top of page

Saklı Görüşmeler XIII


Saklı Görüşmeler, Mine Kaplangı'nın güncel sanat alanında aktif rol oynayan kişilerle yaptığı beklenmedik görüşmeler sırasında onlara ansızın yönelttiği tuhaf sorulara verdikleri cevapları derliyor ve her ayın son günü yayınlanıyor. Serinin on üçüncü röportajında Naz Cuguoğlu’nu ağırlıyoruz

Saklı görüşmeler serisinin on üçüncü röportajı, küratör Naz Cuguoğlu ile araştırmalarımızı birlikte sürdürebilmek için tam üç sene önce kurduğumuz kolektifin ilk tohumlarının atıldığı Çukurcuma’dan, “Hiç kimse şarap içmemizi engelleyemeyecek” temalı bir akşamüzerinden geliyor. Naz California College of Arts’ın Curatorial Practice yüksek lisans programından aldığı burs ile bu ay San Francisco’ya doğru yola çıkıyor. Aynı zamanda kolektif ile küratöryel çalışmalarına ve araştırmalarına da devam eden Naz Cuguoğlu’nun son dönem çalışmalarını ve yeni projelerini websitesinden ve kurucusu olduğu Kolektif Çukurcuma’nın websitesinden takip edebilirsiniz.

Sanat üzerine son zamanlarda okuduğun ve en ilgini çeken makale hangisiydi?

Collective Çukurcuma olarak Tohu Magazine ekibi ve sevgili Tuçe Erel ile birlikte yeni başladığımız bir araştırma grubumuz var, şu an daha çok ön okumalar yaptığımız bir dönemdeyiz. Tohu ekibinin önerdiği bir makale vardı; Etel Adnan’ın 13. Documenta’daki çalışması için yazdığı The cost for love we are not willing to pay. Etel Adnan’ı uzaktan uzun süredir takip ediyorum, çok değerli buluyorum çalışmalarını. Ama özellikle bu yazısından çok etkilendim diyebilirim. Hem E-flux’ın son yayını What’s Love (or Care, Intimacy, Warmth, Affection) Got to Do With It?’i okuduğum ve kitabın kendine mesele edindiği kavramlar üzerinde düşündüğüm bir dönemde, yine sevgi üzerine düşünen ve benim gibi California’ya taşınmış olan Adnan’ın düşüncelerini okumak iyi geldi. Bir de son dönemde Hito Steyerl’in Duty Free Art: Art in the Age of Planetary Civil War kitabından oldukça etkilendim. Özellikle kendi yazı dilini oluşturabilmesini, yazılarına ilham olan sohbetlere referansla arkadaşlarına yazılarında referans verme şeklini adeta bir kolektif düşünme sürecine dönüştürmesini ve bunu olduğu gibi yazıya dökebilmesini çok ilham verici buldum.

Herhangi bir romandan bir karakter ile kendini çok özdeşleştirdiğin oldu mu?

Patti Smith’in Just Kids romanı geldi ilk aklıma. Sanırım kendi alanlarımızda kitabın kahramanlarının yaşadıklarına benzer hayatlar yaşıyoruz diye düşünüyorum. Bir şekilde sanatsız olmuyor hayatlarımız, hep sanata bağlıyız ama kendimizce, kendi yöntemlerimizle kuruyoruz yeni alanlarımızı, deniyoruz. Kolektifi kurabilmemizi de buna yakın buluyorum, çok genciz, yolun başındayız, Patti’nin dediği gibi “çoluk çocuk”... O naiflikle çok düşünmeden, daha çok şu ana odaklanarak, birbirimizden güç alarak hayatta kalmaya ve var olmaya çalışıyoruz.

Jorge Luis Borges mi, Italo Calvino mu?

Borges!

Şu aralar sıklıkla maruz kaldığımız gelecek distopyaları üzerine düşünürken sormak istedim, sen ne düşünüyorsun dünyanın geleceği hakkında?

Yeterince düşünmüyorum bence. Sanırım düşünmemek için de çok çalışarak oyalıyorum kendimi. Elbette ki karamsar olunabilecek bir çok konu var tam da önümüzde duran; politik dalgalar, teknolojik gelişmelerin etkileri, doğanın haklı isyanı... Ama bir yandan da sürekli dünyanın sonu, sürekli bir kehanet yüzünden sonumuz geliyor, yok oluyoruz, Nostradamus bile üzülmüştür hala yaşıyoruz! O yüzden çok da kaptırmamaya çalışıyorum kendimi bu distopyalara, daha gerçekçi bir yerden yaklaşmaya çabalıyorum. Değişimin büyük ölçekten ziyade küçük ölçekte gerçekleşeceğine inanıyorum, bir okuma grubunda yan yana oturan iki bireyin sohbeti kurtaracak bizi bana göre. Sanırım Gezi’den beri ne olacak stresi ya da endişesi daha da yukarı çıkamadı, daha çok yeni baş etme yöntemleri üretiyoruz, ya da üretmeye çalışıyoruz.

