top of page

Sanatta direnen şey üzerine 

Sanatın politikayla ilişkisi üzerinden sanatın direnme dinamikleri üzerine düşünüyoruz


Yazı: Burak Delier

 

Bu yazıya başlamadan önce arka arkaya üç sigara içtim. Normalde içmem, o yüzden bu bir şey demek. Midemde de ikinci kahvenin kaynamasını hissediyorum. Önümde geçmem gereken türlü dikenli sarmaşıklarla kaplı bir bataklık var hissindeyim ama bu yazı yazılmalı, bu bataklık geçilmeli. En azından denemeliyim. Önceden yaptığım hazırlıklar var, öyle sakınmasız dalmayacağım. Aldığım notlar, önüme atıp dengeli bir şekilde üzerine basarak ilerleyeceğim küçük zemin parçaları… Ayrıca tecrübelerim de var; daha önce böyle yazılar yazdım, neyi ve nasıl tam olarak söyleyeceğimi bilmediğim, söylemeye çalışacağım şeyin kulağa nasıl geleceğini hiç kestiremediğim, içten içe bir saçmalık olduğunu sezdiğim ve bu saçmalığın karnında pırıltılı bir nüveyle karşılaşmayı umduğum ama çoğu zaman pırıltılı bir şey yerine çürümüş bir hayvan cesedinden kalmış iğrenç ve tuhaf bir şeyle baş başa kaldığım. Bu metafor biraz fazla dramatik olsa da yerinde. Okuyucu hazır, ben hazırım. Başlayalım.

 

Birkaç hafta önce bir arkadaşımı ziyaret için Atina'daydım. Gezerken önüme çıkarsa müze ya da galeri gezme niyetim var ama çok da zaman kalacağını sanmıyorum çünkü bu iki günlük bir ziyaret. Konu sanat değil, yıllardır Atina'da yaşayan arkadaşımın iki yaşındaki bebeklikten çocukluğa ilk adımlarını atan süper şeker oğlu. Fakat dönmeden önce Atina'da Avrupa Birliği fonlarıyla kurulmuş Kültür Bakanlığı'na bağlı bir "Ulusal Çağdaş Sanat Müzesi" olduğunu öğreniyorum, gidip görmem lazım çünkü hani başka bir çeviri ile "Milli Güncel Sanat Müzesi"nin nasıl bir şey olduğunu merak ediyorum. Öğlen arkadaşlarımdan ayrılıyorum ve müzeye doğru harekete geçiyorum. Hızlı bir tur, sonra bit pazarında buluşacağız, sonra otel ve dönüş yoluna çıkacağız.

 

Müzede üç orta ölçekli sergi ve bir de kişisel sergi var; biri Woman, Together başlıklı kadın sanatçılara odaklanan bir sergi, diğeri hayvanlarla ilgili, bir diğeri de tanımadığım 60'lar ve 70'lerden kalma modern-çağdaş arası Yunan bir heykeltıraşın retrospektifi ve kişisel sergi de sanıyorum Kongolu ve Belçika'da yaşayan bir sanatçının sömürgecilik tarihini araştırdığı işlerden oluşuyor. Herhalde dünya üzerindeki bütün çağdaş sanat müzeleri ve programları belirli bir merkezden kurgulanıyor hissindeyim. Mekân, galerilerin boyutları hemen Arter'i çağrıştırıyor, Arter ama bir buçuk, iki katı, beyaz, temiz, şık. Galeriler Pompidou'dan alınmış ama mekân içine yerleştirilmiş bütün katları çıkan-inen otomatik merdivenle ziyaret ediliyor. Neyse, müze mimarisi konusunda durup düşünecek pek zamanım yok, gözüme hemen kadınlar sergisini kestiriyorum. Zaman kalırsa hayvanlar, Kongo-Belçika sömürgecilik sergisi ve en son modern-çağdaş heykel retrospektifi.

