top of page

Şimdi zamanı!

Waseem Ahmad Siddiqui'nin …Şimdi! (Evinizde kalabilir miyim?) isimli kişisel sergisi 6 Mayıs - 12 Temmuz 2025 tarihleri arasında Depo'da gerçekleşti. Sanatçının sergisinden hareketle geçmişi, travmayı ve yerinden edilmeyi ele aldığı metni paylaşıyoruz


Yazı: Waseem Ahmad Siddiqui

Çeviri: Bala Ulaş Ersay


ree

Waseem Ahmad Siddiqui, ...Şimdi! (Evinizde kalabilir miyim?), Sergiden görünüm. Fotoğraf: Serra Akcan


I


Bugünün ötesine bakmanın bir yolu olarak; geçmişe dönmek asla mümkün değildi.

“Ama geçmişe genellikle olası bir gelecek için umut olarak bakarım.” Bana inançsızca bakan adam, ince bir gülümseme yayıyor ve dilini bükerek devam ediyor, “Bu şimdiki an, nereden geldiğimize dair bu keskin bakış sayesinde şekilleniyor — bundan sonra nereye gideceğimizi anlamak için.”

Haziran 2006'da bu doğruydu.

Onu beklemek vazgeçilmez bir zaman kaygısı ve yük haline gelmişti. Onu saran kaygı, o gün sahip olduğu tanıklığın gelecekte tekrar geri döneceği düşüncesiyle doluydu.

Gitmek, kalmak. Yürümek, saklanmak. Beklemek, direnmek. Nefessiz kalmak, boğulmak: tam olarak sürekli bir geri dönüş, tekrar ve tekrar... ölüm ve yaşam arasındaki tekrarlayan acımasız döngü.

Onu beklemek zamanın durduğu değil, tam tersine zamanın geri geldiği andı. Onu beklemek sadece bir talihsizlik anı değildi; aynı talihsizliğin gelecekte tekrar yaşanacağına dair bir endişenin işaretiydi.

Her adımda ölüm ve yaşam arasındaki sınırları zorlayan bir kısır döngünün içinde sıkışıp kalmak gibi; belli ki zaman sürekli bir geçiş halindeydi ama o adım attıkça kendini tekrar tekrar yineleyecek karmaşık bir yük olarak geri dönüyordu (Siddiqui, W. A. 2022: 2-4).


Açılış parçam bir klişe hissi veriyor, kulağa kısmi doğruluk taşıyan bir özdeyiş gibi geliyor. Kendi duygusallığı tarafından yok edilen ulvi bir duygu... Kendi zamanımızda evimizde olmak, melankolik anlarda, kişisel umutsuzluğun ya da siyasi yenilginin ertesinde, nafile bir teselli arayışında tekrarlanan yaygın bir ifadedir. Çarpıtılmış hafızanın yarattığı tahribat, başarısız geçmişten değil, gelecekte tekrarlanacak bir başarısızlık beklentisiyle bağlantılı bir “kaygı”dan kaynaklanır; insanın öz farkındalığının trajik zamansızlığı tarihsel olaylar karşısında başarısızlığa uğrar. Bizi sürekli olarak hazırlıksız yakalayan yakın tarihtir ve biz, daha önce de belirttiğimiz gibi: şimdiki zaman karşısında hazır olamadık.


Daha iyi bilmemiz gerekmez miydi? Bu konuda tam olarak uyarılmamalı mıydık? Bizi bekleyen bir şey için neden bu kadar hazırlıksızdık?


Kendi zamanımıza nadiren hazırlıklı oluruz. Bu makalede ele aldığım mesele, zaman ve zamansallık üzerinedir. Bu mesele Walter Benjamin’in (1942), Tarih Felsefesi Üzerine Tezler adlı son el yazmasında da ele aldığı ‘şimdi zamanı’ (now-time) kavramıdır. Burada amacım, insanî bir keşifle, geçmişin anısını da içeren bir kavram olarak adlandıracağım umudun zamansal olarak yaklaştığı an üzerine düşünmektir. Umudun zamansal olarak yaklaştığı an, tam da içinde bulunduğumuz bu şimdi anıdır. Arzum, geçmişten gelen, ani, hazırlıksız, yinelemeli, ileriye dönük, kaygı uyandıran ve travmatik olan etkileri—yapısal yerinden edilmenin tarihçesinde önemli ancak kendine özgü anlar olarak—insanî bir keşifle ele almaktır.


