top of page

Salyangoz şarkısının izinde

Farah Al Qasimi'nin İstanbul'daki ilk kişisel sergisi Çöl Sümbülü, 12 Eylül - 26 Ekim 2025 tarihleri arasında Ulya Soley küratörlüğünde SANATORIUM’da gerçekleşiyor. Al Qasimi’nin, arzunun kapitalist düzen, tüketim kültürü, toplumsal cinsiyet ve ekolojik yıkımla kurduğu karmaşık bağı görünür kılan sergisini ele alıyoruz


Yazı: Merve Duran


ree

Farah Al Qasimi, Surge, Video, 8 dakika 39 saniye


“Sonunda beni yok edecek şeyleri arzuluyorum.”

 - Sylvia Plath


Çocuklar masallarla büyür. Masal anlatıları da çoğunlukla, sınır tanımayan arzuların büyük bedeller gerektirdiğini öğretir. Kahramanlar arzularına kavuşmak için özgürlüklerini, bedenlerini ya da hayatlarını feda etmek zorunda kalır. Masallar aynı zamanda toplumsal cinsiyet, itaat ve mülkiyet gibi normları pekiştirerek arzuyu terbiye etmeyi öğütler. Hans Christian Andersen’in Küçük Deniz Kızı masalında karaya çıkabilmek için iki insan bacağı karşılığında sesini ve karşılıksız aşkı uğruna hayatını feda eden deniz kızı, bu arzu-bedel ikiliğinin çarpıcı bir örneği. SANATORIUM’da Ulya Soley küratörlüğünde 26 Ekim 2025 tarihine kadar devam eden Farah Al Qasimi’nin İstanbul’daki ilk kişisel sergisi Çöl Sümbülü, bu popüler masalı endüstrileşme, tüketim, hız ve arzunun bir kesişim noktası olarak okuyor; arzuya farklı ihtimaller üzerinden bakmaya imkân tanıyor.


Çocukken Küçük Deniz Kızı’nın 1975 tarihli anime versiyonunu izlemiş ve uzun süre etkisinden çıkamamıştım. Aşkı uğruna ölüp ufukta rengârenk köpüklere dönüşen deniz kızı Marina ile en yakın arkadaşı yunus Fritz’in, denize ve gökyüzüne karışan o ruha eşlik eden yas dolu ve travmatik haykırışları hâlâ aklımda. Bu imgeleri bende yeniden harekete geçiren, fotoğraf, video ve müzik arasında gezinen serginin en vurucu parçası olan Surge isimli video.


Videoyla karşılaşmadan önce, giriş katında izleyiciyi karşılayan büyük ölçekli folyo baskılar ve fotoğraflar, sanatçının üretim diline ve masalsı dünyasına giriş için bir eşik görevi üstleniyor. Sergi, rüya benzeri bir atmosfere adım atıyormuş hissiyle başlıyor; üst katta yer alan video ise renkli ve eğlenceli görünen dünyanın ardındaki perdeyi aralıyor. Bu video yer yer rahatsız edici ve ironik bir dille şu soruları sorduruyor: Arzularımızın ve onlar için feda edebileceklerimizin sınırları nedir? Dahası, bu arzuların kişisel yönelimlerden öte kapitalizm ve toplumsal normlar tarafından boyunduruk altına alınmasına daha ne kadar seyirci kalacağız?