 

Hızlıca gezmeye başlıyorum, sergiler beklediğimden büyük çıkıyor, çok iş var. Gezerken hangi sergiye ait olduğunu kestiremediğim ara katta bir odaya giriyorum. Kadınlar sergisinde de olabilirim hayvanlar sergisinde de -hayvanlar sergisi bütün müzeye, giriş, lobi, merdivenler ve bahçeye yayılmış. Uzunca ve karanlık koridordan geçip mekâna giriyorum. Tek ekranlı bir video, ama mekân geniş, tipik "vagon" tarzı (dikdörtgen odanın bir tarafında video ve diğer tarafında bank) video gösterim biçimi tercih edilmemiş, işe alan tanınmış. Odanın ortasında iki bank, ekran büyük, mekân kare gibi ama karanlık olduğu için tam anlamıyorum. Gözüm videoda hızlıca oturuyor ve Google Maps'ten bit pazarına uzaklığımı anlamaya çalışıyorum, yürüyeceğim ve bu zaman alacak, bu videoya ne kadar zaman ayırabilirim, ne kadar zamanım var tam olarak anlamam lâzım. Bu sırada bir kadın sesi derinden başlıyor ve sarıyor etrafı. Başımı kaldırıyorum, ekranda saçlarını toplamış, gösterişsiz, siyah bir bluz giymiş kadından geliyor ses. Gırtlağından mı demeliyim, boğazından mı, çünkü dudakları kapalı ve çok az hareket ediyorlar. Kadının kendisi de karanlık bir ortamda, arkasında derme çatma ahşap iskeleler göze çarpıyor. Derme çatma, engellenemez çöküşü şimdilik erteleyen bir direnme hissi. Duvarlar şekilsiz, sert ve keskin kayalar seziliyor. Aslında tam görülmüyor; sonra kadının sesi yükselirken araya kaya-duvarları tarayan katlar giriyor ve bunun bir kömür madeni olduğunu anlıyoruz. Kayanın taze kesiklerinden simsiyah kömürün ara ara parlayan ışığı görülüyor. Kadın, bu bir operet, bir ses sanatçısı olmalı, "anlamlı" bir şey söylemiyor, sesi yavaş yavaş yükselip sonra kesiliyor. Madenin, onca angarya emekle açılmış kıvrılan, inen, çıkan, dar ve geniş koridor ve açıklıklarının garip akustiğinin ve bu akustiğin kadının gırtlağı ile garip ilişkisinin asıl oyuncu olduğunu, asıl amaç olduğunu anlıyorum. Kadının gözleri benim görmediğim bir yere bakıyor; uzaklardaki bir ufka kitlenmiş kör gözler bunlar. Bilmiyorum gözün sesle kayması, gözün kulak olması gibi bir şey var mı? Kulakla görülebilir ama gözle dinlenebilir mi? Ama burada sanki böyle bir şey olmuş. Çok çarpıcı. Ses keskin kayalardan, kirli iskelelerden yankılanıyor. Bir ara kamera duran asansörü, asansörün yerin bilmem kaç altına doğru giden boşluğunun karanlığını gösteriyor. Kadının sesi bu boşluğa gidiyor değil de, bu boşluktan geliyor hissine kapılıyorum. Çok sarsıcı bir iş...

 

Çıkarken işin etiketinden videonun Tayland asıllı Amerikalı sanatçı Ngoen K. Anana'ya ait olduğunu öğreniyorum. Video sanıyorum Alaska'daki eski madenlerde çekilmiş. Anana 2010'lardan sonra sanat dünyasını terk etmiş; sosyal aktivizmi ve insan sesi konusunda araştırmaları ile tanıyor. Sonra diğer işlere de baktım, sömürgecilik sergisine de uğradım, hayvanlar sergisinde de dolaştım. Gezdim, gördüm diyemiyorum çünkü işlerle pek ilgilenemedim. Tamamen dolmuş, maden-kömür-ses-yankı işinin etkisindeydim, arkadaşlarımla buluşana kadar da böyle dolu ve dalgın yürüdüm. İstanbul'a döndük. Bin tane düşünce, his tetikledi iş. Bazı notlar aldım, ama yazdığım hiçbir şey bu düşünceleri ve hissi tam karşılamıyordu, hâlâ da karşılamıyor.

