top of page

Satın alınamayan ortak kader “Yeni Normal”

Yeni normal. Şu günlerde oldukça sık duyduğumuz bu kavram tuhaf ve ıssız olan bir uzamda huzursuzluğun kaygıya doğru birleşme yarattığı noktada var olmakta. İçinde bulunduğumuz gerçeklik şimdilerde böyle tarif ediliyor. Acaba gerçekten böyle mi? Yeni ve normal mi? Yeni olan gerçeklik acaba normalleştirici mi?


Yazı: Mehmet Dere


Mehmet Dere, La, 2019,17 x 12 cm, 2 parça, Kağıt üzerine karışık teknik



Bugünlerde çoğu insan nasıl normalleşeceğimiz konusunda tartışıyor, kakafonik tarzda gerçekleşen bu tartışmalar hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını ifade eden gürültülü haber bültenlerine yakın benzerlikte yorumlarla beraber buharlaşıyor. Aslında anlamların, kavramların, temsillerin ağına yakalanan vahşi anlamsız bedenler olduğumuz gerçeğiyle (Erasmusvari tabirle bir homo bulla) ile karşı karşıyayız.Bunun yanı sıra insan hayatında korku ve izolasyonun tam ortasındayken derin ve olumlu bir değişim olabileceği inancıyla uyanıyoruz. Kapitalizmin rasyonalitesi ve şiddetli sonuçları olan ırkçılık, cinsiyetçilik ve eşitsizlikle karşı karşıya kalan insanlar olarak kendi “elleriyle” işledikleri bir geri ödeme olarak olarak bize geri dönmekte. Uzaklığın bir şefkat ve sevgi ifadesi olarak var olması bir o kadar ironik değil mi?


Yeni normal olarak tariflenen dönemin ana konusu tüm sanat kamuoyunun salgın sonrasında ne olacağına dair endişeleri öngörüleri, umutları “pandemi sonrası sanat tartışmalarının merkezinde etrafında değerlendirilmekte olduğunu görmekteyiz.Bu tartışmaların görünür kıldığı gerçek (genel anlamda sanatın süreklilik hissini ne kadar hissettiğimizi ifade etsek de) pratik anlamda görünürlük üzerine kurulan var olma pratiğine bir perde indirdiğini bariz biçimde ortaya çıkarmakta.


Benim için en büyük merak konularından biri, şimdiye dair kaybetmeyi umduğumuz can sıkıntısının yerine sanatçı olarak ne koyabileceğim/iz sorusu. Zihnimi meşgul eden diğer bir soru “sanatın yaşamı durdurmaya bugünlerde yeterli gücü nasıl bulacağı?” Çünkü ben ve diğer tüm insanlar inandığı değerlerin etrafında kurduğu dünyanın gerçekliği her edindiğimiz katı deneyimle büyüyerek, kaybederek ödediğimize yakından tanıklık ediyoruz. Yaşadığımız gerçekliğin içerisinde gerçeklik enerjisi/inanç ekonomisi azalırken, “sanatsal üretim nasıl beslenecek” sorusu merkezi bir önem kazanmakta. Görünür olan gerçeklerden birisi ise demagojinin imal ettiği en büyük maske olan “öteki” korkusu. Metanın kendisinden beklenen daha iyi bir gelecek tasavvuru bir umutsuzluk aracı olarak “şimdi”yi çöpe indirgenmesiyle perçinle(n)mekte.


Bu dönem içinde yaşadığımız trajedinin vaat taşıyıcılığı sanatçıların gerçeklikle başa çıkma kapasitelerini görmek için bir çıkış noktası oluşturmakta.Biz sanatçılar kayıtsızlığa karşı, uzlaşmaya dair nasıl bir merhamet gösterebilecek ve imgelemin şefkati altında kendi gerçekliğimizi, susuzluğumuzu nasıl azaltacağız? Paylaşma edimi bu süreçte nasıl gerçekleşecek? Daha da önemlisi acaba paylaşmayı öğrenebilecek miyiz? Benim kendime bir vicdan çağrısı olarak sorduğum sorular bu sorular.


Bu tartışmalar bir sanatçı için hiçbir zaman yeni değil fakat daha fazla hissedilir ve kaçınılmaz bir tartışmayı ortaya çıkarmakta. Bu yazdıklarımın içinde hazır bir reçete ve yarına dair peşin verilmiş bir hüküm bulamayacaksınız. Yazdıklarım esasında pandemi üzerinden yorumlamalardan ziyade, şu ana kadar yaşadığım hissettiklerim, genel söylediklerimin bir tekrarı olarak kabul ediniz. Ne de olsa “malûmu ilam abesle iştigaldir”.


