top of page

Başkalaşımın fikri imkânları

Güncelleme tarihi: 6 gün önce

Yaşam Şaşmazer'in So flows the tide of things sergisi 4 Mayıs'a kadar Berlin’deki Zilberman Galeri’de devam ediyor. Sanatçıyla serginin kavramsal çerçevesini ve pratiğindeki devinimi konuştuk


Röportaj: Selin Çiftci


Yaşam Şaşmazer


Mart ayında Berlin’deki Zilberman Galeri’de açılan So flows the tide of things sergisiyle Yaşam Şaşmazer odağına aldığı insan bedeninde yeni form olasılıklarını, başkalaşımın beraberinde getirdiği yeni sorulara başka cevapları aramaya devam ediyor. 2021’deki either/or sergisinden bugünkü So flows the tide of things’e uzanan süreçte, figürden soyuta doğru akan yolculuğunda sadece formlar değil, malzemeler, düşünsel referanslar ve sanatçının bedenle kurduğu ilişki de dönüşüyor. İnsan bedeninin anlamı, sınırları ve potansiyelleri üzerine süren bu arayış; Lucretius’un atomlardan oluşan evren tasavvurundan Emanuele Coccia’nın metamorfozlarına, Judith Butler’ın kırılganlıkla örülü etik-politik düşüncesine uzanarak çok katmanlı bir düşünsel zemine oturuyor. Sergiler arasında kurulan sürekliliği, pratiğindeki devinimi konuşmak üzerine Yaşam Şaşmazer’le bir araya geldik. 


Yaşam Şaşmazer, So flows the tide of things sergisinden yerleştirme fotoğrafı, Zilberman | Berlin, © Chroma


2021’de gerçekleşen either/or sergisinizi hatırlıyorum. Orada kabuğunu kırıp başkalaşan insan bedenleri bugün So flows the tide of things’le birlikte okunamaz olup soyutlaşıp belirsizleşiyor. Sergilerizde de aslında bir öncekinin devinimine tanıklık ediyoruz. Figüratif olarak üretim pratiğinizdeki bu dönüşümün hikâyesi nedir?


Bir heykeltıraş olarak eğitimimin başlangıcından bu yana insan bedeni ile çalışıyorum. Heykel bölümünde ilk baktığımız şey insan bedeniydi, hâlâ da ona bakıyorum. Yıllar içerisinde elbette ki bakışım gibi bedenin yüklendiği anlamlar, taşıyabildiği potansiyeller, bedenin ya da insanın ne olduğu, neye evrildiği, bütün bunlar dönüşüme uğradılar, uğruyorlar. Önceleri figüratif olarak gerçekçi bedenler üretirken zaman içerisinde bu bedenler yüzlerini, başlarını, kimi organlarını kaybetmeye başladılar, either/or sergisinde azalmalarına rağmen hâlâ okunabilir olan bedenler bu sergide iyice soyutlaşmaya ve yeni formlar oluşturmaya hatta fragmanlarına ayrılmaya başladılar; belki azaldıkça genişlediler. Sergilerim de birbirini takip eden bu fikirlerin ve formların bir izleği. Figüratif olarak bedenden tamamen kopmadan onu dönüştürmek bana çok daha fazla ifade alanı açıyor diye düşünüyorum ve hâlâ potansiyellerini keşfetmeye çalışıyorum. Bedenler dönüştükçe içerebilecekleri fikri imkânlar çoğalıyor, zenginleşiyor. 


Benzer bir değişimle malzemede de karşılaşıyoruz, kağıdın yerini bu sefer ağırlıklı olarak kil ve toprak alıyor. Bu geçiş sizin için ne ifade ediyor? Üretimde kullandığınız malzemelerin zamanla değişen, bozulan, aşınan doğal malzemeler olması, sanat eserinin kalıcılık, geçicilik ekseninde sizin için nereye oturuyor?


Bunu bir geçişten ziyade malzemeler-arası bir yolculuk olarak görüyorum. Gerçekleştirmek istediğim işlerin, fikirlerin ve sergilerin gerektirdiklerine göre ve tercihlerim doğrultusunda olabildiğince özgürce dolaşmak istediğim bir yer. Ahşap, kağıt, seramik gibi doğal malzemelerle çalışmayı seviyorum. Bu malzemeler nasıl çalıştığınıza bağlı olarak hem kalıcı olabilen, hem de zamanla dönüşebilen, bozulup başka formlara bürünebilme potansiyeli taşıyan malzemeler. Bu geçişliliği seviyorum. 


Bunun yanı sıra geleneksel heykel sanatı neredeyse bir ölümsüzlük iddiası taşır. Mermer heykeller, bronz büstler zamana direnen kişileri, ideolojileri hatırlatmak için vardır. Bugün ise sabitlik ve kalıcılıktan ziyade akışkanlığın, değişebilir, dönüşebilir olmanın gücünü deneyimlediğimiz bir çağdayız. Dolayısıyla zamanla dönüşebilen materyallere kullanma isteğim hem geleneksel heykelin ölümsüzlük iddiası ile bir hesaplaşma arzusu taşıyor, hem de sabit, kalıcı, tanımlı olanın baskısına karşı, değişken, geçişli, geçirgen olma hâlinin bir savunusu.


