top of page

Seza Paker'le ses, sözcükler ve Geçerken’e dair


Seza Paker’in asamblajlar, heykel ve sihirli bir video yerleştirmesine yer veren solo sergisi Geçerken 23 Kasım 2019'a dek Galerist'te yer aldı. Sanatçıyla, zihnin içinde varolan güçler arası ilişkileri anlama ve sunma olarak kurgulanan sergi üzerine sohbet ettik

☕️ 14 dakikalık okuma

Seza Paker, Fotoğraf: Elif Kahveci

Türkiye coğrafyasında malzemeyi sürekli olarak deneyen, dönüştüren ve yapı bozuma uğrattığı çalışmalarıyla her daim yeni düşünceler üreten ve sanatını kavramlar üzerinden ifade eden sanatçılardan biri Seza Paker. Kolaj ve asamblajlarından, video ve yerleştirme çalışmalarına, sürekli olarak yeni ifade biçimleri ve düşünce uçları üzerinden önermeler getiren sanatçı 23 Kasım'a dek Geçerken isimli sergisiyle Galerist’in konuğu oldu. Paker’in galerideki beşinci solo sergisi olan Geçerken kapsamında sanatçının asamblaj, heykel ve bir video yerleştirme çalışması sergilendi. Yıllar boyu parça parça, katman katman oluşturduğu imgeler, düşünceler, kavramlar, ve materyaller çevresinde incelikli bir koza ören sanatçıyla sesler, sözcükler ve yeni sergisi bağlamında Art Unlimited için konuştuk.

Ses ve sesin çevresinde gelişen eylemler ya da ona referans veren her türlü üretim, bazen müzik ya da konuşmalar sanatınızı ifade ederken kullandığınız araçlar arasında. Peki sese böylesine yoğun bir ilgi duyan biri olarak, sizde iz bırakan ilk sesi hatırlıyor musunuz? Ya da geniş anlamıyla sizde iz bırakan sesler nelerdi, çocukluktan bu döneme uzanacak olursak?

İlk sesi katiyen hatırlamıyorum. Fakat hatırladığım en önemli şey, konservatuara gittiğim zaman piyano okuduğum ve İstanbul Belediye Konservatuarı’na gittiğim. Beş yaşındaki çocuklara ilginç bir deneme yapıyorlardı: "La" sesi verip onu tekrar almak. Fakat o anı çok iyi hatırlıyorum. Bana çok ilginç gelmişti çünkü bilmediğiniz bir deneyim yaşıyorsunuz. Her taraftan o "la" sesleri geçiyor, alınıyor ve konservatuara başlıyorsunuz. Sanki bir David Lynch filmi... Beş yaşındasınız, oraya gidiyorsunuz ve bir "la" sesi. O "la" sesinin tekrarı belki başından sonuna. Karanlık. Biri var. Ses. Sonra sesin tekrarlanması. Olayın değişikliği. Şaşırtıcı tarafı, yaşın beş olması. "La" sesinden İstanbul Belediye Konservatuarı’nda buluyorum kendimi. O süreçte zaten piyano çalıyorum. Hayatı bir düşünün, 10-11 yaşlarında bir çocuk. Evden Çemberlitaş’a okula gidiyorum. Daha sonra kendi başıma -14-15 yaşlarında- müzikten sanata yöneldim. O geçişte sürecinde, yavaş yavaş sanat benim biraz daha ağır bastığım bir zemin oldu. Sonra da sanat okuluna gittim.

Seslere dair sahip olduğumuz hafıza biz fark etmeden de olsa bireysel tarihimizin oluşmasına katkıda bulunurken bir yandan da yaşadığımız mekânların hafızası varoluşumuza etki eder. Gerek şuanda içinde bulunduğumuz atölyenizin yer aldığı 19. yüzyılın sonlarına tarihlenen Hamson Apartmanı gerekse Paris’teki atölyenizin yer aldığı ve bir sanayi yapısından dönüştürülmüş yerleşim birimi. Her iki mekânında sizin için özel olduğunu biliyorum. Biraz bu mekânlarla ilişkiniz ve belleğinizdeki izleri üzerine konuşabilir miyiz?