Solda: Farah Al Qasimi, Çöl Sümbülü, 2025, Arşivsel inkjet baskı, 76 x 53.5 cm, 5 + 2 AP Sağda: Farah Al Qasimi, Çöl Sümbülü, 2025, Sergiden görünüm. SANATORIUM'un ve sanatçının izniyle


SANATORIUM’un yeni binasında konumlanan Çöl Sümbülü sergisi adını, sanatçının çocukluğunu geçirdiği Birleşik Arap Emirlikleri kıyılarında beliren, güzel ve dirençli bir tuzcul bitkiden alıyor. Bu bitkiyi merakımızı giderircesine coğrafyaya ve dirence bağlayan Çöl Sümbülü başlıklı bir fotoğraf da serginin parçası. Mekâna girer girmez şekerlemeyi andıran pastel tonların yarattığı masalsı bir alan karşılıyor bizi. İlk bakışta, büyük ölçekli folyo baskıların üzerine yerleştirilmiş fotoğraflarla karşılaşıyoruz; tekil görüntülerden ziyade folyoların kurduğu arka planın yarattığı göz yanılması ve derinlik hissiyle mekânsal bir deneyim oluşuyor. Mekânı çevreleyen mor bir çarşaf ile çiçekli bir yatak örtüsü “ev”, “güvenli alan” ve “mahremiyet” duygusu yaratırken; yakından çekilmiş bir at derisi üzerindeki su damlacıklarının göründüğü folyo ve pencere camına yansımış perdelerin büyük ölçekli görüntüsü “ev içi/dışı” ve mekân algısında bir kafa karışıklığına yol açıyor, izleyiciyle oyun oynuyor. Folyoların yansıtıcı yüzeyi, üzerine çerçevelenip asılan fotoğraflardaki detayları hem gizliyor hem de bizi bu görüntülere çekiyor.


Farah Al Qasimi, Çöl Sümbülü, 2025, Sergiden görünüm. SANATORIUM'un ve sanatçının izniyle


Folyo üzerindeki fotoğraflar; ev içinden ve kamusal alandan mahrem anlara dair, hem sıradan hem de kimliği alenen ifşa etmeyen merak uyandırıcı kompozisyonlar kuruyor: iki adamın dostça ya da daha başka anlamlara gelebilecek şekilde birbirlerinin ellerini kavrayışı; bir kadının kolu üzerindeki dev salyangoz; alelade plastik bir kapta, evin bir köşesine yerleştirilmiş çöl sümbülü… Sanatçı sanki bir anda bilinçdışının derinliklerindeki imgeleri ve kuir arzuyu yüzeye çağırıyor. Al Qasimi’nin öznesi insanlar olduğunda sergideki işlerde yüzlerini ve kim olduklarını alenen görmüyoruz. Sanatçı, bir konuşmasında, “Hiç kimsenin kendini tümüyle dünyaya vermek zorunda olduğunu sanmıyorum.” diyerek etik bir tutum gözettiğini açık ediyor.


Farah Al Qasimi, Çöl Sümbülü, 2025, Sergiden görünüm. SANATORIUM'un ve sanatçının izniyle


Çoğunluğu Birleşik Arap Emirlikleri’nde çekilmiş iç mekân fotoğrafları renkler ve desenlerle dolu. Sanatçı, bir röportajda büyüdüğü Abu Dabi’yi “hiper renkli bir dünya” olarak tanımlıyor; New York’ta yaşayan bir sanatçı olarak doğduğu bölgenin kültürlerarası mirasıyla kurduğu bağı, renkli ve parlak kitsch unsurlarını ironi ve bilinçli bir üslupla birleştiren, cool kitsch diye adlandırılabilecek estetik bir dil üzerinden sürdürüyor.


Giriş kattaki işler arasında, sanatçının ağzının içini fotoğrafladığı Altı Farklı Çığlık serisi, görüntüsü ve yapısı itibarıyla ilk bakışta rahatsızlık uyandırıp aynı anda merakı da tetikliyor. Bu ağız imgeleri, Francis Bacon’ın ısrarlı ağız resimlerini ve ağzın temsilinin farklı anlam ihtimallerini akla getiriyor. Al Qasimi, pandemide çekilmiş fotoğraflar olması itibarıyla çığlık atmak ve isyan etmek için her gün açılan bu ağzın iktidarın baskı rejimleri altında nasıl susturulduğunu hatırlatıyor.