Yaşam Şaşmazer, So flows the tide of things sergisinden yerleştirme fotoğrafı, Zilberman | Berlin, © Chroma


So flows the tide of things başlığı Lucretius’un De Rerum Natura’sına gönderme yapıyor. De Rerum Natura serginin kavramsal çerçevesini nasıl besliyor?


Lucretius’un MÖ I. yüzyılda yazılmış olan didaktik eseri De Rerum Natura evrenin temel işleyişini atomların hareketi ve birleşimi üzerinden açıklar. Hem bilimsel düşünceye öncülük eden gözlemler içerir, hem de doğaya şiirsel bir bakış sunar. Atomların hareketlerinden başlayarak evrende herşeyin birbirleriyle sürekli bir etkileşim içinde olduğunu vurgulayan bu eser tıpkı Ovidius’un Dönüşümler eseri gibi her şey sürekli dönüştüğünü ve bu dönüşümün içinde hiçbir şey kaybolmayıp sadece bir formdan diğerine geçtiğini hatırlatırken bu perspektif aynı zamanda insanın kibrine, inanmak istediğimiz biricikliğimize karşı çıkıyor ve insanı kendini yerleştirdiği ayrıcalıklı konumdan indiriyor. Lucretius’un eserindeki doğum, ölüm, tekrar doğum döngüsü; formların, bedenlerin, fikirlerin akışkanlığı sergide açmak istediğim konulardı ve sergi ismini bu eserden aldı.


Emanuele Coccia’nın metamorfoz anlayışı, bu serginin yeşerdiği bir diğer felsefi temellerden biri. Olası dönüşümler serisindeki bedenlerde metamorfoz sizce içeriye mi doğru dışarıya mı? Dönüşümler taşıdıkları olasılıkları, zenginliklerini kendilerinden mi alır, bir diğerinden mi?


Emanuele Coccia’nın Metamorfozlar kitabı bu sergiyi yaparken dönüp dönüp okuduğum metinlerden biri oldu. Hiçbir canlının yaşamının kendi doğumuyla başlamadığını, doğan her varlığın bir ve aynı yaşamı paylaşıp durmaksızın takas ettiklerini anlatan bu kitap gerçekten de serginin yeşerdiği bir zemin oluşturdu benim için. “Bizler, bedenden bedene yavaş bir göç gerçekleştirerek ve bedenleri temellük ederek dünyaya gelenleriz” diyor Coccia. Bence de hepimiz onlarca potansiyelin taşıyıcısı ve aktarıcısıyız. Bu yüzden de dönüşümler zenginliklerini etkileşimden alırlar; sahip oldukları potansiyelleri etkileşime girerek takas ederler. 


Yaşam Şaşmazer, So flows the tide of things sergisinden yerleştirme fotoğrafı, Zilberman | Berlin, © Chroma


Tides of things I-IV yerleştirmenizdeki arşivlenmiş materyaller, eserlerinizi zaman içinde birikmiş bir hafıza gibi de sunuyor. Bu hafızanın serginin anlatısı içindeki rolü nedir?


Tides of things I-IV birkaç senedir, özellikle bu sergiyi hazırlarken kullandığım kalıplar, dökümler, denemeler, biriktirdiğim malzemeler, heykeller için yapılan maketlerden oluşan bir yerleştirme. Haklısınız, bu iş serginin ve benim üretim sürecimin hafızası, arşivsel bir yansıması. Serginin açmaya çalıştığı döngüsellik meselesi burada da devam ediyor. Bu raflarda atölyede ayrı ayrı işlevleri, ömürleri ve anlamları olan nesnelerin ve malzemelerin dönüşümünü görüyoruz; bu nesneler cam yüzeylerin üzerinde bir araya geldikçe birbirleriyle farklı şekillerde ilişkilenmeye başlıyorlar. Raflar hiçbir şeyin aynı kalmadığı, başka bir şey olmaya başladığı ve hatta birbirinin içine geçtiği bir mekân haline geliyor. 


Hatalı/kusurlu/eksik/yanlış/kırık/çalışmayan parçalardan oluşan bu yerleştirme “şeyleri” klasifiye etmeye yarayan arşiv raflarının üzerinde sergilenirken aslında ters yönde işliyor. Kompartımanlara ayrılmaya çalışılmış olsalar bile raflardan taşıyorlar, birbirleriyle hiyerarşik olmayan bir biçimde iletişime giriyorlar. Dolayısıyla bu anlatı nesnelerin yaşamlarının nerede başladığını, neye dönüştüğünü ve hatta ömürlerinin sona erdiği düşünülen noktadan sonra bile evrilmeye devam edebileceklerini ortaya koymaya çalışıyor. 