Çok güzel bir tespit. Öncelikle gayri ihtiyari Paris’te sinema prodüktöründen, sanat sosyoloğuna, slow food aktivistlerine, karikatüristlere kadar giden bir çevrede çalışmaktayım. İstanbul’da da keza sanatçılarla dolu bir binadayım. Görsel ve sesi aynı anda düşündüğümden mimari katmanlar arasında çalışmak beni daimi bir zaman yolculuğuna çıkarıyor. 19. yüzyılın ikinci yarısında gerek sanat tarihi gerekse modernliğin başı olarak, tüm sanatlarda, tasarım dünyasında ve müzikte önemli değişiklikler başlıyor. Sanatta empresyonizm, fotoğraf, belgesel, tasarım, art and crafts hareketi, mimari de Viyana Ekolü, Adolf Loos, klasik müzikte Debussy, Schönberg (besteci ve ressam) yeni kapılar açıyor. Art Nouveau yeşeriyor. Bahsettiğim tüm bu unsurlar mekânlarımda sanki mevcutlar.

Müzikle olan ilişkiniz cazdan klasiğe, operadan film müziklerine uzanan birçok yönlülük sergiliyor. Eserlerinizde kullandığınız farklı müzikler ve bestecileri üzerine konuşabilir miyiz?

LAK7D16A adlı sesli-heykelde Edgar Varese’in Ionisation (1929-1931) isimli eserleri kullanmam benim 20. yüzyıl başıyla olan alakamı gösteriyor. Ayrıca aynı sesli heykelde kullandığım sesler arasında sayabileceğim Miles Davis’in tınısı, film müzikleri (Bağdat Café ve 2001: A Space Odyssey) vardır. Buna benzer bir şekilde, 1999 yılında gerçekleştirdiğim video The Long March’ta caz müziğinin davulcu dâhilerinden Max Roach’un Long March adlı parçasını videonun hareketini yaratan unsur olarak kullandım. Ve yine 2003 yılında yaptığım yerleştirmenin parçası olan Exit Music (like a film) adlı video aslen Radiohead’in bir bestesi olan çalışmayı piyanist Brad Mehldau’nun yorumuyla kullanmıştım. Bu video bütün yerleştirmenin parçasıydı ve yazar Robert Walser’in hayatını ele almaktaydı. Onun mikrogram olarak adlandırdığı minicik eski Almanca yazılmış hikâyelerine gönderme yapıyordum. Son olarak, Lübliana Müzesi'nde gösterdiğim Exercise (2003) adlı video da bir nevi alıştırma veya askeri alıştırmadan yola çıkarak, Kurt Schwitters’in Ursonat operasının bir tiyatro performansıyla dönüştürülmesini içermekteydi.

Şehirlere tarihi ve mimari düzlemlerde olduğu kadar duyusal hafıza arşivlerimiz üzerinden de yaklaşabiliriz. İşitme eyleminin kapsamına giren sesler, tınılar, gürültüler ve daha birçok unsur kuşkusuz bu işitsel hafızanın temel saç ayakları arasında yer alıyor. Sizin de yaşadığınız iki şehir; İstan- bul ve Paris’i sesleri üzerinden anlattığınız çalışmalarınız söz konusu. Söz konusu çalışmalarınıza dair neler söylemek istersiniz?

Benim, belki, en belirgin bir şekilde Paris ve İstanbul’u birbirine yakınlaştırdığım çalışmam Absinthe adlı videomdur. Görsel ve ses olarak işleyen bu video sabit bir imgenin altında değişken imgeler olarak işlemekteydi. Değişken imgeler içinde Pera’nın 1900’lü yıllarına ait imgeler bulunmakta ve yerin belleğini hatırlatmaktaydı. 2015 yılında yapılan bir sergi yüzyıl evvel geriye giderek ve de elli yıl ileriye giderek Bernard Quiriny’nin bir hikâyesine yaslanmaktaydı. Bir şatoda geçen hikâyenin kahramanı, miras edindiği bu mekânı gezerken, duvarda tabloların sadece tabloların silinmiş izlerini görür, ilerler ve bir zaman makinasına girer. 100 sene geriye ve 50 sene ileriye yolculuk yapar. Sergimde bu hikâyeden aldığım ilhamla 100 sene geriye gittiğim yer aynı yer, Pera mahallesi. Buradaki görselleri ve sesleri Paris’teki aynı dönem sanat dilimiyle birleştiriyorum. Sesler ve tınılar üzerine, önce 2000 yılında başka Fransız bir sanatçıyla (Anabelle Hubault) ortak çalışmam olan yerleştirmede Karaköy sesleriyle (deniz, martı, inşaat ve korna) Fransa’da Saint Nazaire’de çocuk oyun alanlarının, parklarının çocuk şarkılarının ve oradaki martıların seslerini birbirine karıştırdık. 2018 yılında ise Audemars Piguet’in isteği üzerine gerçekleştirdiğim Future Archive isimli ses yerleştirmesinde yine heterojen sesleri kullandım. Datasını Instagram’dan topladığım seslerle hem sanatsal hem de siyasi ve ekonomik olaylara değiniyorum.