II


ree

Waseem Ahmad Siddiqui, ...Şimdi! (Evinizde kalabilir miyim?), Sergiden görünüm. Fotoğraf: Serra Akcan


"Her günümüz, kendisiyle eşzamanlı olan imgeler tarafından belirlenir: her ‘şimdi’, belirli bir tanınabilirliğin şimdisidir. İçinde, hakikat zamanın patlama noktasına kadar yüklenmiştir” (Benjamin, W. 1999 [1942]: 463).


Eğer şu anda geçmişteki bir talihsizlik hakkında kaygılıysam, bunun nedeni onun geçmişte kalmış olması değil, gelecekte tekrarlanma ihtimalidir. Yine de, bu anlara geri getirdiğim şey, açıkça bir geçiş halinde olan ama kasıtlı olarak gelecekte tekrar eden bir kalıntıdır. Sistematik tekrarın, ya da burada bahsettiğim şekliyle zamanın rahatsızlık verici tekrarının kavranışı, şimdiki zamanda ileriye dönük olarak ortaya çıkan "kaygı"dır.


Geçmişin—hafızanın—talihsizliği, şimdiki zamanda ileriye dönük olarak ortaya çıkan bir kaygı biçimi olarak duygusal bir yakınlık içinde kalır. Bu, tam olarak yerinden edilen ve evlerinden koparılan insanların kendilerini travmatik bir durum içinde tanımladığı andır ve tıpkı yazının turaya dönüşü gibi her an gerçekleşebilir. Buradaki tartışma, jeo-mekânsal unsurlardan ziyade zamanın doğası üzerine kuruludur. Kaybetmenin uzun bir kolektif tarihi vardır. Ceza adaletsizliği, ırkçı cinayetlerin uzun bir kurumsal ve kişisel geçmişine sahiptir. Bununla birlikte, ister yerinden edilmiş bedenlerin aşağılanması ister ırkçı saldırı olsun, bu tür ortaya çıkış etkilerinde anın “aniliği” benim yakınlık dediğim şeydir; bu olaylar, ölüm ve yaşamın gölgesinde var olur ve silinmez bir etki bırakır. Bu saldırıların etkileri mevsimsel olarak geri döner ve her seferinde hazırlıksız yakalar.


Kurumsal ve tarihsel sistemin uzun süreli tekrarı, zamansallık ve daha genel olarak siyaset açısından çok önemlidir. Bu nedenle, zamanın sistematik tekrarı olarak adlandırdığım biçim, mültecilerin onurunun inkârı, reddi ve yok sayılmasının asimetrik analojileridir; ki bunlarla gündelik yaşamlarında da karşılaşırlar. Burada dayandığım nokta, yalnızca analojinin inşası değil, aynı zamanda analojinin kendisinin de biçimidir; duygusal, zamansal ve tüm bu elle tutulamayan anlardır.


Toplumsal ilerleme ya da gerilemenin bir ölçütü olarak uzun vadeli tekrarlama biçimini kabul etmek ahlaki açıdan zorunludur. Ancak şu anda bahsettiğim o kısa an; olayın süreksizliğinin yinelemeli ve belirgin örneğinin etkili ve etik etkisi üzerine düşünüyorum. Şimdi, Walter Benjamin’in dediği gibi, süreksizlik kavramı aslında "şimdiki zaman"da gerçekleşen bir şeydir; onun kopuş, kaygı ve şok olarak açıkladığı şey de budur (Beck, 2019). Bunlar, ister askeri ister zorla uygulanan siyasi denetim biçimlerinde olsun, felaket deneyiminde ortaya çıkan etkileridir. Bu olaylar kısa bir zaman diliminde somutlaşır ve aslında bahsettiğim anlar da bunlardır; kısa, keskin an ya da küçük an benim temel analoji malzememdir, bu sadece bu geçmiş olayların karşılaştırılması değil, bu olayların bir tür kesişmesidir.


Bu, uzun süreli deneyimi bir araya getiren, belki de yoğunlaştıran bir kısalıktır. Ancak, yalnızca halihazırda var olan koşulların ve çelişkilerin bir belirtisi olarak görülmelidir. Yerinden edilmiş bedenlerin bu sürece katkıda bulunması, ancak onun zamansal yapısını, eylemini ve eyleyici etkisini bütünüyle oluşturmaması gibi. Ansızın gelen anın yakınlığı, kişisel ve varoluşsal anlamda hazırlıksız olma sürecini ifade eder, ki bunu hepimiz biliriz. Aynı zamanda, bir "bekleme odası" halini de çağrıştırır; mültecilerin reddedilme kaygısını, sınır dışı edilme sürecindeki zamansal sabrı ve bunların felsefi ve dayanışma bağlamlarında nasıl yansıdığını ima eder. Aslında kısa bir zaman diliminde gerçekleşen bu olayların mimarisi; mültecilerin genel olarak maruz kaldıkları dahil edilme ya da dışlanma kararlarıyla yüzleşmeleri için onları yalnız bırakıyor. Böylesi bir belirsizlikle baş başa bırakıldıkları bir zamana doğru az önce işaret ettiğim konuda yinelenen zamansal bir “yük” var.


