Okan Üniversitesi Sanat ve Tasarım Yönetimi Bölüm Başkanı Yrd. Doç. Dr. Nusret Polat, sanat tarihçileri Türkiye’nin çağdaş sanat tarihini yazmaya çağırıyor.
Hasan Bülent Kahraman, Akbank Sanat Yayınları’ndan çıkan Türkiye’de Çağdaş Sanat başlıklı yeni kitabıyla çağdaş sanatımızın son otuz yılının bir bilançosunu çıkarmış gibi görünüyor. Kitap; her ne kadar eleştirel olmaktan ziyade ansiklopedik bir muhtevaya sahipse de ve Kahraman’ın entelektüel derinliğini yakından bilenler için felsefi/kavramsal açıdan yeterince ikna edici olmasa da (çağdaş sanatın felsefi ve kavramsal boyutu göz önünde bulundurulacak olursa), sanat tarihi yazımının pek parlak olmadığı bir ülke için önemli bir çalışma. Kahraman’ın kitabı karşısında hissettiğim memnuniyete benzer bir şeyleri, 2012 yılında genç sanat tarihçi Oğuz Erten tarafından, duayen galerici Yahşi Baraz gözetiminde hazırlanan Türk Sanatına Yön Veren Sergiler ve Yahşi Baraz’ın Büyük Sergileri adlı üç ciltlik anıtsal çalışma karşısında da hissetmiştim. Erten’in çalışması Türkiye’deki modern sanatın tarihini, geç-Osmanlı döneminden başlayarak sergiler ve Yahşi Baraz’ın kişisel belleği ve arşivi üzerinden kayıtlara geçirerek önemli bir iş yapıyordu. Kahraman da kendi kişisel arşivi, belleği ve küratöryal pratikleri üzerinden Türkiye’deki çağdaş sanatın ortaya çıkış ve gelişim koşullarına ışık tutuyor. Bu kısa yazıda, bu iki değerli kitabın tanıtımını ve/veya eleştirel bir okumasını ne yazık ki yapamayacağım; daha çok tarihçilik ve sanat tarihi yazımına ilişkin bazı görüşlerimi paylaşacağım.
Sanat tarihi yazımı nispeten 20. yüzyılda önemli bir tarih yazımı uğraşı olarak görülmüştür. Bunun arkasında, 19. yüzyıldaki modern ulus-devlet yaratımı sürecinde ideolojik olarak aktif rol oynayan milliyetçi tarih yazımının pragmatist bakışı vardır. Sanat tarihi, savaş ve siyaset tarihi gibi ulus için doğrudan kimlik inşa eden bir özelliğe sahip olmadığı için, modern tarihçiliğin kurucuları olan Ranke’den Michelet’ye kadar birçok tarihçi tarafından görmezden gelinmiştir. Tarihçi Peter Burke durumu Prusya özelinde şu şekilde özetlemiştir: “…Prusya’da siyasal tarih hakim durumdaydı ve Leopold von Ranke’nin izleyicileri kültür (sanat) tarihini marjinal ya da amatörce diye küçümsüyorlardı; çünkü bu tarih, resmi arşiv belgelerine dayanmamakta ve devlet kurma görevine yardım etmemekteydi”(1). 1860’larda İtalya’da Rönesans Kültürü üzerine ciddiyetle yazan Burckhardt gibi bir (sanat) tarihçi bile, savaşlara ve devlete, sanata (görsel sanatlara) ayırdığından çok daha fazla yer ayırmıştır. Türkiye söz konusu olduğunda ise; bir Osmanlı tarihçisi arkadaşın yakın zamanda bir konuşmamız sırasında bizzat kulağıma fısıldadığı gibi, sanat tarihçiliği bizim tarihçilerimiz tarafından çerezlik bir mesele olarak görülmekte ve hiçbir şekilde ciddiye alınmamaktadır.
Ben bu durumun arkasında 19. yüzyıl Avrupa’sının tarihçileri için geçerli olan ideolojik saiklerin etkisi olduğunu hiç zannetmiyorum; bu daha çok Türkiye’deki genel anlamda tarihçiliğin tarihe bakışında sahip olduğu arkaizmin fütursuzca ve cahilce dile gelmesinden başka bir şey değildir. Bu tarihçilerin sanata ve sanat tarihine bakışı, sanatı, ‘sanat-sepet işleri’ olarak gören sıradan bir yurttaşımızın bakışından pek de uzakta bir yerde konumlanmış değildir. Oysa ki uzun zamandır bizler, sanatın imgelerinin düşüncenin imgeleri olduğunu ve sanat tarihini düşünce tarihi (siyasal, toplumsal, psikolojik, metafizik, estetik açılardan) gibi okumak gerektiğini söylemekteyiz. Bu noktada, sanat tarihçilerimizin içinde hapsoldukları kabuğu kırarak sanatın tarihine ilişkin entelektüel üretim yapmalarının ne kadar önemli olduğu açığa çıkıyor. Bunu meslek etiğini ve hatta onurunu göze alarak yapmaları gerekmektedir. Ama ne yazık ki yukarıda iki kitap için adları geçen ne Hasan Bülent Kahraman ne de Yahşi Baraz meslekten birer sanat tarihçidir. Gerçekten de kendi sanat tarihi yazımımızın niteliksel unsur bir yana niceliksel anlamda bile çok zayıf olduğu aşikâr. Bunu sadece benim gibi meslekten olmayan biri değil, tanıdığım önemli sanat tarihçileri de sık sık dile getiriyorlar. Bir sanat eleştirmeni bu türden konuşmaları yapabilir ama bir sanat tarihçinin sanat tarihi yazımını eleştirmesi yerine, sanat tarihi yazımını gerçekleştirmesi daha doğru olacaktır. Bu serzenişi dile getiren sanat tarihçilerimizin biraz da kendilerine bakıp, eğer yazılması gereken bir tarih varsa artık yazmaları ve bunu hatta farklı metodolojiler ve bakış açıları ile çeşitlilik içinde sürdürmeleri gerekmektedir. Bahsettiğim şey sanatın öyküsünü yazmaktan çok sanatın (eleştirel) tarihini – Marksist, post-Marksist, yapısalcı, postyapısalcı, feminist vb. açılardan – yazmaktır.