Fotoğraf: Elif Kahveci

2007 yılına tarihlenen All Well revisited isimli yerleştirme çalışmanızda mekâna yerleştirilen mikro hoparlör üzerinden Miles Davis’in bir parçasından çok küçük bir alıntı sunmuştunuz ziyaretçilere. Biraz bu iş üzerine konuşabilir miyiz?

2007 yılında hazırladığım All Well revisited isimli yerleştirmeyi Galerist’teki sergide boyut olarak yarı ölçeğine indirip sergiliyorum. Eseri yeniden üretiyorum aslında. Eserin adı All Well, yani "her şey yolunda" veya well İngilizce anlamıyla kuyu demek oluyor. O da "her şey bir kuyu" gibi ikili bir hikâyesi var. Galeri mekânının içinde saklanmış bir hoparlör söz konusu. Miles Davis’in Submission bestesinin sadece iki notası sürekli tekrar ediyor. Bir melodi, bir küçük hareket ne kadar bir yerin içine hakim olabilir? Hani vardır ya, bir melodinin başını alırsınız ve tekrar tekrar dinleyerek o tekrarlamayı yaşamak istersiniz. Onun egzersizi gibi bir şey bu. Eser bir yanıyla Gus Van Sant’ın Paranoid Park filminde yer alan kaykay dünyasındaki uyuşturucu meselesinin etrafında gezerken bir yanıyla Richard Serra’nın Tilted Arc isimli bir heykelinin başına gelenlerden ilham alıyor. All Well revisited için mikslenmiş seslere sahip olan bir çeşit sesli heykel diyebiliriz.

Sizin Paris’teki evinizin bir fotoğrafını görmüştüm. O evinizde büyük bir kütüphane vardı, tavana kadar uzanan. Orada sözlükler dikkatimi çekmişti. Bir sürü İngilizce ve Fransızca sözlük. Sözlüklere özel bir ilginiz var mı? Yoksa bu durum dile olan merakınızın bir parçası mı? Dil siz ve sanatınız için ne ifade ediyor?

Çok güzel bir soru. Sözlük esasında bizim Google’dan evvelki yaşantımızın en önemli parçasıydı değil mi? Tabii ki bir tanesiyle tatmin olmayıp, ondan yeterli bilgiyi alamayıp onu çoğalttığımız ve de aynı zamanda senelerce taşınarak ve üç lisanla yaşamak üzere (Türkçe, İngilizce, Fransızca) onun etrafında dönerek ve düşünerek. Üç lisanda düşünmenin ne olduğunu anlamak. Onu anlarken tabii ki bu hazine sözlükleri kullanmak. Bu zaman ve süreç meselesi. Bazı zaman ve süreçlerde Fransa’da daha çok bulunduğum zaman Fransızca daha hakim oldu hayatıma. Okuldayken İngilizce, buraya geri döndüğümde Türkçe. Her zaman zaten gördüğünüz gibi çok kelime karıştıran biriyim. Çünkü neticede "neden" o kelime benim için o anda başka bir lisanda aklıma geliyorsa anlamına "tık" oturuyordur. Tercüme düşüncesi tabii ki çok yorucu çünkü bir takım kelimeler başka lisanlarda tamamıyla başka şeyler ifade ediyorlar. O kelimenin yerine tam olarak neyin geleceği sorusu. Şimdi mesela pattern’dan bahsediyoruz ve ona "örüntü" dedik. Örüntüye alışmamız gerekiyor çünkü bu sergide bundan konuşmamız gerekiyor. Mesela pattern örüntüden evvel boyama kitabı olarak çevrilmiş. Aslında motif de deniyor ama pattern motif değil. Örüntü çok güzel bulunmuş çünkü sonsuza giden bir şey. Olay bu. Sonsuzu anlatmak. Neticede bir kelime bu kadar önemli olabiliyor. Fransızca başta felsefe olmak üzere çok zengin bir dil ve bazı şeylerin Türkçedeki doğru karşılıklarını bulmak hiç de kolay değil.

Fransızcaya ek olarak İngilizce sizin düşünme, konuşma ve kısacası yaşam pratiğinizin bir parçası. Üç dille yaşamak ve bunları kullanmak üzerine konuşabilir miyiz?

Esasında Ali’yi (Akay) tanıdıktan sonra onun yaptığı şey çok hoşuma gitti: Anında söylediği Türkçe kelimenin Fransızca karşılığını söyleyebiliyor. Bu tabii kendi başına bir jimnastik. Ben daha sanat dünyasının içinden gelerek, ben kendime hiçbir kural koymuyorum. O da hem dışarıdan rahat gelebileceğini düşündüğünüz bir hareket olsa da, aslında değil. Kural koymamak da başka bir kural. O kural koymamanın içinden araştırmayla ve yan yanalıklarla, tesadüflerle, matematiksel bir şekilde yarattığım bir palet.

