top of page

Kum çukurunda sanat

Murat Alat'ın unlimitedrag.com üzerinden yayınlanan Egzersizler isimli serisi serbest çağrışımın sanat üzerine düşünürken nasıl kullanılabileceğini sorguladığı yazısıyla devam ediyor


Yazı: Murat Alat



Konumuz güncel sanat ve onunla ilişkilenme biçimi olarak psikanalizden aparttığım serbest çağrışım metodu. Peşrev kısmını geçen haftaki yazıda atlatmıştık şimdi sıra bu enfes aracı sanat üzerinde nasıl ve hangi hakla kullanabileceğimiz üzerine biraz kafa patlatmaya geldi. 


Varsayalım yolunuz güncel sanat sergilenen bir galeriye düştü ve adımınızı çekinerek de olsa o itici mekândan içeri attınız. Dışarının son sürat akan, hercümerç içindeki hayatı yerini dingin handiyse dünya dışı bir atmosfere bıraktı. Kabul etmek gerek ki ortam biraz tekinsiz. Muhtemel ki duvarlar beyaz badanalı ve içeri soğuk bir ışıkla iyice aydınlatılmış. Dikkatiniz ister istemez ilk bakışta ne olduğunu tam olarak anlayamadığınız ama sanat eseri olduğunu varsaydığınız bir şeye yöneldi. Evet, mevzu bahis mekânın bir sanat galerisi olduğunu bildiğiniz için mevzu bahis şeyin de sanat eseri olması gerektiğini düşünüyorsunuz ama karşınızdaki şey sanata dair kitaplarda ya da üniversitede bir dönem boyunca seçmeli olarak aldığınız sanat tarihi derslerinde gördüklerinize hiç benzemiyor. Bir yabancılaşma yaşamak kaçınılmaz. Beyniniz elinden geleni ardına koymadan gördüklerini bildikleriyle kıyaslayıp olan biteni anlamaya çalışıyor çalışmasına ama nafile. Naçar kaldınız. Önünüzde üç seçenek var ya tüm bu gördüklerinizi saçmalık olarak addedip galeriyi hızla terk edeceksiniz ya durumu kurtarmak için ortadaki şeye dikkat kesilmiş gözükerek galerinin içinde üç beş tur atıp sanattan anlar pozu keseceksiniz ya da şapkanızı önünüze koyup düşüneceksiniz: Tam şu an, burada, ne olmakta?


Şayet tefekküre dalmayı seçecek olursanız önerebileceğim metot, elbette işbu yazının hedefleri doğrultusunda, serbest çağrışım olacaktır. İnsan düşünceleri üzerindeki denetimini biraz gevşetip beynindeki fırtınada sörf yapmaya başladı mı inanın hem inanılmaz keyif alıyor hem de olan bitenin mahiyeti hakkında daha sarih bir fikir sahibi oluyor. Peki, bu nasıl oluyor? İlk başta şerh düşmek gerekir ki serbest çağrışım, yani herhangi bir konuda, konuyla alakalı alakasız akla gelen ilk şeyi dillendirmek/not etmek insan beyninin tabiatı gereği pek de serbest olmuyor, olamıyor. Her ne kadar insan bilinç seviyesinde düşünceleri üzerindeki kontrolünü askıya alsa da kendini varoluşun dışına, olan bitene kayıtsız bir zaman-mekâna asla taşıyamıyor, taşıyamadığı gibi de varlığımızı türlü tehlikelerden korumayı kendine görev edinmiş bir gardiyana benzeyen bilinç aradan çekilince zaman-mekânın daha da bir içine, tabiri caizse bir kum çukuruna düşüyor. Ama işte bu çizgisel tarihin ve de üç boyutlu mekânın hüküm sürmediği garip çukurda insan tam da o an kendine temas eden, üzerinde tesiri olan sonsuza yakın kuvveti fark edip bu kuvvetlerin izini sürebiliyor ve olan bitene bir nebze daha açık vakıf oluyor. Serbest çağrışım sayesinde akıl tarafından düzenlenmiş gündelik hayatımızda göz ardı ettiğimiz ama beyin denen sonsuza yakın bağ ile birbirine bağlanmış milyarlarca nörondan oluşan kitlenin içindeki eğitimle ya da salt deneyimle zaten çoktan kurulmuş ilişkileri gün yüzüne çıkıyor yeni ilişkiler/bağlar kurmamız da mümkün oluyor. İşte tam da bu yüzden serbest çağrışım psikoterapi sırasında travmalarımızı bulup çıkarmada ve bu travmalardan azade bir kimlik oluşturmada işe yarıyor.