Bu belirsiz olayların mülteciler üzerinde bıraktığı endişe ve umudun, içinde bulunduğumuz zamanı derinden etkilediğini düşünüyorum. Dolayısıyla süreksizliğin önemi, karşılaşmak istediğim bir soy kütüğüne sahip. Bu, Benjamin’in Diyalektik İmgesi'nde mevcuttur; bir anda, bir duraklama anında bir araya gelir—elbette hiçbir şey duraklamaz—ama o anlık duraksamanın etkili bir tesiri vardır. Diyalektik duraksama kavramı, Freud’un travmatik nevroz tartışmasında da yankılanır. Bu, doğal bir nevroz değil, savaş sırasında, toplumsal alanda ya da ölüm gibi kazaların ardından her yerde ortaya çıkabilecek bir travmatik nevrozdur (Zepf, S. & Zepf, F. D., 2008). Bu durum, Benjamin’in Diyalektik İmgesi'nde mevcuttur ve aynı zamanda Freud’un, tarihsel kriz anlarına, toplumsal risklere ve kişisel kaygılara sabitlenen travmatik nevroz tartışmasında da yankı bulur. Bu aynı zamanda Benjamin'in geçişin imzası olarak anın aniliğiyle yankılanan “kaygı” metafiziğidir. Benjamin, bizim şimdi-zaman dediğimiz şeyi, tamamen metafiziksel olanın içine yerleştirmenin zorluğunun tamamen farkındadır. Bu nedenle, şimdiki zaman kategorisi ona çok fazla çabaya mal olur:

1940'ta her şey farklıydı. Walter Benjamin, İspanya’nın Portbou Körfezi’ne yürüyerek ulaştı. Fransa sınırının İspanyol tarafındaki son körfezin üzerinde, yüksek bir noktada duruyordu. Benjamin’in elinde ABD’ye giriş vizesi vardı. Arkadaşları—bunlardan biri de Hannah Arendt’ti—onun gelişini bekliyordu. Ancak yolun yarısında Fransa’dan çıkamadı. Zaman içinde sıkışıp kalmıştı. Taşıdığı evrak çantasının içinde, onun omuzlarına yüklenen zamanın ağırlığı vardı; çanta yere düştüğü anda, içindeki kağıt parçaları da etrafa saçıldı. Kimileri, tarih felsefesi üzerine yazdığı son el yazmasını taşıdığını söyler. O an, son umudun şok edici geçiciliği içinde, zamanın o anını taşıyordu.

“Walter Benjamin 29 Eylül'de İspanyol sınırındaki Portbou'da kendi canına kıydı.” (Arendt, 1940)


III


ree

Waseem Ahmad Siddiqui, ...Şimdi! (Evinizde kalabilir miyim?), Sergiden görünüm. Fotoğraf: Serra Akcan


Yerinden edilme olgusu, evinde olmayanların kişisel deneyimleri üzerinde nasıl bir etkiye sahiptir? Kişinin yerinden edilme “kaygısı” sadece mekân sorunu mudur, yoksa aynı zamanda bir ölçek sorunu mudur?


Bu soruyu buraya yazıyorum; çünkü ben de bununla mücadele ediyorum. Ancak bu soruda, etkinin, yerinden edilmenin ve kişisel deneyimin “ölçeğinin” doğrudan zamana yöneldiğini ve mekâna yönelmediğini öne sürmek istiyorum. Bu, mekânda ve zamanda bir şekilde tutulması gereken bir an, ancak bir anda kendini bir sonraki ana çevirmek zorunda kalıyor. Şimdiki zaman, geçiş anı olarak—ister kısa ister uzun vadeli olsun—bir geçiş biçimidir ve aynı zamanda çok önemli bir tercüme anıdır. Ayrıca, zaman içinde hazırlıksız yakalanmanın ani doğasının esrarengiz bir an olduğunu da öne sürmek istiyorum. İster yönetsel ister varoluşsal olsun, çoğu zaman esrarengiz bir inkâr durumuna dönüşüyor. Çünkü yerinden edilme ölçeğinde karşı karşıya kaldığımız talihsizliği veya adaletsizliği tanıyoruz, ancak bir şekilde onun tekrar etme gücünü inkâr ediyoruz. Tekrarın gücü, gelecek geçmişidir ve bu, bir şekilde bugün ilerleme kaydetmek olarak anlaşılan ilke ve etikle çelişir.