 

Nasıl anlatmalı, nasıl düşünmeli sanatla direnmenin ilişkisini? Öncelikle sanırım işin bizle, izleyici ile kalması, işin izleyicide sürmesi meselesi var. Böyle bir sürme bizi/izleyiciyi güçlendiriyor; sanki işi, işin nesnesini değil ama fikrini yanında alıp gidiyor izleyici, güç veren, besleyen, umut veren bir anı gibi. Günümüzde, belki de aynı güçlenme amacı ile izleyiciler telefonlarını çıkarıp işlerin fotoğraflarını çekiyor, işleri kendilerine katmak, bu şekilde zenginleşmek, güçlenmek istiyorlar. (Ben de işin fotoğrafını çektim fakat oda ve videonun karanlığından dolayı flu bir çamursuluktan başka bir şey elde edemedim. Zaten ses temelli bir işin görseli son derece yetersiz bir temsil olacaktı.) Muhtemelen iş toplamanın, koleksiyonerliğin temel motivasyonlarından biri de bu. Elbette, bu şekilde, mekanik işlemiyor hayat. İşin nesnesine, kendisine sahip olunsa da fikrine, anısına sahip olunmayabiliyor. Böyle olunca da nesnelere sahiplik, tam da koleksiyoner ölüp gideceğinden ve nesneler kalacağından kişiye ölümünü, sonluluğunu hatırlatan ve onu zayıflatan bir kısır döngü haline gelebiliyor. Daha açılabilecek, tartışılabilecek bir mesele bu; Proust'un "gayri iradi" hatırlamalarına, Bergson'un "süre" kavramına, "homojen" ya da "heterojen" zaman tasavvurlarına, Minimalizm'in nesnelerinden Kavramsal Sanat'ın "fikir olarak sanat"ına doğru açılmak mümkün. Burada işin sürmesi ve kalması ile sanatta direnen şey arasındaki ilişkiye işaret etmekle yetinelim. İşin sürmesinden kasıt da işin nesne olarak maddi dayanıklılığı, mermer, bronz gibi süren bir malzemeden yapılması değil; işin izleyicide bir anı, fikir olarak sürmesi. Güçlendirici olan bu ve direnme bu şekilde gerçekleşiyor. Biraz mekanik bir akıl yürütme ile akla şu soru geliyor: Maddesel vuku buluşu az olan, geçici, zaman veya fikir temelli sanatlar (edebiyat, şiir, performans, video, ses gibi) böyle bir direnmeye daha mı yatkın? Yanımızda alıp götüremeyeceğimizi bize hemen hatırlatan nesneler, büyük heykel veya yerleştirmeler direnme potansiyelini etkinleştirmeye daha mı az izin veriyorlar? İzleyici telefonunu çıkarıp işin fotoğrafını çektiğinde ya da koleksiyoner işi satın aldığında ölümlülüğünü/sonluluğunu hatırlatan maddi nesneye karşı son kozunu mu oynuyor? Ya da bütün bunların ötesinde, sanattaki direnme potansiyeli işin malzeme ve mecrasının (resim, heykel, video, metin gibi) ötesinde mi gerçekleşiyor, sanat işi mecra ve malzemesi ne olursa olsun izleyicide/bizde kalabildiği, sürebildiği, bir anıya dönüşebildiği kadar?

