Sami Kısaoğlu ile sessizlik, görüntü ve müzikal bellek üzerine
- Merve Akar Akgün
- 17 Nis
- 9 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 20 Nis
Sami Kısaoğlu'nun Sessizlik Atlası isimli kişisel sergisi 4-19 Nisan 2025 tarihleri arasında Kairos'ta gerçekleşiyor. Sanatçıyla sergideki yapıtları bir araya getiren ve pratiğini şekillendiren kavramlar üzerine konuştuk
Röportaj: Merve Akar Akgün

Sami Kısaoğlu
Kairos’un ev sahipliği yaptığı Sessizlik Atlası isimli serginde sessizliğin bir “duyumsama biçimi” olduğuna işaret ediyorsun. Sessizlik senin için bir duygu mu, bir strateji mi yoksa bir direnç biçimi mi?
Çıkış noktalarınız ve çizdiğiniz kavramsal çerçeve elbette belirleyici fakat bireysel hayatınızda sessizliği nasıl deneyimlediğiniz kısmı da belirleyici olan bir başka unsur. Ruhsal arınma amacıyla bireyin kendisine istemli tecrit uygulaması birçok dinde vardır. Mesela Lao Tzu ya da Buddha ömürlerinin bir kısmını münzevi olarak geçirdi, Bizans İmparatorluğu süresince de din adamları manastırlarda inzivaya çekildi, dünya hayatıyla ilişkilerini keserek kendilerini sessizliğe teslim ettiler. Buradaki sessizleşme halleri duygulardan duruşa, yaşayıştan dış dünya ile olan ilişkilere, birçok konuya tesir ederdi. Benim hayatımda da biraz böyle, günlük yaşayışımdaki sessizlik arayışı ile sanatsal üretimlerimdeki sessizlik arasında bir paralellik var, bu bazen istemli bazen de kendiliğinden ortaya çıkan bir durum. “Görsel bir meditasyonun içindeyiz” sergiyi ziyaret eden kişilerden sıklıkla duyduğum bir cümle oldu.
Serginizdeki imgelerde bir tür duraklama hissi var — sanki bir notanın çalınmadan önceki anı gibi. Müzikoloji geçmişiniz düşünüldüğünde, bu sessizlikleri bir “ritmik boşluk” gibi kurguladığını söyleyebilir miyim?
Müzik sanatında sessizliğin mimarı olan es işaretleri ile fotoğraftaki boşluk kavramı arasında şüphesiz bir bağlantı var ve her iki disiplinde de ifade derinliğinin arttırılmasında mekân belirleyici unsur. Sessizliğe yoğun bir şekilde yer veren eserler şüphesiz klasik konser salonlarının dışındaki mekânlarda çalındığı vakit daha derin anlamsal yapılara sahip olabilir ve mekânın aurası eseri bir başka boyuta taşır. Bunu galeri mekânındaki konserde çok net gördük. Öte yandan sergideki işlerde kurgudan ziyade, belli bir an, mekânsal boşluk ve o anın hissi öne çıkıyor, o hissin bizi götürdüğü yer ise çoğunlukla sessizliğin farklı çeşitlemeleri. Örneğin, sergide yedinci yüzyıla tarihlenen artık toprağın altında kalmış bir Bizans manastırı da var ve burası da bir sessizlik mekânı.

Sami Kısaoğlu, Kendine Ait Bir Doğa, 2000, S.B. analog fotoğraf, 58x41,4 cm, 3+1 Ed
Sergi, birincil görüntüyü değil, onun taşıdığı çok anlamlılıkları, çelişkileri, ikilikleri merkeze alıyor. Analog makineyle çalışan biri olarak, görüntünün “ötesindeki” imgeyi araştırırken görüntüden kuşku duyuyor musun? Sence bir fotoğraf “gördüğümüz şey” midir, yoksa “inanmamız istenen şey” mi?