Bu sistematik tekrarlarla başa çıkabiliriz, çünkü onun deneyimi aracılığıyla ilerleme kaydedeceğimizi düşünürüz. Ancak benim ilgilendiğim şey, ‘şimdiki zamanın’ o kısa süreli dönemidir. Benjamin’in de işaret ettiği o anın anilik durumudur. Hazırlıksız yakalanmanın ani ve esrarengiz anının, ahlaki ilerleme söyleminin bir çelişkisinden ziyade eşiksel bir durum olduğunu öne sürüyorum. Esrarengiz an, temel gerçeklik ile modellenmiş gerçekliğin birbirine temas ettiği yerde ortaya çıkar. Sınırın eşikselliğini vurguladığımızda, her zaman eşiksel bir ilhak vardır ve ben, daha yüksek devlet kavramından ziyade yanlamasına bir eşiksel ilhaka odaklanmanın önemli olduğunu düşünüyorum.


Berraklık, kolektif hayatta kalma cesaretinde, kendimizi görünmeyenden ve henüz hazırlıksız olandan korumada yatar. Milyonlarca mülteci için çalan, o kırılgan özgürlük çanlarının uzun bir tarihi vardır. Geleceğin geçmişine ait zamansallık ile onun sistematik tekrarını bir araya getiren bu çaba dolu denemede, bu iki kavramı bir diyalog içine yerleştirmek istiyorum.


En sistematik tekrarlar; her gün ve her gece aşağılanan, işkence gören, öldürülen ve hayatlarını özgürlüğün sınırlarında, bugünün tanınmışlık duygusuyla sürdüren mültecilerin melankolik anılarında yatan karmaşıklıktır. Tarihsel şimdinin zamansal mevcudiyeti, gelecekteki belirsiz bir kaybın tekrar eden kaygısıyla örtülüdür. Henüz kaybolmadık, henüz değil, ama bu yakında olmayacağımız anlamına mı geliyor? Yakın ya da uzak bir gelecekte. Bu geçiş sürecinin belirsiz zamansallığı, bu kırılgan geçicilik hissi, yerinden edilmiş kaygıyı sinir uçlarında sürekli bir tedirginlik içinde tutuyor.

Gelecek, tekrarlanan bir travma anısı gibi, kayıp mültecilerin geçmişteki haysiyet ve özgürlüklerini şimdiki zamana geri getirecek mi? Geçmişin kayıp özgürlükleri, zamansız ve belirsiz bir tarihsel şimdiye dönüşen bir gelecekte mi beklenecek?


Sanki günümüz, barbarları bekleyen bir aşağılama ve ilerleme beklentisi içinde askıya alınmış gibidir. Dolayısıyla, bilgisiz olmasak da hazırlıksız olduğumuz bir şimdide yaşamanın ya da kırılgan bir özgürlük dinamiği içinde var olmanın ne anlama geldiğini anlamak için o Foucaultcu soruyu sormamız gerekiyor: “Şimdiki zamanımız nedir?” (Roth, 1981: 32). Bu arayışımız, Foucault’nun bakış açısıyla en iyi şekilde kavranabilir; Kantçı hakikatin analitiğiyle, yani doğru bilginin hangi koşullarda üretilmesi gerektiğiyle değil, onun yazdığı gibi “bir şimdiki zaman ontolojisi ve kendimizin ontolojisi” olarak adlandırılabilecek şeyle.


Tarihsel bir olayı bugünün ontolojisi perspektifinden kavramak ne anlama gelir? Kendi ontolojimizi keşfederek nasıl tarih yazabiliriz?


Burada şimdiki zamanın ontolojisi, şimdiki zamancılık olarak anlaşılmamalıdır; yani yalnızca hakikatin koşullarına veya günümüzün sosyal bağlamına odaklanarak, tarihsel hatırlamayı ya da gelecekteki ahlaki ikilemler üzerine düşünmeyi göz ardı eden bir yaklaşım değildir. Aslında, hem şimdiki zamanda güçlü bir hayatta kalma iradesini hem de geleceğe dair kasvetli bir öngörüyü ironik bir şekilde ifade eden belirtisel bir ruh halidir. Tekrarın bu politik vizyonu, bugünün hayatta kalma duygusudur; tarihi, olası bir geleceği öngörerek inşa eder—ancak bu gelecek yine de günlük yaşam ve ölüm üzerine kurulur. Sanki insanların cesareti ve özgürlüğe dair olumlu politikaları, ileriye dönük belirsizliğe karşı bilenmiş ve güçlendirilmiştir. Yani, bu kaygının ne zaman veya nerede sona ereceğini bilmiyoruz, fakat hayatta kalma ve mücadeleye dair olumsuz politikanın içinde, ileriye dönük belirsizlik zamanımızda bir hayalet gibi varlığını sürdürüyor.