 

Sanatta -ve elbette hayatta- direnme temelde ölüme ve ölümle ilişkilendirebileceğimiz her türlü politikaya direniş anlamına geliyor. Günümüzde sanatla direnişin ilişkisi yaşam gücünü ifade eden "akışkanlık", "melezlik" gibi kavramlarla işaretleyebileceğimiz çapraz kaymalar fikrinden kuruluyor. Bu anlamda günümüz muhalif kültürü temelden DeleuzeGuattarici. Akışkan ve çoklu yaşam katı ve tekçi ölüme direniyor. Günümüzde yaşamı bu şekilde kavrıyoruz; Spinoza'nın "bir bedenin neler yapabileceğini bilmiyoruz" lafzına karşılık müze ve galerilerde doğadan yapay zekâya her türlü alanı çapraz kesen karmaşık bedenlerin neler yapabileceği örnekleniyor. Kuir teoriden, kültür-doğa geçişliliğine vurgu yapan ekozofik işlere, Harraway'in insan-hayvan-teknoloji sınırlarının ötesindeki sayborglarına, Afro-fütürizmin kurmacalarına yaşam hararetle çoğalıyor, akıyor. Sanat bu şekilde, yaşamın çokluğundan gelerek, beklenmedik karşılaşmaları ve ilişkisel açıklığı öne sürerek olumlayıcı bir şekilde direniyor. Bunu anlıyorum -ya da anladığımı sanıyorum-, fakat yine de bütün bunlarda beni tatmin etmeyen, sanatla direnmenin ilişkisini düşündüğümde hatalı, eksik gelen bir şeyler var. Bu yaşam politikası (biyopolitika) estetiğinin ölümü, yası, melankoliyi, kaybı, olumsuz olanı görünmezleştiren, ölümün ve kaybın yanından dolaşılabilirmiş gibi çocuksu, kolaycı; sadece biyolojik, maddi, bedensel olarak var olanlara odaklı, bazen belli bir şekilde ezici, bazen içi boş, gerilimsiz bir "neşe" politikası ürettiğini düşünüyorum.

 

Peki bu karanlık maden-kadın-ses videosunda ne var? Ne görüyoruz ve duyuyoruz? Öncelikle çokluk, karmaşıklık, akışkanlık, geçişlilik hissi ve savunusu yok videoda. Bu anlamda "basit", indirgenmiş, "çileci" diyebileceğimiz bir estetiğe sahip. İlişkiselliği ise, varsa, olumlayıcı değil. Ne kadının sesinin madenle, kayalar, yerin dibindelik ile olumlayıcı bir ilişkisi var ne de işin izleyici ile kurduğu ilişki olumlayıcı. Neredeyse ses, tıpkı bel vermiş, ahşap iskeleler gibi kayaların ağırlığına direniyor; kaya ve ses arasında akışkanlık değil çatışma var. Zorunlu olarak geçici bir direniş tabii bu; maden, çöküş sonuçta kazanacak, sesin yankılandığı boşluk kapanacak ve ses boğulacak. Ses bu anlamda direniyor ölüme. Ölüme, sonluluğa rağmen bir direniş bu; yaşamın çokluğuna, engellenemezliğine dayanarak değil, sonluluğu, ölümü, sınırı, yenilgiyi gören ve kabul eden bir direniş. Hani ölüm karşısında kazanmak diye bir şey varsa, kaybedecek olduğunu bilmesine rağmen bir direniş. Bu da izleyiciyi uzaklaştırıyor, bir mesafe oluşuyor izleyici ve video arasında; sanki kadın çoktan ölmüş de, sesi uzaktan, uzak bir geçmişten geliyormuş gibi -zaten fiilen de madende, ölüler dünyası Hades ile ilişkilendireceğimiz bir uzamda kadın-ses. Ölümün bu şekilde soğukkanlı kabulü, hatta böyle bir ölüm uzamına yerleşme çağımız insanının iştahlı yaşam arzusunun özdeşleşme hevesini engelliyor -ya da zorlaştırıyor diyelim.