Yaşadığımız çağda her görüntü şüphe ile yaklaşmamız gereken bir kare aslında. Fakat bu daha çok basın ya da haber fotoğrafçılığı gibi alanlarda söz konusu. Magmum Fotoğraf Ajansı’nda bu sınırlar çok net çizilmiştir mesela, her görüntünün fotoğraf altı notları vardır ve inanmamız istenilen hikâye bize zaten yazı aracılığı ile dikte edilir ve bu değiştirilemez. Öte yandan her fotoğrafın bir görünen yüzü, bir de görünmeyen yüzü vardır. Sonra fotoğrafı çeken kişinin ve o fotoğrafa bakanların, birbirlerinden ayrı ama birbirlerine paralel olarak yürüyen kişisel hikâyeleri var. Baktığımız her imge aslında düş teknemiz ile çağrışımlar denizine yaptığımız bir yolculuk, özellikle sanat fotoğrafı dediğimiz alanda. Sanatsal üretimde bulunduğum hiçbir alanda keskin, köşeli sözler sarf etmeyi, “bu böyledir” ya da “şu şöyledir” şeklinde tanımlarda bulunmayı sevmedim. Neredeyse tüm sanat disiplinleri için seyirci için aşikâr olan bir ortaklık var: Bir eseri sıklıkla sanatçının ne anlatmak istediğinden çok kendi kültürel kodlarımız ve bilgi birikimiz ile okuruz. Aslında doğrusu da biraz böyledir, zira her eser Umberto Eco’dan alıntılayacak olursak bir “açık yapıt” özelliği taşır ve her seyirci ile farklı konuşabilir. Bir noktadan sonra sanatçının sözü bitiyor… Michel Foucault’dan alıntılayacak olursak “Ne gördüğümüzü söylememiz boşunadır; çünkü gördüğümüz, söylediğimizin içine hiçbir zaman yerleşmiş değildir."
“Sessizlik bir modalitedir” diyorsun; peki bu modalite senin için daha çok hangi dile yakın: Görsel mi, şiirsel mi, sezgisel mi? David Le Breton’a gönderme yaparken, sessizliğin anlam üreten bir alan olduğunu mu söylemek istiyordun?
Her şeyin, birbirinin nedeni ve sonucu olması gibi, burada da tüm başlıklar, tüm anlamlar, tüm imgeler ve kavramlar birbirine görünmez bir iple bağlı. Aslında bahsettiğiniz üç başlık ve daha fazlası sergideki sessizlikleri ortaya çıkarıyor ve biz bunun sonucunda ortaya çıkan imgelere bakıyoruz. Ve elbette çektiğim her kare, belleğimdeki bazı yan anlamlara, anımsayışlara, hatta beklenmedik bağlantılara komşu. Geçmiş bir anlamda geçmiyor aslında. Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar’da dediği gibi “Geçmiş aslında geçmezmiş efendim. Hep bir köşede yerinden çıkmak için geceyi beklermiş.” Ve geçmiş bazen yazı masasınızda bazen de fotoğraf makinenizi elinize aldığınızda yaramaz bir çocuk gibi bir köşeden size el sallıyor peşine takılmanız için.
Sadece boşluk bakışımızın biçimini almaz, sessizlik de dinleme ve anlamlandırma biçimlerimizin şeklini alır. Bu nedenle hiç kuşkusuz mimariden müziğe, danstan günlük hayata, sessizliğin çeşitlemeleri her daim farklı anlamlarla yüklüdür. Gezi Parkı olayları sırasında sessizce, hiç hareket etmeden duran dansçı Erdem Gündüz’ün eylemini hatırlayın, haberlerde “duran adam eylemi” diye geçmişti ama yaptığı iş pasifizm felsefesi temelliydi ve sessizliği bir direniş biçimi olarak kullanıyordu.
Solda: Sami Kısaoğlu, Arada, 2024, S.B. analog fotoğraf, 39x54 cm, 3+1 Ed Sağda: Sami Kısaoğlu, Saatler Resim içinde Birer Resim, 2025, S.B. analog fotoğraf, 63x89 cm, 3+1 Ed
Yıldız Teknik Üniversitesi’de sanat yönetimi, İTÜ’de müzikoloji eğitimi aldın, onlarca söyleşi yaptın, yüzlerce metin yazdın. Bu üç katmanlı üretim arasında sizin için en çok “beden isteyen” hangisi? Diller arasında nasıl geçiş yapıyorsun?
Şiirden fotoğrafa, öyküden müziğe üretimde bulunduğum tüm alanlarda aslında bir duygunun peşindeyim ve tüm bu disiplinlerin sınırları birbirine komşu, biriyle akraba benim için. Dolayısıyla hepsine eşit mesafeden yaklaşıyorum, biri diğerinden “daha zor” ya da “daha kolay” demek güç. Daha çok hangi konuyu, nasıl anlatmak istediğim ile ilgili her şey… Yıllar önce İTÜ Dr. Erol Üçer Müzik İleri Araştırmalar Merkezi’nde (MİAM) tarihsel müzikoloji alanında yüksek lisans yaparken bir yandan da profesyonel olarak bir işte tam zamanlı çalıştığım için aklıma gelmemişti ama şimdiki aklım olsaydı kesinlikle bestecilik bölümünün derslerine dinleyici olarak katılırdım en azından. Bazen aklımda sese, tınıya, gürültüye dair fikirler oluyor fakat bunları şu anda teknik olarak formüle edebilecek bir donanıma sahip değilim. Gelecek zamanda bir gün bu alanda kendimi geliştirmek istiyorum. Her konuda kendi göbeğini kendisi kesmeye fazlası ile alışkın bir insanım, sanırım biraz bunun yansıması bu.