Özgürlüğün kaybı ulusal bir proje olarak aşılmış olabilir, ancak tekrar eden kayıpların tarihsel kaydı ve psişik hafızası, geçiciliğin kırılgan hissinde projeksiyon halinde yaşamaya devam eder. Hayatta kalma, kendini kayıp travmasının etrafında bir sarmal gibi dolarken, özgürlük iradesi ve hayatta kalma birbirinin etrafında döner; tıpkı ölüm ve yaşamın boşlukları gibi. Hatırlamak, tekrar etmek ve hazırlıksızlıkla yüzleşmek, Benjamin’in “şimdiki zaman” kavramına yapılan bir göndermedir; gelişigüzel söylenmiş bir ifade gibi görünse de, sistematik tekrar değil, travmatik tekrar duygusunu yeniden üretir.

Travmatik beklentinin mekânında yaşıyoruz. Bu, kaybın ve geleceğin belirsizlik hissinden doğar ve özgürlük ilkesini oluştururken inkâr politikasından ayrılır. Özgürlük fikri, duraksamada olarak düşünülebilir. Yoğunlukların bir araya geldiği ve bir takım yıldızı gibi birleştiği diyalektik anlarda, işte bu duraksamadır; ancak hareketsiz bir duraksama değildir. Derinlemesine tekrarlayıcıdır, yinelemelidir ve yineleyici bir içsel harekete sahiptir. Özgürlük fikri duraksamada düşünülebilir, ancak özgürlük ilkesi yalnızca hareket içinde, eylemle etkinleştirilebilir. Özgürlük konusundaki ısrarımız, kamusal alanda performatif eylemlerle ortaya konur. Hareket politikasının mantığını anlamamızı sağlayan şey, onun sivil eyleminin örgütlenmeye dayanmasıdır; her zaman hareket, kamusal gösteriler, yürüyüşler, toplantılar, retoriksel eylemler. Özgürlüğün hareket olarak kavramsallaştırılmasının felsefi boyutunun siyasette nasıl yansıma bulduğu ilginçtir. Ancak hareket politikasına dair sorduğumuz sorular her zaman ani olana ve zamanın yinelenmesine dair sorular olmuştur.


Özgürlük durağan olamaz. İnsanın yaşadığı sorun, özgürlüğü yakalama anının zaman içinde eyleme dönüşmesiyle ortaya çıkar. Bir ilkeyi benimsemek ile onu hayata geçirmek arasındaki zamansal uyum bozulduğunda, performans özgürlüğü bir enerji olarak ortaya çıkar. Bu inkâr, özgürlüğün etkisinin enerjisini yükseltir. Tarihsel bir ironi olarak, insanın içinde bulunduğu ana hazırlıksız yakalanması—tıpkı yerinden edilmiş mültecilere verdiğimiz tepkiye hazırlıksız olmamız gibi—özgürlüğün deneyimlenme biçimini belirler. Sonuçta her şey, bu makaleye başlarken ele aldığım hazırlıksız yakalanma sorunu ile bağlantılı olan şimdiki zaman meselesine dayanır.


Zamanla ilgili vurgulamak istediğim bir noktayı biraz daha açmak istiyorum. Çoğu sistematik ırkçı anlatıyı—şu an ele aldığım ırk ayrımcılığı ya da ırk temelli saldırıları—okuduğunuzda, mekânın olguların toplanmasında baskın olduğunu görürsünüz. Riskin tahayyülü: Bu, mekânsaldır. Mekân her zaman ön plana çıkarılır. Ancak ben şimdi bunun tersini savunuyorum: Evet, mekân bir olgudur ve eşitsizliği sorgulamak açısından önemlidir, ancak mesele etki, onur, aşağılanma ve insanlık kavramı olduğunda, zaman çok önemli bir rol oynar. Fakat ironik bir şekilde, ilerlemeci yaklaşımlar zamanın çoğu kez geri plana atılmasına neden olur, çünkü mekân mahkemelerde, kurumsal yapılarda daha fazla önem kazanır. Mekân, zamana kıyasla daha baskın hale gelir. Oysa zaman—bildiğimiz gibi—tekrar tekrar kendini gösterecektir… Ne demek istediğimi anlıyor musunuz? Zamanın bu tekrar eden doğasını kastediyorum. Her neyse, bu zaman ve mekân arasındaki ikilemi ve hâlâ çözülememiş olan bu tartışmayı özellikle vurgulamak istedim.