Bilim kurgu mu yoksa fantastik filmleri mi tercih edersin?

Fantastik.

Şu aralar heyecanla ve gerçekten sadece sen istediğin için okuduğun, araştırdığın konular neler?

Sanırım en çok iyileşme/şifa bulma (healing) üzerine düşünüyorum. Ve bir süre bu konu üzerinde çalışmak ve okumak istiyorum. Farklı şifa bulma yöntemleri üzerine düşünüyorum, sanırım bugün yanımda getirdiğim bu magic zarlarını da o yüzden çok seviyorum, hikaye anlatma sanatı çok değerli ve önemli. Bu süreçten ne çıkacak bilmiyorum ama şu aralar oldukça nasıl iyileşiyoruz, iyileştiriyoruz, iyileşebiliyor muyuz, bu yöntemlerin kökleri, şamanizm, telepati, adada olmak, doğaya yakın olmak, eski büyüler, niyetler üzerine düşünüyorum. Sanırım daha içgüdüsel bir yaklaşım bu. Gideceğim yüksek lisans programında da akademinin bu içgüdüsel yaklaşımdan beni koparmaması için çabalayacağım ve ortaya çıkacak olanları çevremdekilerle paylaşacağım ki paylaştıkça büyüsün, hatta hepimizi ele geçirsin.

En sevdiğin bitki?

Bu soruyu sorduğun an aklımda Orta Çağ döneminden kalma kırmızı bir gül illüstrasyonu/deseni belirdi.

Büyük Çayır sergileri kapsamında Sait Faik Abasıyanık okumaları sırasında bana Burgazada’nın ve Sait Faik’in senin için öneminden bahsetmiştin. Ne ifade ediyor sana Burgazada?

Çocukken her yaz Burgazada’ya giderdik, yazlık evimiz vardı. Bir adada olmak çok özgürleştiriciydi; tepeleri, ruhu, adalı olma… Çok bambaşka bir düşünce yapısı oluşturuyordu insanda, öncelikle çok özgür bırakıyordu yaşayanı. Bir de yazın gittiğimiz için daha geçicilik üzerine kuruluydu, daha kuralsız ve huzurlu. Elbette bir de Sait Faik Abasıyanık’ın evine bir sokak mesafede ve onun hikayeleriyle büyümek eşsizdi, özellikle yazıyla çok erken yaşlarda kurduğum bağ açısından hep ayrı bir yere sahip oldu. Evine gittiğimde mektuplarına bakardım sürekli, onun bir zamanlar orada oturduğunu düşünürdüm, ne hissederdi acaba? Büyülüydü kısacası ada…

Lisans eğitimini psikoloji alanında almış olman şu anki çalışmaların ve araştırmaların üzerinde etki ediyor mu sence?

Bu benim de çok merak ettiğim ama cevabını bilmediğim bir soru. Pek etkilemiyor sanırım diye düşünüyorum ama emin de olamıyorum. Bizim psikoloji ile ayrılığımız aşk ayrılığı biraz kalp kırıklığı… Üniversite yıllarında akademide kalmayı düşünüyordum ama bir türlü düşüncelerimi paylaşabileceğim bir topluluğu bulamadım, daha doğrusu hayalimdeki besleyici tartışma ortamı bir şekilde hep eksik kalıyordu. İnsan davranışının istatiksel olarak açıklanmayacağını, biricik olduğuna dair inancımı pek kimseyle paylaşamadım. Maalesef psikanaliz eğitimi de almıyorduk. Pozitif bilim olma çabasıyla tüm o psikoloji eğitimi beni kendinden çok uzaklaştırdı, heyecanımı kaybettim. O yüzden sanırım araştırmalarımı değil de kim olduğumu etkiliyor. Küratör olmak da sanırım bir şekilde çok yakın bu düşüncelere, sergi yaparken birlikte çalışma ve düşünme şeklimiz, okuma gruplarındaki grup dinamikleri… Aslında yaptığımız grup terapisi de olabilir diye düşünüyorum bazen. Birbirimizi dinlemek, paylaşmak, birbirimizle ilgilenmek. Hepsi iç içe...

Ziyaret ettiğin şehirler arasında en çok ‘keşke burada daha çok vakit geçirebilme fırsatım olsaydı’ dediğin yer neresiydi?