Sergide düş ile gerçek, yaşam ile ölüm, kaos ile düzen gibi karşıtlıklar iç içe geçiyor. Bu ikilikleri bir anlatı kurmak için kullanıyorsun. Peki, dualitelerle çalışırken, onları çözmek mi yoksa iç içe geçirmek mi daha anlamlı? Bunu bir fotoğrafın üzerinden anlatacak olsan hangisini seçerdin ve nasıl anlatırdın?
Üretimde bulunduğum tüm sanat disiplinlerinde bir şekilde insanlarda kalacak olan o son duygunun peşindeyim. Belki yıllar sonra hatırlanacak ya da hatırlanmayacak olan o his ve duygu. Düş ile gerçek, yaşam ile ölüm, kaos ile düzen gibi zıtlıklar bahsettiğim bu duygumun notaları sadece. İnsanlar genelde ne yaptığınızı unutur ama yaptığınızın onlara ne hissettirdiğini pek kolay unutmaz. Bunun nedeni onlara neyi, nasıl hissettirdiğiniz ile ilgilidir. Bugün neredeyse tüm sanat disiplinlerinde (belki biraz şiir ve sanat sinemasını bunun dışında tutabiliriz) insanları şaşırtmak tuhaf bir öncelik haline geldi, teknik mükemmellik, ağdalı prodüksiyon gösterileri, muhtelif şapkadan tavşan çıkarma halleri vs. Ama belki eksik olan ya da seyirciye geçmeyen bir şey var, birçok eserde, bahsettiğim o son duygusu, seyirciye kalan o his. Fikir, kavram, bağlam uzunca bir zamandır işin kendisinden daha önemli, bunların önemsiz olduğunu asla söyleyemem, zira benim de dikkat ettiğim konular fakat seyirciye kalacak olan o son duygusu gerçek hediye. Jacques-Louis David'in Marat'nın Ölümü, Mark Rothko’nun 1960’lar boyunca yaptığı tüm o soyut resimler, Ali bin Yahya Sufi’nin Topkapı Sarayı için yaptığı hatları ya da Mehmed Siyah Kalem olarak bildiğimiz ama gerçekte asla kim olduğunu bilmediğimiz kişinin yarattığı dünya dışı varlıklar. Birbirinden farklı olan tüm bu görsel üretimlerin ortak noktası bize kalan o son duygusudur, teknik beceri ve anlam katmanlarından önce.
Sorunuzun ikinci kısmı ile ilgili olarak ise Fırtına isimli fotoğrafımı örnek verebilirim. 108x78 cm boyutlarındaki bu işe baktığınız vakit belki bir fotoğraf belki de bir resim görebilirsiniz. Deniz ya da gökyüzü. Bulut ya da dalga. Rüya ya da gerçek. Belki de siyah bir fon üzerinde gelişi güzel bir halde bırakılmış bir parça pamuk. Görme eylemine dair algının güvenilmezliği, genelgeçer doğruların yanıltıcılığı, öğrenilmiş bilginin kırılganlığı, hafızanın çatallı, çıkmaz sokakları, kuşku ve bilinmezliğin birlikte oturduğu bir masaya misafir olursunuz. “Gördüğümüz gerçekten gördüğümüz müdür?” sorusu bir kez daha bir düşünce balonunun içinde asılı kalır. Ve her şey seyircinin zihninde yeniden bir yolculuğa çıkar, tıpkı benim 2000 senesinde gerçekleştirdiğim fırtınalı o deniz yolculuğu gibi.
Sergideki imgeler ne kadar planlıydı? Yoksa zamanla arşivindeki sessizlikleri mi keşfettin? Diğer bir deyişle sence bir atlası kuran şey haritayı yapan mıdır, yoksa okuyan mı?