İnsan sanırım böyle zamanlarda konuşmayı bırakıyor, ama iç konuşma bilindiği üzere hiç bitmez. İç konuşma baskın bir hale gelince kaçınılmaz olan “paylaşılmaz seslerin yoğunluğu” ortaya çıkar. Ben şahsen bu yoğunluğu bir yolculuk olarak deneyimlediğimi söyleyebilirim. Herkesin kendisini yuvasında hissettiği dünyadan ters yüz edilen bir dünyaya anlamın arayışının kendisine olan bir yolculuğun kendidir. Bauman’ın ifade ettiği hacı olma deneyimine benzer olarak adlandırabilirim. Günümüz dünyasında “hacı olmak” kendini kaybetmek hiç kimse olmak deneyimine işaret eder ve “hiç kimse” olmaktaki vurgu, imkânsızlığın deneyimlenmesi üzerine ,bu açmaza işaret etme hissine odaklanır.


Büyük değişim anlarındaki çevremizde değişimine tanıklığımız içine daldığımız politik, ekonomik, sosyal, ekolojik sistemleri yeni bir netlikle görmemize sebep olmakta. Covid-19 ile temsili anlamda neyin güçlü, neyin zayıf, neyin bozuk, neyin önemli olduğunu veya olmadığını görüyoruz. Şu an kendi açımdan her şeyin daha iyi okunur hale geldiği,bir dönem içine girdiğimizi söyleyebilirim. Bizi dokuyan gerçeklik; bizleri yaşamlarımız arasında eğiren ve dokuyan bir “dolanma” hali amaç ve anlam olarak yeni gereken yollar bulmamız gereken uzun bir hikayenin başlangıcını oluşturuyor. Bu okunurluk umarım bu kalıcı bir etki anlamında sanat alanında entelektüel kamuoyu farkındalığı oluşması, bir varoluşsal dayanışma anlamında beraberliği getirir. (Yardım yukarıdan aşağıya bir dikey hareketle ifade edilirken, dayanışma yatay eksende yeryüzüyle paralellik kuran bir dile işaret eder.)


Şüphesiz umut her daim insanın içindeki en büyük güç. Umut geldiğimiz aşamada öngörülemez olanın kucaklanmasını temsil ediyor. Şu an çoğu insanın ne olacağını bilmediği belirsizlikle yüzleşmelerinin eyleme yol açmasını umuyorum. Maria Popova’nın ifade ettiği gibi “eleştirel düşünce, umuttan yoksun ise sinizmdir, eleştirel düşünceden yoksun umut ise safdillikten ibarettir.”


Bir sanatçı olarak imgelerin üretildiği gerçeklik ve o gerçekliğin üzerimdeki yansımasıyla ilgileniyorum. İmgeler birer perde görevi görürler ve istediğiniz ışığın içeri girmesini sağlarlar. İmgeler sizin duyulur olmanızı aynı zamanda söylenemeyen şeylerin dile gelmesini (siz istediğiniz kadar) yardımcı olurlar. Günümüz gerçekliğinde bilindiği üzere bakma edimi görmenin, görmede olmanın yerini aldı. Bu durumda tanrı bir anlamda timeline haline geldi. Şu an içinde yaşadığımız yalnızlık genel kanının aksine bende bir anlamda imgesel olarak (karşılaşma, komşuluk, karşılıklı eylem) duyduğumuz mekân arayışının ekrandan gerçekliğe doğru kaydığını deneyimleme umudunu taşıyor. Çok konuşmak dogmatik bir yanılgı olarak “bilen konumu” köpürtmenize yardım edebilir ama bilgeliği beraberinde getirmez. Pandemik dönemde kaybolmanın hayatî bir deneyim olduğunu zaman dilimi olarak okumayı tercih edenlerdenim. Sanatçının yalnızlığı bir anlamda kendini dış dünyadan soyutladığı bir gerçeklik arayışı içerisinde var olacağı bir dünya kurma ihtiyacından oluşur. Sürekli çalışma, sürekli didinme ve tatmin edici olmasa aynı yola devam etme bir tür “yaşayarak intihar etme” veya ölmeden kendi yalnızlığına katlanabilme becerisine tekabül eder. Eskilerin tabiriyle söylemek gerekirse “gerçek sakarlık ısrar eder”. Bu anlamda her zaman kendi kusurunu beraberinde taşıyan bir zeka mefhumuna gönderme yapar. Bu dönemde sanatçının “saf kalmaya” çabalayan arzusunun tetikleneceğini düşünüyorum. Bu dünyada sanatçının aradığı bulamadığı tek şey olan o saf arzu, sanatçının kayıp nesnesi. İlhamından beslendiği eleştirel düşüncenin verdiği umutla direnmek.


Meraklısına küçük bir not: Bu günlerde unutulmuş yeryüzü adaletini en iyi alegorik ifadesi sanırım Coffin Dance fenomeni. Gana’da sürdürülen ve amacı ölüleri neşe içinde uğurlamak olan bu eski gelenek bir çeşit makabr dans olarak yorumlanabilir. Günümüzde her tür başarısızlığı bir montaj olarak değerlendirebilir ve tabutla servis edilebiliriz.

bottom of page