Kitabının önsözünde Kahraman’ın dediği gibi: “1980 sonrasında öne çıkan ve ağırlık kazanan tarih yazıcılığı… (tarihsel) süreçlerin çizgisel, kopuklu ve kendisiyle bağlı ‘olmadığını’ (bize) öğretti. Tarih bütünleşmelerden, iç içe geçmelerden ve etkileşimlerden oluşan bir zincir.”(2) Nietzsche ve Foucault gibi düşünür/tarihçilerin soykütüksel tarih yazıcılığına aşina olanlar için Kahraman’ın söylediği şey oldukça tanıdık bir tespittir. Fakat bu tespite önemli bir başka noktayı eklemek gereklidir. Günümüz tarihçiliği, en azından II. Dünya Savaşı sonrasından bu yana, “merkezden çok kıyılarla, özdeşlikten çok ötekilikle” (3) uğraşan bir tarihçiliktir. Türkiye’deki tarihçiliğin ‘sınırlar’ın ve ‘ötekiler’in tarihini henüz yeni yeni yazmaya başladığı günümüzde bizler, 90’ların başından beri çağdaş sanatın ‘kimlik’ ve ‘ötekilik’ pratikleri üzerine kurduğu kavramsal inşanın güncel ve kozmopolit yapısına oldukça aşinayız. Türkiye’deki tarihçiliğin en büyük yanılgısı ve/veya ideolojik maskesi, onun tarihi geçmişle (tarih yazımı bugüne ilişkindir aslında) ve geçmişin kahramanlık hikâyeleriyle örtüştürmesinde yatmaktadır. Bu tabii ki iktidar yalakası bir tarihçiliktir ve televizyon kanallarında her gün popüler bir formatta toplumumuza enjekte edilmektedir. Bu anlayıştaki bir tarihçilik, kendi çıkarları uğruna, tarihi, sadece iktidarın ve onun (sözde) kültürel ve ahlaki değerlerinin lehine iş gören bir iktidar türevine dönüştürmüştür. Onun asli özelliği olan gerçek anlamda ‘tanıklığı’ yok sayılmaktadır. Düşünce tarihçisi Francesco Paolo Adorno’nun yazdığı gibi: “Tarih daima gözler ve kulaklarla ilgili bir meseledir. Herodot’tan beri tarihçi (istor) tanıktır.”(4) Bu tanıklık daima ‘ötekinin aynasında’ yani ‘etik ihtimam’ ve ‘eleştirel bakış’ gözetilerek – tarihçi François Hartog’a öykünerek ifade edecek olursak – dile getirilmiştir. Türkiye’de güncel sanat olarak da adlandırdığımız çağdaş sanatın birçok aktörü, ‘ötekilik’e ve ‘sınır’a ilişkin durumların ve olayların bu anlamdaki tanıklığını tarihçilerden çok önce belgelemişlerdir. Sanatı ve sanat tarihini (sözde) ciddiye almayan bu büyük tarihçilerimize ve tarihçiliğimize (!), ben şahsen Sarkis ve Nil Yalter gibi sanatçıların çalışmalarına bakmalarını tavsiye ediyorum.
1 Peter Burke, Kültür Tarihi, s. 11-12, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, çev. Mete Tuncay, İstanbul, 2006.
2 Hasan Bülent Kahraman, Türkiye’de Çağdaş Sanat, s. 11. Akbank Sanat Yayınları, İstanbul, 2013.
3 François Hartog, Herodotos’un Aynası – Öteki Tasavvuru Üzerine Bir Deneme, s. 8, çev. Mehmet Emin Özcan, İthaki Yayınları, İstanbul, 2014.
4 ‘İstor’, yani ‘tarihçi’ etimolojik olarak ‘tanık’ demektir. Bu anlamda Herodot’un Tarih’i aynı zamanda Herodot’un Tanıklıkları’dır da. Francesco Paolo Adorno, Fiction et Histoire, s. 83, Cites 2 içinde, Paris, 2000.
Comments