Hong Kong sanırım, çünkü Art Basel Hong Kong’da çalışmak için gitmem sebebiyle tam olarak yaşayamadım şehri, tekrar yaşamak isterdim doyasıya. Oradaki arşivleri, müzeleri ve genel olarak deneyime dayalı, izleyiciyi içine alan bir yapıda gözlemlediğim sanat yaklaşımını çok merak uyandırıcı, etkileyici buldum. Kesinlikle daha çok vakit geçirmek isterdim.

Sürekli sosyal medya ile yaşamak …

Çok yorucu.

Yakın bir zamanda kısa öyküler yazdığını öğrendim, oldukça şaşırdım ama bir yandan da senin edebiyata olan düşkünlüğünü de bildiğim için heyecan duyduğum bir keşif oldu bu. Hala öykü yazıyor musun ve yazıyorsan genelde ne üzerine yazıyorsun?

Herkesle pek paylaşmadığım bir yönüm bu. Lise yıllarında çok sevdiğim bir edebiyat öğretmenimin teşvikiyle okulda kompozisyon yarışmalarına katılarak başladı sonra üniversitede yaratıcı yazarlık dersleri de aldım. Fakat benim için yazmak üzerine en fazla düşünmeye fırsat bulduğum dönem maumau konuk sanatçı programında koordinatör olarak görev aldığım dönem oldu. O zamanlar yazar Sine Ergün ile birlikte çalıştığımız için, edebiyat ve yazmak üzerine çok besleyici sohbetlerle çevrili olduğum bir zamandı. Ve yine o dönem İspanya’nın Llorenc del Penedes isimli bir kasabasında yer alan CeRRCa isimli konuk sanatçı programına yazmak üzere gittim. Gerçeküstü bir deneyimdi benim için, İspanya’nın küçük bir kasabasında doğanın içinde tek başınıza kalınca gerçekten sesler duymaya, cadılar görmeye başlıyorsunuz. Sana yeni projende ilham olması umuduyla gönderdiğim Cadı Avı isimli öykü de bu dönemde ortaya çıktı. Bu dönem özellikle kısa öyküler yazıyordum, büyülü gerçekçiliğe çok merak sarmıştım. Özellikle de Jorge Luis Borges’e elbette... Son zamanlarda pek yazamıyorum ama umuyorum ki bu sene daha özgürce yazmaya ve okumaya vakit ayırabileceğim.

Senin için özel yeri olan bir beste var mı?

Tchaikovsky’nin Fındıkkıran’ı. Neredeyse her bölümünü ezbere bilirim, her dinlediğimde gözlerimi dolduran bir bölümü de var ayrıca.

Gerçekleştirdiğin sanat projeleri vesilesiyle tanıştığın ve sana en çok ilham veren kişi kim?

Mine Kaplangı! Şaka bir yana gerçekten tanımların beni çok yorduğu bir dönemde seninle daha yeni tanıştığımız bir dönemde gerçekten de oturup bir akşam şarap içerken bir şeyler ‘yapmaya’ odaklanmamız, birlikte hareket edebilmemiz benim için bir dönüm noktası oldu. Sadece yapalım diyerek hayal kurmuyorduk, hemen yapmaya başladık, kolektifi o gece burada kurduk. Eleştirdik, zorlandık, yorulduk ama hiç pes etmedik. Çok gerçek geliyor bu bağ bana. Herkesin başarıya, tek başına olmaya odaklandığı bu dönemde hiç de sorgulamadan kenetlenip, kolektif olup birlikte çalışma fikri çok iyi geldi bana. İlhamın kendisi o sohbet oldu, ‘ben’ diye başlamayan cümleler ile paylaşabilmek, birlikte düşünebilmek ve üretmek...

Sence günümüzde insanların yüzleşmekten çekindiği en büyük problem nedir?

Oldukça fazla problemimiz var aslında ama sanırım içinde bulunduğumuz gerçeklik diyebilirim bu soruya cevap olarak. Bir çok açıdan oldukça zorlayıcı ve çoğu zaman ‘yokmuş’ gibi davranıyoruz. Daha çok çalışıyoruz, daha yüksek sesle müzik dinliyoruz, daha çok koşuyoruz. Ama yüzleşemiyoruz, çünkü korkutucu, zorlayıcı.

Hiç okumadığın ama mutlaka okumak istiyorum dediğin bir araştırmacı ya da yazar var mı?

Biraz önce konuştuğumuz için şu an sevgili arkadaşımız Eda Sancakdar’ın doktora tezini oldukça merak ediyorum. En son Hayaletler sergisi kapsamında başlattığımız Hayaletler üzerine ve paralelinde düşünceler adlı yazı dizisi için kadın, hayalet ve teknoloji arasındaki ilişkiyi irdeleyen Makinedeki hayalet adlı bir yazı yazmıştı, o zamandan beri merak ediyorum son dönem çalışmalarını. Mutlaka okumak isterim, kendisine sesleniyorum buradan, heyecanla bekliyoruz.

