top of page

Sanat terbiyesi II

Sanat yazarı ve eleştirmeni Murat Alat’ın unlimitedrag.com üzerinden her hafta cuma günü yayınlanan yazı dizisinin dördüncü yazısı üçüncü yazı olan Sanat terbiyesi’nin devamı niteliğinde… Alat, sanata ve yazıya dair düşüncelerini, deneyimlerini ve yaklaşımlarını aktardığı bu seride bu hafta sanatla ilişkilenmenin doğasına dair düşünmeye devam ediyor


Yazı: Murat Alat



Chiharu Shiota, Uncertain Journey, 2019, Metal çerçeve, Kırmızı yün

Kişisel sergi: The Soul Trembles - Busan Museum of Art, Busan, South Korea

Fotoğraflar: Sunhi Mang



Sanatla ilişkinin doğal bir yeti sayesinde mümkün olduğunu öne sürmek; sanatı, dünyayı saran sosyal adaletsizlikten korumak gibi bir niyet taşıdığında bile hayırdan çok şerre gebedir. Böyle bir anlayışla sanatı, ya kaderin seçtiği bazı şanslı insanların hizmetine sunarsınız ya da herkesin sanatçı, her şeyin sanat eseri olduğunu savunan popülizme savrulursunuz. Özellikle eğitimin son derece sınıfsal bir ayrıcalık olduğu göz önünde bulundurulduğunda, sanatın kaderini sıkı bir eğitime bağlamak da pek masum bir çaba olmasa gerek. Modern eğitim sisteminin malumat ticareti üzerine kurulu yapısı düşünüldüğünde ise eğitimini başarıyla tamamlamış insanların bile sanatçıdan ya da sanat aşığından ziyade ruhsuz sanat uzmanları olması işin cabası. Bu açmazdan kurtulmanın bir yolu olmalı. Açıkçası yetenek ve eğitimin münasip bir şekilde harmanlanması gerektiğini iddia eden orta yolcu tutum beni pek tatmin etmiyor. Benim “terbiye” diye adlandırdığım ve de sanatı değerlendirirken estetik yerine etik alanından çıkardığım bir yol sanatla olan ilişkimizi özgürleştirebilir.


Güncel sanatla alelade bir karşılaşma ardından kolaylıkla duyulabilecek bir cümledir: “Bunu ben de yapabilirim”. Hemen hemen her zaman da küçümsemeyle söylenir. Lakin yapmayı/yapabilmeyi bir uzmanlık olmaktan çıkarma endişesinde olan güncel sanatı bu noktadan vurmaya çalışmak abestir. Yapabilenler ve yapamayanlar arası bir kamplaşma nereden bakarsanız bakın feodal bir eşitsizlik sunar. “Bunu sen de yapabilirsin” iddiasının da sonu çağımızın belası liberalizmdir. Bu tartışmanın bir benzeri anlamak/anlamamak aksında seyreder. Sanatın anlaşılması gereken bir şey olduğu savı; sanat tarihçiler, eleştirmenler gibi uzmanlık pozisyonlarını doğururken, sıradan bir izleyici anlam üzerinden eserle bir ölüm kalım mücadelesine girebilir. Sırrını kolay teslim etmeyen eserler uzmanların elini güçlendirir, kolay anlaşılan eserler ise basit veya kitsch olmakla itham edilir.


Güncel sanatla alelade bir karşılaşma ardından kolaylıkla duyulabilecek bir cümledir: “Bunu ben de yapabilirim”. Hemen hemen her zaman da küçümsemeyle söylenir. Lakin yapmayı/yapabilmeyi bir uzmanlık olmaktan çıkarma endişesinde olan güncel sanatı bu noktadan vurmaya çalışmak abestir.

Marcel Duchamp, 1917’de bir pisuarı ters çevirip Çeşme adıyla sergilediğinde bunun bir sanat yapıtı olduğunu iddia ederek hem yetenek hem de anlam tartışmasının üzerini çizmiş, sanatı bu iki kısır döngünün dışına çekmişti. Çeşme’nin bir buluntu obje, sanatçı tarafından üretilmemiş, sınai bir nesne olması yetenek tartışmasını askıya alır. Sanat artık bir üretim biçimi, bir zanaat değil bir ilişki biçimidir. Çeşme’yi sanat yapan kim tarafından üretildiği belli olmayan nesnenin sıfatları değil; bu nesneyi oluşturan ilişki ağlarıdır. Anlam ne formda ne sanat tarihinin sayfaları arasındadır; aksine anlam Çeşme’nin izleyici ile karşılaştığı anda, izleyiciyle eserin düğümlendiği o noktada zuhur eder. Bunun için ne bir bilgiye ne de bir uzmanlığa ihtiyaç vardır. Zira bir pisuarla bir insanın karşılaşması dünyanın en alelade olaylarından biridir, ancak izleyicinin şimdi ve burada olana kapılarını açabilmesi için bir terbiye gerekir. Şayet bu gerçekleşirse bu alelade olay eşsiz bir deneyime dönüşebilir. Çeşme, sanatın anlamını aşkınlıkta aramaya verilmiş yaşamın içinden bir karşılıktır. Sindirim sisteminin en son halkasını çağıran bir nesne olarak pisuarın odağa alınması, ideal güzelliğin karşısına dünyaya içkin olanı, yaşamı geçirmek demektir. Sanat terbiyesi bu içkinlik düzleminde kalabilmekle, tanrı, akıl, yüce gibi aşkın pozisyonlara ihtiyaç duymadan etik ve estetik kararlar verebilme yetisi geliştirebilmekle mümkündür. Bu, bir nevi ölüm terbiyesidir. Yeteneğin seçkinciliğinden kurtulmuş sanat eseri ile karşılaşan izleyici, —ki artık ona izleyici demek de mümkün değildir çünkü eserin zuhur etmesinde muazzam bir rol oynamaktadır— eseri anlayıp ona boyun eğdirmek refleksinden kurtulduğunda, sanatçı, sanat eseri ve izleyici arasında bir ortaklık tesis olur. Bu tavır estetik, etik ve politiktir.


Bir ortaklık kurmanın ilk adımı insanın muhatabı üzerinde tahakküm kurma çabasından vazgeçmesiyle atılır. Bir şeyi anlamaya çalıştığımda her ne kadar iyi niyetli olsam da karşımdakiyle aramda bir güç ilişkisi kurarım. Anlamak özneye nesne karşısında hakimiyet sağlar. Anlaşılmayan şey ise ya anlamsız, değersizdir ya da yüce, kutsal. Bundan ötürü sanatla kurulacak ilişki anlam üzerinden olduğu sürece hiyerarşiktir ve çatışma yaratır. Anlam ilişkisini sanat deneyiminin kalbinden çıkarmak sanatı özgürleştirir. Güncel sanat sabit bir anlamın reddiyle bu hiyerarşik ilişkiyi bozar. “Anlamıyorum” deme hakkınız her daim saklıdır. Anlam ne romantize edilmiş bir doğada ne de tanrılar katında bulur. Anlamıyorum dediğiniz, diyebildiğiniz noktada anlam, eserle birlikte tam da o karşılaşma anında hep birlikte inşa edilmeye başlanır.




bottom of page