Sessizlik Atlası sergisini oluşturan fotoğraflar 2000–2025 yılları arasında çekildi ve farklı serilerden. Toplam 13 fotoğraf, biri hariç hepsi siyah beyaz ve biri hariç tamamı önceden düşünülmüş ya da tasarlanmış fotoğraflar değil. Hatta bazıları fırtınada ya da hareket eden bir teknede çekilmiş kareler. Dolayısıyla Henri Cartier-Bresson’dan alıntılayacak olursak kendi “karar anı” anlarımın peşindeyim fakat bu bir yandan da aradığım o duyguya ya da hisse götürmeli beni.
Galeri ekibi farklı serilerimden bir seçki yaptıktan sonra bu eserleri sergileme teklifiyle geldiklerinde şu soruyu sordum kendime: “Tüm bu fotoğrafları bir araya getiren ortak kavram neydi? Hangi duygular, hisler ve anlamlar birbirinin içine geçiyordu bu fotoğraflarda?” Kısa süre içinde sessizliğin belirgin bir şekilde öne çıktığını gördüm. Serginin isminde atlas sözcüğünün seçimine dair de şunu söyleyebilirim: Atlaslar bilindiği üzere belirli bir alanı ya da dünyayı gösteren, coğrafya, astronomi, dilbilim vb. bir ya da birkaç konuyu açıklamak için hazırlanmış haritalardır. Yapı itibariyle bütünü, kapsayıcı bir şekilde içerirler. Sergide de duyumsadığımız sessizlik hallerinin çeşitlemelerine yer verdiğim için atlas sözcüğü biraz kaçınılmazdı. Görsel kültür ile yakından ilişkisi olanlar sanat tarihçi Aby Warburg’un 1929 yıllında adını bellek tanrıçası Mnemosyne’den alan bir Bellek Atlası yarattığını hatırlayacaktır. Biraz burada Warburg’un atlas düşüncesine de bir gönderme var.
Sorunuzun ikinci kısmına dair ise şunu söylemek isterim: Neredeyse tüm sanat disiplinleri için seyirci için aşikâr olan bir ortaklık söz konusudur: Bir eseri sıklıkla sanatçının ne anlatmak istediğinden çok kendi kültürel kodlarımız ve bilgi birikimiz ile okuruz. Aslında doğrusu da biraz böyledir. O nedenle haritayı kuran her zaman bir yere kadar, esas haritayı okuyan önemli sanırım.

Sami Kısaoğlu, Evvel Zaman İçinde Toprak Mitosları, 2021, S.B. analog fotoğraf, 125x90 cm, 3+1 Ed
Görsel hafıza ile yazılı hafızanın yerlerini nasıl yorumlarsın? Sende bir imge önce yazıya mı dönüşür müziğe mi?
Hafıza her daim onlarca bilinmezi olan tuhaf bir labirent. Görüntüler ve sesler ise bazen doğru, bazen yanlış bir şekilde hafızamıza ve hayatlarımıza rehberlik eden geçmiş zaman tutanakları. Bunu hem sanat hem de günlük hayat bağlamında söylüyorum. Anselm Kiefer ve Georg Baselitz'in işlerini anımsayın. Bu isimlerin resimleri bir yandan II. Dünya Savaşı'nın ve Alman toplumunun birçok farklı travmasına dair tarihsel bir okuma niteliğindedir.
Öte yandan görsel hafıza zaman, zaman yanıltıcı ya da farklı okumalara açık bir anımsama biçimi. Görme eylemine dair algının güvenilmezliği, göreceli ve manipülasyona açık oluşu hem gündelik hayatta hem de sanat üretiminde çok katmanlı ya da okumalı bir tablo yaratır. Bir söz vardır halk arasında sıklıkla söylenen “Bir gördüğümü bir daha unutmam” diye. Aslında bu yanıltıcı bir sözdür. Zamanla görüntüler de sesler de silikleşir, kaybolur. Ayna bu yüzden icat edilmiştir diye düşünürüm bazen. İnsan kendi görüntüsünü unutmasın, her sabah hatırlasın diye. Yazıda ise böyle bir durum yok, ne kadar metaforlar ve alegoriler kullansanız da sınırlar ve varış noktanız belli, üstelik kütüphaneleri yakmadığınız sürece yazı yüzlerce yıldır hep orada ve güvenilir bir kaynak.
Sorunuzun ikinci kısmına istinaden şunu söyleyebilirim: Gerek lens tabanlı üretimlerimde gerekse yazınsal üretimlerimin temelinde birkaç temel mesele yatıyor: Duygular, hisler, anlamlar ve kavramlar. Bu dört başlığın içinde sonsuz olasılık söz konusu. Bir şeyin çoklu anlamlara ya da kontrast anlamlara sahip olması da bu sonsuz çeşitlemenin bir parçası. Bu nedenle hem metin hem de fotoğraf alanındaki üretimlerimin kendi dümen sularında, yeni denizlere açılan bir yolculuğu var bir yandan. Bu bazen bir görüntüye, bazen sese bazen de yazıya dönüşüyor ve bu neyi, nasıl hissettiğim ve anlatmak istediğim ile ilgili.