Tam da bu anda, ırksal ayrımcılığın mekânsal bölünmesi, aşılmadan zamanın akışı içinde yeniden üretildi. Zamanın kendisi yalnızca mahalle gözetimi ve polis gettolarıyla denetlenmekle kalmadı, aynı zamanda travmatik aşağılanmanın ve bedensel yaralanmanın bir aracı haline geldi. Ancak zaman, aynı zamanda şu tekrar eden sıkışmışlık içinde de yakalanmıştır: Gitmek, kalmak. Yürümek, saklanmak. Beklemek, direnmek. Yalvarmak, boğulmak. Ölüm, ölmek. İşte bu zamansal yapı, bana WEB DuBois’un en iyi eserlerinden biri olan Darkwater’ı hatırlatıyor. Yakın zamanda okuduğum bu kitabı tam olarak anlayamamış olsam da asla unutmadım ve şimdi, şu anın kavramsal çerçevesi içinde benim için yeniden anlam buluyor. DuBois der ki:


“Solgun arkadaşım bana kuşkuyla ve dudağını bükerek bakıyor.” Dubois, itirafta bulunduğunda arkadaşının tepkisinden böyle bahseder. Her gün onursuzluk ve saygısızlık endişesiyle yaşayan siyahi biri vardır:

“Orada oturup bana her gün başına gelen şeyin bu olduğunu mu söylemek istiyorsun?”

Kesinlikle hayır diye alçak sesle cevap veriyorum.

“O zaman sadece bunun yaşanacak olmasından mı korkuyorsun?”

Korkuyorum sadece!

"Peki, biraz adice olan bir korkunun üstüne gidecek cesaretin yok mu?"

Korkumun oldukça adice olduğunu kabul ediyorum; ama korkunç olan şu ki, böyle şeyler oluyor!

“Ama az önce dedin ki—”

Bunlar gerçekten oluyor. Elbette her gün değil, ama ara sıra— kimi zaman seyrek, kimi zaman aniden; kimi zaman bir haftada bir, kimi zaman korkunç dakikalar zinciri halinde; her yerde değil, ama her an, herhangi bir yerde— Boston’da, Atlanta’da. Korkunç olan da bu. Hayatını, sana hakaret edilip edilmediğini anlamaya çalışarak ya da onlardan saklanacak yerler bulmaya çalışarak geçirdiğini hayal et; saldırılardan—her zaman değil ama her an gelebilecek olanlardan— içgüdüsel olarak ve cesaretini çaresizce ayakta tutmaya çalışmana rağmen çekinerek. Her gün değil, ama her hafta, her ay, her yıl. Belki tam da o adice korkuyu bastırıp “Ben, benliğimin efendisiyim ve öyle olacağım—” diye haykırdığın anda. (Dubois, 1999: 223)


İster DuBois ister Benjamin olsun; bu tekrar eden şimdi, şimdi ve şimdi kavramı— sanırım bahsettiğim şeyi biraz özetliyor: o yinelenen an, o kısa an, o çok iyi bildiğin ama yine de tekrar yaşanacak olan şeye karşı hazırlıksızlık. “Her yerde değil ama herhangi bir yerde.” Beni esir alan, işte bu baskının zamansallığı oldu. Günümüzü öylesine yansıtıyor ki; benim görüşüme göre, düzen siyaseti ya açıkça totaliter bir tek parti devletine dönüştü ya da başka şekillerde otoriterleşti. Giderek büyüyen komplo teorileri var; bunlar bizim çağımıza özgü. Siyasi bağlamın bu yönünü görmeliyiz: inkâr, reddetme, göz ardı etme. Biliyoruz ki bunlar basitçe negatif siyaset biçimleri değil, bizzat bir tür inkârın ifadesi. DuBois’nin sözleriyle, “korkunç dakikalar zinciri halinde, her yerde değil ama herhangi bir yerde.”


IV


Şimdi öğle vaktiydi ve o, keskin kayalıklar arasında mücadele ederken kavurucu bir sıcak vardı. Haberci, bir hata yapıp yapmadığını merak etti. Susuzluktan ölebilirlerdi.

“Artık yapamıyorum.” Bitkin bir halde soluyarak oturdu. “Geri döneceğim.”

Diğerlerine tırmanmaya devam etmelerini söyledi: “Geri dönüş yok. Devam etmeliyiz.”

Aniden yukarıdan bir adamın seslendiğini duydular:

“Durun! Siz kimsiniz?” O, diğer taraftan gelen bir haberciydi.