ree

Farah Al Qasimi, Surge, Video, 8 dakika 39 saniye


Bu tekinsiz, sessiz çığlıklar eşliğinde düşünceli bir biçimde üst kata çıkan izleyici, kendini başka bir evrene ışınlanmış gibi buluyor. Üç bölümden oluşan, yaklaşık sekiz dakikalık Surge videosu hızla akıyor ve başından kalkmadan tekrar tekrar izleme isteği uyandırıyor. Video, Kemik adlı ilk bölümle açılıyor. Ras Al Khaimah’ta küçükken boğulma tehlikesi atlatan ve suyla ilişkisini bölüm boyunca sorgulayan bir anlatıcıyı takip ediyoruz. Çocukluğunun izlerini suda ararken, kıyıları dolduran villa kompleksleri ve otellerle karşılaşıp; flamingoların dahi bu alanları terk etmek zorunda kaldığıyla yüzleşiyoruz. Tuz arıtma tesislerinin denizden su çekip içme ve tarım suyu üretirken geride kalan tuzlu atığı yeniden denize bırakması; toprağın, doğanın ve bereketin tüketimle birlikte nasıl kuruduğu fikriyle yan yana getirilmiş oluyor. Tuzun kurutuculuğu gibi, kapitalist arzular ve hızlı tüketim de dünyayı kurutur, bedeller ağır olur, mercan resifleri ve daha niceleri “feda” edilir.


Surge, suyun tüm canlıları ve yaşayan bir organizma gibi işleyen şehri nasıl ayakta tuttuğunu gösteriyor. Ancak suya erişmeye çalışırken onu insan faydası için dengesizce kullanan türün çevreye verdiği zarar, arzu yerine yaşamsal bir ihtiyaç ekseninde ve suyu bir “yaşam alanı” olarak kullanan balıkların hikâyesiyle görünür oluyor. Kuruyup giden bu coğrafyada akvaryuma hapsedilmiş balıklar, insan sesiyle “Yardım edin!” diye sesleniyor. Bu antropomorfik tercih insanmerkezci bir bakış olarak eleştirilebilir olsa da sanatçı, insanın başka türlere yaşattığı zulmün aciliyetini hızlıca kavratmak adına empatiyi tetiklemeyi amaçlıyor; ne yazık ki insan sesi ve sözüyle konuşan varlıklar insana daha “ciddi” ve “yakın” buluyor. Videonun devamında yakalanmış, buzlu kovalarda hâlâ can çekişen balıkları görüyoruz. Yaşam alanları ve temel ihtiyaçları gasp edilen balıklar bir gıda maddesine indirgeniyor.  Bu sahneye kadar her şey hızla akarken burada tekrar eden bir görüntü öne çıkıyor: Balığın pullarının bir insanın parmaklarıyla tek tek yolunuşunu izliyoruz. Sanki tırnaklarımız çekiliyor ya da derimiz sökülüyormuş gibi bir hissin eşliğinde, tekrarın amacı bizi kendi eylemlerimizle ve verdiklerimiz zararlarla yüzleştirmek. Akan video üzerine konumlanmış bir iPhone ekranında “sevimli” balık fotoğrafları görüyoruz. Sanatçı bizi tanıklık ve hatta suç ortaklığı konumuna yerleştiriyor. Tam bu sırada ekranda bir yargı cümlesi beliriyor: “Balıkları yemek sorun değil, çünkü onların duyguları yoktur.” Gerçekten yok mudur? Elbette böyle düşünmek ve sorumluluktan kaçmak en kolayıdır. İşte bu kolaycılık da ironik biçimde yüzümüze çarpılıyor.