 

Burada açılması gereken başka bir sorun ortaya çıkıyor, yaşamla değil de ölümle direnmenin ilişkisi. Direnmede ölümle ilgili, "ölümcül" bir şey var. Direnme eğer bir kalma ve sürme ise ve yaşamı da geçicilikle tasavvur ediyorsak, direnmenin ölü olan ile, ölüm ile de bir ilişkisi var demektir. Ölüme direnen şey mezar taşları gibi, bir müze gibi ya da müzenin deposu gibi yaşamdansa ölümle ilişkilendirebileceğimiz stabillik, hareketsizlik, zamansızlık çağrıştıran şey ve mekânlardır. Fakat, elbette, videodaki kadın-ses ölü değil; ses belki de geçici, uçucu olanların en geçicisi ve uçucusu... O zaman şöyle bir soru sormamız gerekiyor: Sanatta -ya da hayatta- ölüme direnen şeyi etkinleştirmek için madde ya da nesnedense illa ki insan figürüne ya da bir tip ölü canlılığa mı ihtiyaç var? Direnme kesinlikle ne tamamen canlılık tarafında ne de tamamen ölüm; direnme ölüm ile canlılığın ötesinde gerçekleşiyor. Belki de güncel teorilerdeki, şeylerin ölüm/son sonrası hayatını ifade eden afterlife veya Amerikalı yerli Gerald Vizenor ve Fransız Georges Didi-Huberman'ın kullandıkları survivance (beka) kavramını ele almalıyız burada. Eğer sanatta direnen şeyi böyle bir "beka" kavramı üzerinden düşünüyorsak biyolojik, bedensel yaşam yok olup gittikten sonra kalan şey ile ilgileniyoruz demektir. Canlılıkla değil de ölüm uzamında tam ölü olmayan şey ile. Maden/Hades'teki kadının sesi tam böyle bir ses, yaşamdaki yaşamın sesi/gümbürtüsü değil ölümdeki tam ölü olmayanın sesi; bu şekilde bakınca direnme ölümle, daha doğrusu biyolojik ölüm-sonrası ile ilgili bir şeymiş gibi gözüküyor. Aslında tekrar somut nesne veya beden ile anı veya fikir arasındaki -yeniden düşünülmesi gereken- karşıtlığa geldik -ama diğer taraftan, ölüm tarafından.

 

Başka bir mesele de kadının, kadının sesinin bize/bana hitap etmemesi, bizden/benden bir izleyicilik/tanınma beklememesi. Elbette paradoksal bir şey söylüyorum, sonuçta bir sanat müzesinde sergilenen bir işten bahsediyoruz. "Konuşmayan" bir iş demek istiyorum aslında; konuşmayı günümüz sanat dünyasında belirli grup veya kimliğin mücadelesi ile ilişkili, bu mücadelelerin öyle ya da böyle tanıtımını, propagandasını yapan "politik" işlerin işleme biçimi olarak düşünürsek. Kadının ses performansının madencilerin muhtemel mücadelesi ile ilişkisi açık değil. Bu açıdan suskun bir iş bu. Böyle bir mücadele ile ilişkisi yok demiyorum; olabilir, ama işin sınırlarında okunabilir değil, iş başka bir düzlemden işliyor demek istiyorum. Kadın maden tarafından tamamen içerilmiş; kendi sesini dinliyor, kör gözlerle kendi dünyasına bakıyor gibi, bana, izleyiciye dönük her hangi bir mesaj yok, bu açıdan okunabilir değil. Böyle bir dikkat de talep etmiyor; ama beni/izleyiciyi hiçe de saymıyor. Başka türden bir ilişkisellik bu, yakın, çığırtkan, "beni tanı" diyen bir çağrı yok. Uzaktan, mesafeli, bir perdenin ardından birbirimizi görüyoruz, duyuyoruz ama konuşmuyoruz -gibi. Bunu anlatmak oldukça zor; bir nevi bu iş, "karşılıksızlık" üzerine kuruluydu ya da karşılıklılığı, karşılıklı tanımayı zorlamıyordu. Bu kadın ve sesi, bu video-ses vardı; madene, madenin bütün temsil ettiklerine, en başta kapitalizm tarafından güdülenen ölüme karşı vardı; belki de şöyle söylemek gerekiyor: "vardı, o kadar". Kapitalizmin ölüm güdüsüne karşı, onu tanıyarak ve hiçe sayarak ama kendi sosyal, politik mücadelesinin izleyici tarafından tanınmasını da talep etmeden vardı, oluyordu, o kadar.