Şimdi sanat galerimize ve karşımızda duran anlamlandıramadığımız şeye geri dönebilir ve sorumuzu bir kez daha sorabiliriz: Burada olan biten ne? Bütün bunların serbest çağrışımla alakası ne? İnsanın beyninin içi gibi dışı da birbirine alenen ya da örtük olarak bağlanmış pek çok şeyden örülü ve insan ister bilinçli olsun ister bilinçsiz her koşulda dünyanın içine gömülü olmasından mütevellit bu bağların bir ucunu elinde tutmakta, bir izini bedeninde taşımakta. Anaksagoras’ı dinleyecek olursak “Her şey her şeydedir”. Peki durum böyleyken sanat galerilerinin, duvarlarını beyaza boyayıp ışıklandırma sistemlerine ince ayarlar çekerek ve başka pek çok ince taktik geliştirerek sergi mekânlarını dünyadan soyutlama çabalarında muvaffak olma şansları var mı? Hiç sanmıyorum. Sanat kuramcıları tarafından defaatle eleştirilmiş beyaz küp diye adlandırılan galerilere adımını atan izleyici asla ve asla eserle soyut bir düzlemde karşılaşmıyor, karşılaşamaz. Herhangi bir sanat mekânına adımını atan izleyici öncelikle en azından hangi çağda, hangi ülkede, hangi şehirde olduğunu bilmektedir ve bu zaman mekan koordinatları beraberlerinde getirdikleri pek çok bilgiyle birlikte karşılaşılan eserle deneyimi sakınımsızca belirler. Almanya’da gördüğünüz bir sanat eserinin Holocaust ile bağını kurmanız muhtemeldir. Öte yandan izleyici bir sanat galerisinde olduğunun farkındaysa deneyiminin büyük bir kısmı sanata dair en temel bilgilerle koşullanır. Leonardo da Vinci’ye ya da Pablo Picasso’ya ait imgeler ve bilgi parçacıkları hemen hemen her sanat deneyiminin parçasıdır. İzleyicimiz sanatla ya da politikayla bir nebze daha da ilgiliyse eserle karşılaştığı galerinin resmi yapısı yani kar amacı gütmeyen bir kurum mu yoksa ticari bir galeri mi olduğu, devlet tarafından mı fonlandığı yoksa bir holdinge mi ait olduğu gibi bilgiler de ister istemez konuya kapitalizm, ulus devlet gibi kavramları musallat eder. 


Sanat deneyimini etkileyen ve hatta yeryüzünde bulunan hemen hemen her şeyi etkileyen bu güçlü bağların dışında elbette spesifik sanat eserlerinin spesifik bağları da işin içindedir izleyicinin sanatla karşılaştığı anda. Hatta diyebilirim ki sanat eseri tam da bu spesifik bağlarda hikmetini gösterir. Sanat eserinin karşısında duran, eserin etkisi altında olan kişi gördüğü şeyin kırmızı mı mavi mi, kare mi üçgen mi, kadın mı erkek mi, insan mı hayvan mı, alelâde bir deterjan kutusu mu yoksa bir heykel mi, ezcümle tam olarak ne olduğu ve neyi hatırlattığına dair serbestçe, işin ucunun nereye gideceğinden korkmadan bir düşünce silsilesi başlattığında yavaş yavaş renkler, formlar, nesneler, toplumsal cinsiyet gibi kavramlar arasındaki güçlü bağlardan zayıf bağlara geçer ve vardığı noktadan da belki daha önce hiç kurulmamış bağlar kurmaya adımını atar. Sanat eseri, bir psikiyatrist arkadaşımdan alıntılarsam, “Birbirleriyle daha önce hiç alakası olmayan iki nöronu birbirine bağlayan şeydir.”


Sanat eseriyle karşılaşmak, çoğu zaman anlamak değil hatırlamaktır; neyi hatırladığını ise çoğu zaman bilmeden. Serbest çağrışım tam da bu bilinmezliğe gönüllü bir yöneliştir: Bir biçimin kenarından sarkan bir ipliği tutup onun nereye varacağını umursamadan çekmektir. Belki o iplik bir çocukluk anısına, belki toplumsal bellekte saklı bir yaraya, belki sadece havadaki belli belirsiz bir kokuya uzanır. O koku, şekli tam çıkmayan bir yüzü, bir vitrindeki nesneyi, ya da bir çağın ruhunu geri çağırabilir. Zihin çağrışımla çalışırken, sanat eseri artık bir nesne olmaktan çıkar; bir açılış olur, bir geçit olur. Estetik deneyim bu geçitten geçme cesaretine bağlıdır. Çünkü serbest çağrışım, yalnızca sanat hakkında düşünmenin değil, düşünmenin sanatla temas ettiği, yani zihnin en kırılgan ama en yaratıcı noktasına temas etmenin bir yoludur.*


Evet, “Her şey her şeydedir” ve 2009’da WHW küratörlüğünde gerçekleşen İnsan Neyle Yaşar başlıklı 11. İstanbul Bienali’nde Karaköy’deki Antrepo no:3’ün hemen girişinde beyaz bir kaide üzerine yerleştirilmiş bir dilim ekmekten ibaret olan Hans-Peter Feldman’ın Ekmek adlı işinde varoluşun hakikati gizlidir. Sayısız eserde olduğu gibi.


*Yazının bu kısmı bir başka ağ sistemi olan yapay zeka tarafından, kendisine verilen “yazıyı değerlendirip son paragraftan önce bir bağlama paragrafı yaz” talimatı sonrasında yazılmıştır.

Comentários


Não é mais possível comentar esta publicação. Contate o proprietário do site para mais informações.

All rights reserved. Unlimited Publications.

Meşrutiyet Caddesi No: 67 Kat: 1 Beyoğlu İstanbul Turkey

Follow us

  • Black Instagram Icon
bottom of page