Mercan adlı ikinci bölümde, desenli mavi bir örtünün ardında sanki denizaltındaymışız hissi veren bir zeminde saçlarını çatalla tarayan birini görüyoruz. Bu anlatıcı da tıpkı ilkindeki gibi, ölümle burun buruna gelişini paylaşıyor: bir balıkçı kancasıyla yaralanan bir deniz kızı. Boğulma anıyla kanca yarası, suyla kurulan ilişkinin içine yapışır. Bu anlatıcı, sanatçının çocukken izleyip çok etkilendiği Andersen masalının Japon anime uyarlamasına bir gönderme. Dans eden deniz kızı, aşkı için sesini verip insan ayakları alarak karaya çıkmış ama aşkına kavuşamamış ve ölmüş. Sanatçı masalı, üretim ağlarının, ticarileşme dinamiklerinin ve arzunun dışavurumu olarak ele alıyor; çocuk masallarının değerler, toplumsal cinsiyet algısını nasıl inşa ettiğini düşünüyor ve deniz kızının “karadaki prens” arzusuna odaklanıyor. Dolayısıyla anlatı, yalnızca romantik bir masal değil; küresel arzu ekonomilerinin, metalaşmanın ve cinsiyet normlarının nasıl üretildiğine dair ciddi bir okuma önerisi getiriyor.


Farah Al Qasimi, Surge, Video, 8 dakika 39 saniye


Arzu ekonomisi içinde hem bir hayvanın sömürüsüyle elde edilen lüks tüketim nesnesi hem de deniz kızının aşk uğruna ardında bıraktığı denizaltı yaşamını simgeleyen inci sahneye çıkıyor. Hızla akan görüntüler içinde bir iPhone ekranında bu kez tuzun, “eğlence” olsun diye salyangozların üzerine döküldüğü TikTok videoları beliriyor; zulmün görsel tüketimin nesnesine dönüşmesiyle yüzleşiyoruz. Al Qasimi yalnızca çekimler ve sosyal medyadan seçtiği buluntu videolarla kurduğu kurguyu değil müzik ve seslendirmeyi de üstleniyor. Müzik, tüketimin, sosyal medyanın, yok oluşun ve sömürünün hızına eklemlenerek yükselip alçalıyor, temposunu değiştiriyor; üçüncü bölümde ise yerini bir şarkıya bırakıyor. 


Salyangoz Şarkısı adlı üçüncü bölümde, adını Sünger Bob’un salyangozu Gary’den alan ve sanatçının yakın arkadaşının yoldaşlık ettiği bir Afrika dev salyangozu, mavi kadife bir perdenin açılmasıyla sahneye çıkıyor. Kırmızı ojeli bir elin üzerinde usulca süzülen salyangoz, parlak gümüşî bir iz bırakarak ilerliyor. Diğer iki bölümün hızı burada kırılıyor; yavaşlık öne çıkıyor, iki farklı türün ten tene, bedensel bir karşılaşması beliriyor. Bütün bu tüketimin ardından gelen, feda edilen ya da kaybedilen her şeye dışarıdan dönüp bakmayı simgeleyen bir durak bu.


İnsan sesiyle şarkı söyleyen salyangoz, hayatın anlamsızlığı içindeki küçücük konumumuzu, acizliğimizi ve kapitalist, üsttenci arzularımızla kurutup yok ettiğimiz dünyadaki geçiciliğimizi işaret ediyor. Dakikalarca el üzerinde ilerleyen salyangozun “Ses çıkaramıyorum” deyişi, hem arzuları için sesini feda eden küçük deniz kızına hem de bugün etkilerini duyduğumuz iklim krizi ve ekolojik çeşitlilik kaybı karşısında gücümüzün sınırlılığına bağlanıyor. Şiddet ve sonuçları her zaman ani ve görünür olmayabilir. Rob Nixon’ın “yavaş şiddet” kavramının işaret ettiği gibi, çevresel yıkım, sömürü ve eşitsizlik çoğunlukla zamana yayılmış, görünmez kılınır ve birikimli süreçler olarak işler; gündelik hayatın akışına sızarak felaketi normalleştirir. Sonuçları ise zamanla görünür olur ve ani olmasa dahi büyük ya da geri dönülemez olur.