“Biz … yolcularız!” (Siddiqui, W. A (b), 2022)


Şimdi, sona gelirken vurgulamak isterim ki ayrılmanın, kaçmanın ya da bir yerden başka bir yere gitmenin bedeli, asla sadece bir göç ya da yerinden edilme hikâyesi değildir; her zaman bir geri dönüşün hesaplaşması olan bir tarih ya da geçmiş vardır. Bu geri dönüş, tam olarak şimdiki zamanın hatırlatıcısıdır. Bu belirsiz geri dönüş, bir gecikme ya da zamanında orada olmama sorunu değildir. Aksine, zamanın kendi üzerine döndüğü, tarihin belirli bir anına özgü bir geri dönüş meselesidir. Zamanın geriye dönerek bize hatırlattığı şey, geçmişte bırakılmış bir şey olmadığıdır; aksine, zaman, sürekli geri dönen şimdidir. Bu nedenle, geri dönüş, zamanın bir tanık olarak geri geldiği, bizimle kaldığı ve geçip giden bir şey olmadığı belirli bir andır.


Bu şimdiki an artık ne geçmişle ne de gelecekle kesintisiz bir devamlılık içindedir; hatta, aralarındaki mesafe neredeyse azalmıştır. Artık şu anda Benjamin’in ‘şimdiki zaman’ kavramını oluşturmak olarak adlandırdığı şeyle karşı karşıyayız (Benjamin, W. 1969 [1942]: 463).


Bu anlamda, şimdiki zaman kavramı, bu anın bir öneri olarak temel alınmasını beraberinde getirir. Şimdiki zaman yalnızca yaşadığım anın hafızası değil, aynı zamanda on üç yaşındayken ilk kez evden uzaklaşmaya karar verdiğimde ortaya çıkan önerinin hafızasıdır. Kalacak bir evim yoktu —Bir Öneri: Evinde kalabilir miyim? (Siddiqui, W. A. 2022). Çünkü kendi evimi çok geride bırakmıştım. Bu teklifi yeniden düşündüğümde, bu aynı zamanda belki de bir davetti, “yan yana” yaşamak için, şimdiki zamanda birbirimizi tanımak için. Bu bir umuttu —umut, umut ve umut!


“Biz kimiz? Nereden geliyoruz? Nereye gidiyoruz? Ne için bekliyoruz? Bizi ne bekliyor?

Birçok insanın sadece kafası karışık. Yer sarsılıyor, neden ve neyle sarsıldıklarını bilmiyorlar.

Onlarınki bir endişe halidir; eğer daha belirgin hale gelirse, o zaman korkudur.


(...)


Bu bir umudu öğrenme meselesidir.” (Bloch, 1995: 2)


“Umut etmeyi öğrenme” meselesinin taşıdığı muğlaklık, bu öneride bütünüyle vücut bulmuştu. Bu ifade, başarısızlığı değil eleştiriyi; pasifliği değil hayal kırıklığına uğramış umudu tanımlar. Buradaki hayal kırıklığına uğramış umut, bir başarısızlık ya da faydasızlık hissi değildir. Aksine, bir eylem gücünün enerjik bir biçimde etkisiz hale gelmesidir. Bu terim, Ernst Bloch’tan gelir; Bloch, hayal kırıklığına uğramış umudun hayatta kalmada bir ısrar eylemi olduğunu, mükemmeliyet ya da dakiklik olmadığını savunur. Bu nedenle, umut koşulsuz olarak hayal kırıklığına uğratılmalıdır diye yazar (Bloch, 1995: 3). Bunun nedeni, geleceğe açık ve ileriye dönük bir yönelim içinde olmamızdır; yapının nasıl hareket edeceğini bilemediğimiz bir rastlantısallık söz konusudur. Ancak aynı zamanda, umut her zaman geleceğe yönelik bir yönelim taşır. Hayal kırıklığına uğramış umut, hâlihazırda var olana hitap etmez. Çünkü umut, her zaman askıda olan bir durumdur; her zaman bir bekleyiş içindedir.

İronik bir şekilde, Ernst Bloch aynı zamanda şunu da söyler: Hayal kırıklığına uğramış umut, içinde şans unsurunu barındırır; o olmadan hiçbir yeni şey ortaya çıkamaz (Bloch, 1995: 4). Şans kadar risk de önemlidir. İşte bu yüzden, hayal kırıklığına uğramış umut kavramını, durumları ve bağlılıkları düşünmeye çalışırken son derece önemli buluyorum. Daha iyi bir çeviri ya da geçiş anı görmek istersiniz ama sürekli “Daha iyisini yap!” sözünü duymak istemezsiniz—çünkü birine söylenebilecek en faydasız şey budur. Burada hayal kırıklığına uğramış umut, aynı zamanda bir tür direngenliktir, ancak bu direngenlik, aslında sadece sevilmek isteyen insanın çocukça doğasını da kabul eder. Hepimizin istediği şey budur—sevgi, sevmek ve sevilmek!