Fotoğraf: Elif Kahveci

Fransa’da çektiğiniz Natürmort isminde son derece farklı okumalar öneren bir çalışmanız var. Biraz bu filmin bağlamı üzerine konuşabilir miyiz?

Natürmort filminde geçen yer savaş araçları koleksiyoncularının bir yeriydi. Ve o yerin içerisinde fotoğraflar çektim, insanlarla konuştum, röportajlar yaptım, küçük hareketlerde bulundum. Tam olarak nereye gittiğimi bilmiyordum. Fakat bu olay beni çok ilgilendiriyordu. Bir gün Sophie diye bir transseksüelle tanıştım. Kanada’dan gelmiş, harp araçlarıyla çalışıyor, onları tamir ediyor. Onunla beraber yavaş yavaş yaklaşarak, ilgisinin içerisinde onunla bu işin içine tamamen girmeye karar verdim. Yani filmi ikiye böldüm, filmin biri natürmort; sadece harp araçlarının içinde yüzdüğü bir film. İkincisiyse Sophie'yle bir röportaj ve verdiği bilgiler. Şimdi bu ikisi yan yan gelince ne oldu? Bir tarafta harp araçlarının dünyası ve öbür tarafta Sophie’nin verdiği bilgilerde onun 18 yaşından beri (o sırada 32 yaşındaydı) bu işi yapması. Harp araçları koleksiyoncularının zihniyetleri tabii ki çok değişik. Bazıları aşırı sağda, bazıları sadece hayran, bazıları mimar. Aşağı yukarı yirmi kişilerdi, serbest meslekten olanlar da vardı. Fakat içlerinde biri cinsel kimliğini değiştirmeye karar verip orada devam ettiği zaman ona tamamıyla ayak uyduran çok zor bir durumdu. Onu tabii röportajın içinde çok hafif bir şekilde ele alarak beynindeki en önemli şeyle birlikte, onların içindeki aşırı sağcıları daha mutsuz buluyordu. Ara sıra ona cevap vermesi mecburiyetinde olduğu dakikalar oluyordu çünkü ondan tamir etmesi için bazı yardımlar istiyorlardı ve insanlar o değişikliğinin içinde onu içselleştirmişlerdi. Şimdi ben bu çalışmayı gösterdikten sonra bana Sophie hakkında özel sorular gelmeye başladı. Bu beni ilgilendirmiyor ki... Çünkü Sophie’nin özel hayatı benim çalışmamın içinde değil. Benim gösterdiğim şey kendi malzemem ve arşivlemem. Kareleri yan yana koyarak o filmi yaratmam, böyle bir dünyayı göstermem. O dünyanın içindeki insanların değişik politik açılımlarını göstermem ve ne kadar da garip bir şekilde içinden geçen, zamanın içinden geçen, cinsel kimliğini değiştiren insanla beraber olan yaşantısı. Yani bir renk gibi onun için. Çünkü esasında biz bunu renk olarak almazsak, onun içine başka sorularla beynimizi yorarsak... İşin esası bu olması lazım aslında benim için. Yani işin esasından kaymış oluyoruz.

Geçerken isimli serginizin üzerine konulabilir miyiz?

Geçerken dediğim zaman, o tazeliği bırakmak anlamında, o alıştırma, o bitmemişlik, o yan yana gelen küçük hareketler. Tekrarların tazeliği. Nasıl olabilir bu? Müzikte de aynı şey. Gördüğünüz görselin veya dinlediğiniz müzik parçasının içerisine nasıl taze bir şekilde dalabiliriz, ne şekilde onları yan yana getirebiliriz ve ne sorular sorabiliriz? O sorularla algıyı nasıl dürtebiliriz? Müzik de muhteşem çünkü o bir süreç meselesi. Bir video izlediğiniz zaman o videonun bir süreci var ama bir sergide parçaların süreci tamamen izleyiciye ait. Bunu zaten çok konuştuk. Yeni bir konu değil. Müzik ve sanatı yan yana getirdiğimiz zaman o ilginç oluyor. Bir yerleştirmenin içine müzik koyduğumuz zaman, o müzikle ne kadar kalır? Bütün detayları nasıl algılanır? Küçük bir arşiv parçası, beş dakika yanıp beş dakika sönerse ki bu benim kullandığım bir şey.

bottom of page