Contemporary’nin üçüncü edisyonunu da sergide, bir tür performatif ev çalışması şeklinde sunulacak. Bu sergi genellikle görsel sanatlarla pek ilintilenmeyen bir ortamdan ilham alıyor, Sigmund Freud’un Viyana Bergrasse 19’daki özel kabul odasında bir araya gelen entelektüeller. Hepsi erkek olan arkadaş ve meslektaşları, ortaya çıkmakta olan psikanaliz alanı ile ilgili yeni yöntem ve fikirleri tartışmak üzere çarşamba günleri Freud’un şaşırtıcı eski Ortadoğu sanat eserleri koleksiyonunun ortasında toplanırlardı. Bizim Çarşamba Topluluğumuz ise bu yapıyı, gelişen bir iktidarın yerine, “kara kıta” kavramının, düzensiz, fallik olmayan, dağılmış, şiirsel ve düşsel düşünme biçimleri ile araştırıldığı dişil bir ortama çeviriyor. Sergimiz rüya çalışmasına, şiire, şefkate ve diplomatik darbelere benzeyen mekânsal bir düzlemi araştırıyor. Çarşamba Topluluğu. Meret O.'nun Koltuğu, 11 Eylül 2019’da Antik Palace’ta açılacak, sizleri de açılışta görmekten mutluluk duyarız!

Comments


bottom of page