Ali Akay, Enis Batur gibi isimlerin metinleriyle birlikte inşa edilen Neandros kitabında imgelerin içine metinler yerleşiyor. Sizce metin bir imgeye eşlik ettiğinde, onu açıklamak zorunda mıdır? Yoksa bazen anlamı da bozabilir mi?
Neandros kitabı devam etmekte olan bir proje. Sevgili Ali Akay ve sevgili Enis Batur’un birer makale ile katkıda bulunduğu, birkaç yazarın daha yine bu kitap için yazılarını yazmakta olduğu, benim ise fotoğraflarını çekmeye devam ettiğim bir seri. Metnin içindeki imgeleri ve imgelerin içindeki metinleri duyumsamayı, dinlemeyi ve görmeyi daima sevdim. Yazı ve fotoğraf birlikteliği sanırım mayamda olan bir unsur. Sanatsal üretimlerimde metni açıklayıcı ya da betimleyici bir unsurdan öte tamamlayıcı, bütünleyici bir unsur olarak görüyorum. Yazının ve görsellerin önce ayrı, ayrı sonrasında ise birbirlerini tamamlayan bir yolculuğu var üretimlerimde. Bu nedenle anlamı bozmalarından öte birlikte yeni anlamlar, yeni okuma biçimleri öneren bir yapıya sahipler benim için. Bundan sonrası için denize dair şiirlerin ve fotoğrafların olduğu bir kitap olacak belki. Bu kitabın düşünce balonları bir süredir baktığım her yerde, gerisini zaman gösterecek.

Sami Kısaoğlu, Yalnızlığın Arkeolojisi, 2023, S.B. analog fotoğraf, 58x41,4 cm, 3+1 Ed
Sergi kapsamında 11 Nisan Cuma günü galeride gerçekleşen piyano dinletisinde Akansu Eray’ın seçtiği repertuvar -Arvo Pärt, Cage, Kancheli, Górecki- serginin kavramsal dünyasına doğrudan temas ediyordu. Pärt’ın Fur Alina’sında olduğu gibi, sessizlik sadece bir çerçeve değil, müziğin dokusu hâline geliyor. Sence Sessizlik Atlası’ndaki görsel imgelerin sessizliğiyle, dinletideki müzikal sessizlikler arasında yankılanan bir bağ kurabilir miyiz? Bu dinletiyi nasıl tasarladın/ız?
Sessizlik, dünyanın döngüsü içinde hiçbir zaman durmayıp sadece saatlere, günlere ve mevsimlere göre değişkenlik gösterse de tıpkı müzik sanatının uzun suskuları, sinema ve dansın durağın sekansları, mimarinin geniş mekânsal boşlukları, edebiyat ve şiirin kurgusal oyunlarında olduğu gibi, her daim bir başka disiplinin içinde var olan, her daim akışkan ve geçirgen bir kavram hayatlarımızda. Bu nedenle elbette görüntüye ve sese dair olan sessizlikler birbirleriyle temas halinde ve zemininde duyumsadıklarımız, kendi anlam adacıklarımız saklı.
Akansu Eray ve benim hayatımda yapıtlarında sessizliği kavramsal bir boyutta kullanan bestecilerin ayrı bir yeri var. İkimizde geç yirminci yüzyıl, erken yirmi birinci yüzyıl bestecilerine, özellikle Kuzey Avrupa ve Amerikalı bazı bestecilerin sessizlik temelli yapıtlarına derin ilgi duyuyoruz. Hatta benim kendisini ilk tanımam da John Cage’in bir bestesine getirmiş olduğu bir yorum dolasıyla olmuştu. Kendisinin piyanist olması, benimse müzikoloji ve klasik gitar formasyonundan gelmem sanırım bizi bu yapıtlarda ve bestecilerde buluşturdu.
Roland Barthes'ın fotoğraf üzerine yazılarında Latince'den ödünç aldığı iki kavram öne çıkar: Punctum ve studium. Burada Barthes, punctum’u insanı fotoğrafta delip geçen bir nokta, bir şey olarak tarif ediyor gerek müzik sanatına gerekse fotoğrafa dair sessizliklerde de böyle, yani bir tür punctum’un varlığından söz edebiliriz.
Comentarios