 

Sanatın direnme ile ilişkisinin ikinci uğrağı böyle bir "karşılıksızlık" belki de. Direnen şey benden bir şey talep etmiyor; direnmesinin bir direnme olmasının koşullarından biri bu. Bir şey direniyorsa, direnebiliyorsa tamamen kendi kudretiyle direnebiliyor; başka kaynaklara ihtiyaç duymuyor; izleyici de bu kudrete şahit olduğunda kendinde, belki de daha önce fark etmediği bir direnme potansiyeli keşfediyor. Böylece artık yapabilecekleri sonsuz, artık ihtiyacı olan biri değil... Belki de uçuyorum, fazla geniş, tartışmayı elden kaçıran laflar ediyorum. Bataklık olduğunu söylemiştim, bu battığım, batmaya yazdığım anlardan biri. Bu "karşılıksızlık" meselesini Bataille'yı yardıma çağırarak biraz açıp, tümüyle batmadan yazıyı sonlandırmayı umuyorum. 

 

Bataille, Lanetli Pay[1] adlı kitabında, hayatın temelinde bir fazlalık/aşırılık ekonomisi olduğunu savlıyor. Tabii bu bildiğimiz anlamda bir "ekonomi" değil; aslında bir ekonomi-olmayan. Kısaca şöyle: Gezegenimizde hayatın koşulu güneş ve güneş almadan veriyor; biz dünyamızdan güneşe doğru herhangi bir şey geri-vermiyor ve iletmiyoruz, sadece alıyoruz, dünyadaki hayatın her zerresinin güneşin gönderdiği ışınlara ihtiyacı var. Gezegenimizden güneş sayesinde -veya yüzünden- yaşam -veya ölüm- fışkırıyor. Dolayısıyla hayatın özünde bir dengesizlik, karşılıksızlık var. Dünyada kurduğumuz hayat da bununla uyumlu olmalı, güneşsel olmalıyız; o yüzden Bataille'a göre, üretken olmayan bir şekilde "harcayacağımız" (Harcama, la dépense da Bataille'ın kilit kavramlarından biri) karşılıksız verebileceğimiz toplumsal sistemler inşa etmeliyiz. (Geçerken bunun günümüzde her tarafta propagandası yapılan sürdürebilirlik politikaları ile karşıtlığının hızlıca altını çizelim.) Bataille seksi, erotizmi, ölümü, yaşamı, enerjiyi, politikayı, ekonomiyi hep bu fazlalık/aşırılık fikrinden gelerek düşünüyor. Üretici olmayan, bilgisi yapılamayan, belirli bir alma-verme, iletişim, biriktirme rasyonalitesine dayanmayan, sisteme geri dönmeyen ve yeniden-üretmeyen, anda tükenen "deneyimler"i öne sürüyor. Bu deneyimlerin zamanla ilişkisi kopuk, salt bir sonsuz-şimdiden ibaretler, öncelik sonralık, geçmiş gelecek gibi zincirlere, belirli bir anlatı tarafından meşrulaştırılmaya, haklılaştırılmaya da ihtiyaçları yok -sadece varlar, öyleler, oluyorlar. Hatta dilde temellenen kültür bu tip deneyimleri (seks, şiddet, ölüm) hileli bir şekilde meşrulaştırmaya, anlamlı ve haklı kılmaya çalışan bir yanılsamadan ibaret. Bu yanılsamalı halimiz ve varoluşun ekonomi-olmayan ekonomisine uygun olmayan kültürümüz felaketlere, savaşlara ve yok oluşa sebep oluyor. Bataille hiç bu şekilde yorumlanmış mıdır bilmiyorum ama düşüncesinde ilginç olan "karşılıksızlık" kavramı ile işaret etmeye çalıştığım karşılıklı tanımaya dayanmayan bir ilişkisellik öne sürüyor olması. Hatta çözümü de böyle bir "karşılıksızlık"ta, ilişkisizlikte görüyor olması. Bu anlamda da -sadece ekonomiyi değil- her türlü iletişimi, politikayı, hak arayışlarını, adalet tasavvurunu sorunsallaştırması. Şöyle açıklamayı deneyeyim: Ne güneş ne de örneğin Kovid virüsü gezegenimizi ya da insanları tanımıyor. Ne virüsün insanları hasta etmek gibi ne de güneşin dünyada hayat -ve ölüm- olsun gibi niyetleri ve amaçları var. Onlar "iyinin ve kötünün ötesinde" sadece varlar. Aynı şekilde bir hayvan başka bir hayvanı yerken onu öldürmek gibi bir niyeti yok. O sadece besleniyor. Yenilen hayvan haksızlığa uğramış değil, yiyen hayvan zafer kazanmış değil; bu anlamda hak ve adalet mefhumları insanın hezeyanlarının ürünleri. Bataille'a göre yapılması gereken şey toplumsal sistemlerimizi, kültürümüzü bu tipten üretici olmayan, sisteme geri-dönmeyen, harcama "deneyimler"i üzerinden tekrar kurgulamak. Ancak bu şekilde, yani bir projeye, meşrulaştırma anlatısına, karşılıklı tanınmaya veya gelecek fikrine dolaysız bağlanan eylem ve varoluş biçimleri ile değil, her hangi bir geleceğe, anlatıya, sisteme bağlanmayan, salt anda mevcut deneyimler ile dolaylı olarak geleceği kurtarmak mümkün. Eylemlerimizin birinci elden dolaysız sonuçları ile değil vuku bulması belirsiz ikinci elden sonuçları ile. Bu bir kumarbaz rasyonalitesi... Gelecek ancak geleceği kurtarmaya çalışmayan edimlerle kurtarılabilir, ama sonuç asla kesin değil. Kesin olan şey adalet ve gelecek kurgularıyla felakete gideceğimiz.