Videonun her bölümünün sonunda bir William Turner tablosu beliriyor. Bu kurguyu şöyle okuyabiliriz: Başlangıçta büyüleyici ve huzurlu görünen doğanın aynı zamanda nasıl korkunç bir kudret taşıdığını unutuyor ya da insan kibriyle görmezden geliyoruz. Endüstrileşme ve teknolojinin ilerleyişiyle hayatın kolaylaştığı ve doğaya hükmedildiği yanılgısı güçlenirken, doğanın insanı bir anda yerle bir edebilecek gücü, Turner’ın Fırtına (Gemi Enkazı) tablosunda olduğu gibi  beklenmedik bir felaketle ortaya çıkabilir ve bu kudretli gerçeklik, salyangozun şarkısının kırılganlığıyla yankı buluyor.


Surge, alt kattaki fotoğraf ve baskılarla birleştiğinde bütünlüklü bir anlam dünyası kuruyor ve serginin vurucu, ana öğesi hâline geliyor. Videonun anlattığı ve noktaladığı yerden toparlayacak olursak: hız ve tüketim çılgınlığıyla beslenen kapitalist arzularımızı bir anlığına da olsa kenara bırakıp, başka varlıklarla birlikte var olduğumuzun bilinciyle onarım ve bakımı odağa aldığımızda; sosyal medyanın bitmeyen uyarılarına ve hayatlarımızın hızına karşı dikkati yeniden merkeze alıp yavaşladığımızda anın büyüsünü görür; peşinden koştuğumuz arzuların anlamsızlaştığını fark etmeye başlayabiliriz.


Sergiyi, insanı merkezde bırakmadan iki canlı metaforu üzerinden de okumak mümkün: Çöl sümbülü, “kurutulmuş” bir doğada bile varlığını sürdürebilen, tuzlu su kenarlarında beliren güzelliğiyle dayanıklılık ve direnç sembolü; sergiye adını da veriyor. Salyangoz ise yalnızca “yavaşlık” değil, zamanı hızlı ve düz değil; iz bırakarak ve dikkatle yaşama çağrısı. Bu nedenle yazıyı, dikkat ile hırs arasındaki gerilimi küçücük bir an üzerinden soran Mary Oliver’ın Softest of Mornings şiirinden bir alıntıyla bitiriyorum:


“Elbette saatler gürültüyle tik tak ediyor

 dünyanın dört bir yanında.

 Ben duymuyorum. Salyangozun solgun boynuzları

 uzanıp bir o yana bir bu yana sallanıyor;

 parmaklardan ibaret gövdesi ağır ağır ilerlerken ardında

 salgısının gümüşî izini bırakıyor.

 Ah, en yumuşak sabah, bunu nasıl bozacağım?

 Salyangozdan ve çiçeklerden nasıl uzaklaşacağım?

 İçedönük ve hırslı hayatımla nasıl döneceğim?”


Farah Al Qasimi, Çöl Sümbülü, 2025, Sergiden görünüm. SANATORIUM'un ve sanatçının izniyle


Çöl Sümbülü, 26 Ekim 2025 tarihine kadar SANATORIUM'un Emekyemez Mahallesi'nde yer alan yeni mekânında ziyaret edilebilir. Sergi hakkında detaylı bilgi için;

Yorumlar


Bu gönderiye yorum yapmak artık mümkün değil. Daha fazla bilgi için site sahibiyle iletişime geçin.

Bütün yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir. Yazı ve fotoğrafların tüm hakları Unlimited’a aittir. İzinsiz alıntı yapılamaz.

All content is the sole responsibility of the authors. All rights to the texts and images belong to Unlimited.

No part of this publication may be reproduced or quoted without permission.

Unlimited Publications

Meşrutiyet Caddesi No: 67 Kat: 1 Beyoğlu İstanbul Turkey

Follow us

  • Black Instagram Icon
bottom of page