V


ree

Waseem Ahmad Siddiqui, ...Şimdi! (Evinizde kalabilir miyim?), Sergiden görünüm. Fotoğraf: Serra Akcan


Şimdi, sözlerimi bitirirken, başa dönmeme izin verin; bir sanat eseri her zaman deneyimimizin sınırlarında ve anlayışımızın uçlarında yaşar. Ve büyük tabloya bakın. Sadece bakmak, gözlerini dikmek, beklemek ve birazcık güzellikten ağlamak ve birazcık hayal kırıklığına uğramış umudu düşünmek. Birçoğunuz bunu bilecektir, ancak büyük sanatın garipliği hatırlanması zor bir şeydir çünkü unutulması imkânsızdır.


"Acı çekme konusunda asla yanılmadılar,

Eski ustalar: ne kadar iyi anladılar

İnsanın durumunu: nasıl gerçekleştiğini

Bir başkası yemek yerken ya da bir pencereyi açarken ya da sadece usulca yürürken;

Yaşlılar saygıyla, tutkuyla beklerken

Mucizevi doğum için, her zaman

Bunun olmasını özellikle istemeyen çocuklar, paten kayıyor

Ormanın kenarındaki bir göletin üzerinde:

(…)

Breughel’in İkarus’unda örneğin: her şey felaketten

Oldukça rahat bir şekilde uzaklaşır; tarlayı süren adam

Sıçramayı duydum, terk edilmiş çığlığı,

Ama onun için bu önemli bir başarısızlık değildi; güneş parlıyordu

Ve pahalı, narin gemi

Herhalde inanılmaz bir şey gördü, gökyüzünden düşen bir çocuk,

Ama gitmesi gereken bir yer vardı ve sakin bir şekilde yoluna devam etti." (W.C.Williams, 1939-1962).


Not: Bu taslak, William Carlos Williams'ın şiirindeki Pieter Bruegel tablosunu içermektedir. Ayrıca, Icarus’un Düşüşü (şiir) adlı esere de bakınız.



Kaynaklar

  • Arendt, H. (1940, 21 Ekim). Document of Barbarism. Harper’s Magazine. https://harpers.org/archive/2017/12/document-of-barbarism/

  • Benjamin, W. (1999). The Arcade Project (Das Passagen-Werk), Harvard University Press, Cambridge. s. 463.

  • Bloch, E. (1885-1977). The Principle of Hope. Cambridge, Mass.: MIT Press.

  • Beck, H. (2019). Chapter 5. Walter Benjamin and the Now-Time of History. In The Moment of Rupture: Historical Consciousness in Interwar German Thought (pp. 124-153). Philadelphia: University of Pennsylvania Press.https://doi.org/10.9783/9780812296440-006

  • Dubois, W.E.B. (1999). Darkwater: Voices from Within the Veil. Dover Thrift Editions. Dover Publications.

  • Roth, M. S. (1981). Foucault’s “History of the Present”. History and Theory, 20(1), (32–46).https://doi.org/10.2307/2504643

  • Siddiqui, W. A. (2022). A Proposal: Can I stay in your house (M.S. thesis). ISTANBUL BILGI UNIVERSITY.

  • Siddiqui, W. A. (b) (2022). “Biz . . . Yolcuyuz!”. Manifold.https://manifold.press/biz-yolcuyuz

  • W.C. Williams, Selected Essays (New York: New Directions, 1969), “Preface”. Annesi bir ressamdı ve ressamlar (örneğin: C. Demuth, C. Sheeler, M. Hartley) arkadaşları arasında öne çıkmıştı.

  • Zepf, S., & Zepf, F. D. (2008). Trauma and traumatic neurosis: Freud’s concepts revisited. The International Journal of Psycho-analysis, 89(2), 331–353.

  • https://doi.org/10.1111/j.1745-8315.2008.00038.x

Yorumlar


Bu gönderiye yorum yapmak artık mümkün değil. Daha fazla bilgi için site sahibiyle iletişime geçin.

All rights reserved. Unlimited Publications.

Meşrutiyet Caddesi No: 67 Kat: 1 Beyoğlu İstanbul Turkey

Follow us

  • Black Instagram Icon
bottom of page