 

Böyle bir hayat görüşü sanat ile politikanın ilişkisini ve sanatta direnen şeyi uygun bir şekilde açıklıyor kanaatindeyim. Sanat hak ve adalet arayışlarına ancak dolaylı bir şekilde omuz verebilir. Sanatta direnen şey, hiçbir iletişimsel, üretici ilişkiye bağlanmayan, anda tükenen, salt var olmaya dayanan karşılıksızlık, ilişkisizlik, beklentisizlik gibi kavramlarla tasvir edebileceğimiz salt var olmaya, öylece olmaya dayanan şeydir. Bu, "öylece olan şey" insani, sosyal ve kültürel değildir -ama zorunlu olarak insan/kültür/sosyallik-dışı veya karşıtı da değildir. Hiçbir meşrulaştırıcı anlatıya dayanmayan öylece olan şey meydan okur; kapitalizme olduğu kadar her türlü iletişimsel, sosyal, sistemsel düşünce ve kurguya. Bu aynı zamanda bir egemenlik deneyimi, yine Bataille'a göre. Ayrıca böyle bir sanatsal ethos -belki de bugün artık mecbur olduğumuz- yeni bir kültürün de nüvesini taşımaktadır.

 


[1] Lanetli Pay, Georges Bataille, çev: Işık Ergüden, Dost Kitapevi, 2010, Ankara.

Comments


All rights reserved. Unlimited Publications.

Meşrutiyet Caddesi No: 67 Kat: 1 Beyoğlu İstanbul Turkey

Follow us

  • Black Instagram Icon
bottom of page