Yaşam Şaşmazer, So flows the tide of things sergisinden yerleştirme fotoğrafı, Zilberman | Berlin, © Chroma


Kabuklaşmış, tohumlaşmış, açılmış, esnemiş olgulaşmış bedenlerin bu dönüşümleri aslında onların ne kadar geçirgen, kırılgan ve incinebilir olduklarının da bir göstergesi. Kırılganlığın gücüne ve potansiyeline dair Butler’a da referansla burada bir direnişten de söz edebilir miyiz? 


Judith Butler’ın Kırılgan Hayat metninde altını çizdiği gibi, kırılganlık yalnızca incinebilirlik değil, ilişkilere açık olmanın kabulüdür. Yani kırılgan olmak, başkalarıyla bağ kurabilir olmak; değişime, temasa, etkilenmeye ve etkileyebilmeye açık olmak demektir. Sergideki bedenler de bu açılma hâlinin görsel ve maddesel tezahürleri gibi okunabilir. Bu açılma ve dönüşüm elbette ki onları hem kırılgan kılıyor, hem de dirençli. 


Elbette ki kırılganlık aynı zamanda bir duyarlılık üretir ve bu duyarlılık üzerinden kolektif bir dayanışma ve direniş potansiyeli doğar. Butler’ın belirttiği gibi insan hayatı kırılgan ve birbirine bağlıdır, hiçbir birey tamamen bağımsız değildir; bedenlerimiz, güvenliğimiz ve hatta kimliğimiz, toplumsal ilişkiler içinde şekillenir. Bu da her bireyin hem korunmaya muhtaç, hem de başkalarına karşı sorumlu olduğu anlamına gelir. Bugün bu sorumluluk alanını insan olmayan öznelere doğru da genişletmemiz gerekiyor. Butler’ın sorduğu "hangi hayatlar 'yaşamaya değer' sayılıyor?" sorusunu birbirimize ve dünyaya karşı taşıdığımız temel bir etik-politik sorumluluk olarak düşünüyorum. 


Sergiye eşlik eden suluboya çizimleriniz de var. Suluboya eserlerinizdeki dairesel formlar, heykellerinizle de paralellikler taşıyor. Bu iki farklı teknik arasındaki ilişkiyi nasıl tanımlıyorsunuz?


Suluboyalar 2021 yılında gerçekleştirdiğim either/or sergisinin bir parçasıydı. Bedenlerin dönüşümünü akışkan bir hale getirmeye çalışırken çıkmıştı bu suluboyalar. Daha kararlı ve bilinçli hareket etme gerekliliği getiren heykel disiplininden farklı olarak daha tesadüfi formlara imkan tanıyor suluboya. O işler bu serginin tohumlarını attılar ve üçüncü bir boyut kazanarak heykelleştiler. Teknik olarak oldukça farklı olsalar da aynı fikirlerden yeşeriyorlar.


Yaşam Şaşmazer, So flows the tide of things sergisinden yerleştirme fotoğrafı, Zilberman | Berlin, © Chroma


Son olarak, sizce başkalaşımın hatları neden hep yumuşaktır?


Başkalaşımın bir kopuş değil, bir süreklilik olduğunu düşünürsek eğer, bir şeyin başka bir şeye dönüşmesi, keskin sınırlarla değil, geçişlerle gerçekleşir. Bir şey, başka bir şey olurken, hâlâ biraz önceki halidir. Yumuşak hatlar,  -ne tamamen eski olan ne de tam anlamıyla yeni olan- bu ara halleri, belirsizliğin, geçiciliğin ve oluşun alanı olarak işaret eder. Keskinlik tanım ister, köşeli ve sert formlar kendini dayatırlar, halbuki başkalaşımın kendisi, bir tanımın sonu değil, yeni bir ihtimalin eşiğidir. 


Heykel disiplini açısından bakıldığında da biçim, neredeyse her zaman başka bir biçimi içererek oluşur. Aynı zamanda bir formun değişimi, yalnızca biçimsel bir değişim değildir; materyalin doğasıyla birlikte çalışmayı gerektirir. Bu da kaçınılmaz olarak keskin ayrımlardan çok, geçişli yüzeylere ihtiyaç duyar, çünkü bir formun diğerine evrilmesi, keskin kopuşlarla değil, akışkan geçişlerle, katmanlı sürekliliklerle mümkün olur. Bu durum aynı zamanda biçim ile madde arasındaki geçirgen ilişkiyi açığa çıkarır. Madde, özellikle heykelde, hiçbir zaman pasif bir taşıyıcı değildir; bütün materyaller kendi iç doğasını sürdürerek formu belirler. Heykeltıraş için maddeyle kurulan ilişki, bir ikna sürecidir: Zorlayarak değil, dinleyerek şekillenen bir diyaloğun sonucudur. Bu diyalogda form, maddenin sınırlarına çarptığında/çarparak değil, onunla birlikte ortaya çıkar. Bu nedenle, başkalaşımın hatları çoğu zaman keskin değil, geçişli, bulanık, hatta bazen neredeyse belirsizdir.


Comments


All rights reserved. Unlimited Publications.

Meşrutiyet Caddesi No: 67 Kat: 1 Beyoğlu İstanbul Turkey

Follow us

  • Black Instagram Icon
bottom of page