En sevdiğin kadın yazar?

Sine Ergün geldi ilk aklıma. Ama bir anda aklıma düşmesinin en büyük nedeninin de onu tanımam olduğunu biliyorum. Çok özel bir yeri var benim için, birlikte çalıştığımız, vakit geçirdiğimiz için onu tanıyarak kitaplarını, yazdıklarını okumak gerçekten bambaşka.

En severek ve heyecanla takip ettiğin sanat bültenleri ve platformları?

En çok takip ettiklerim; E-flux, Artasiapasific, Hyperallergic sanırım.

Bu aralar kafanı çağdaş sanat alanında en çok kurcalayan konu başlıkları neler?

Kolektif çalışma örneklerine daha yakından bakmak istiyorum, bu kadar her şeyin hızla büyüdüğü, genişlediği bir dönemde nasıl küçülebiliriz, köklerimize nasıl geri dönebiliriz? Bunu özellikle Orta Doğu coğrafyasından çıkan sanat pratikleri ve araştırmaları üzerinden incelemek istiyorum. Bizlere yakın başka bir araya gelebilme yöntemleri neler, beyaz küpün dışına çıkmak mümkün mü, mümkünse bunun örnekleri neler, gibi bir çok konu başlığı ve daha çok soru var sanırım kafamı kurcalayan.

Bu senenin en az üzerinde konuşulan ama oldukça önemli olduğunu düşündüğün sergi ya da sanat etkinliği hangisiydi?

Kesinlikle Özden Demir’in Adahan’da gerçekleştirdiği Muhafaza adlı sergisi. Özellikle sergideki video çalışması çok etkileyiciydi ve uzun süre aklımdan çıkmadı.

“Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı.” diyen Cemal Süreya’ya selam göndererek bu soruyu sormak istedim, en ideal kahvaltı nasıldır senin için?

Evde Serhat (Cacekli) ile sucuklu yumurta, envaiçeşit peynir, anne reçeli ve fırından alınmış taze ekmek ile yaptığımız kahvaltı!

San Francisco hakkında en heyecanlandığın noktalar neler?

Adaya geri dönme fikri çok heyecan verici. Sakinleşmek, okumak, yazmak, kendimle kalabilmek… Son beş senedir sadece koştuğumu hatırlıyorum. Kolektif olarak da yaptığımız tüm projelerin üzerinden geçmek, dışarıdan tekrar bir bakarak “Neler yaptık?” sorusuna odaklanmak, süreci değerlendirmek istiyorum. Ama sanırım en çok heyecanlandığım şey saatlerce okumak… Küçükken on iki saat hiç aralıksız kitap okurdum, annem odaya girip kızım bir şeyler ye, su iç derdi. Sakin sakin her okuduğumu tekrar okuyarak on iki saat kitap okuyacağım günleri iple çekiyorum, başka bir beklentim yok sanırım.

Şu an hangi projeler/sergiler üzerine çalışıyorsun?

Collective Çukurcuma olarak Almanya’da küratörler Eva Liedtjens ve Nada Schroer ile birlikte ortak olarak yürüttüğümüz bir sergi projesi var, Anger is a solution if anger means kittens. Bunun üzerine çalışıyoruz. Sergi Leipzig şehrinde bulunan D21 küratöryel laboratuarının açık çağrısı üzerine şekillendi ve 15 Eylül’de açılıyor. Anna Anthropy, Mary Audry Ramirez, Miriam J. Carranza, Vera Drebusch, Line Finderup Jensen, Olga Holzschuh, Ali Miharbi, Lara Ögel, Berkay Tuncay’ın çalışmalarını bir araya getiriyor. Ayrıca kolektif olarak üç senedir üzerinde çalıştığımız gezici kütüphane sergimiz Bilgelik Evi bu sene sevgili Cüneyt Çakırlar ve Queer Art Projects sayesinde Nottingham’a taşınıyor. Oldukça kalabalık bir ekip olarak çalışıyoruz ve Bilgelik Evi ilk defa tek bir mekana değil bir şehre yayılacak, oldukça heyecanlıyız. Bir de sevgili Gökcan Demirkazık ile beraber yürüttüğümüz Collective Çukurcuma Okuma Grubu kapsamında İstanbul Tasarım Bienali için hazırladığımız yeni programımız üzerine çalışıyoruz. Kolektifin yanı sıra ben bu aralar bir de veda etme/edebilme üzerine çalışıyorum sanırım.

Bir sergi sırasında başına gelen en komik olaylardan biri neydi?

Bu sene Mart ayında Bettina Klein ile birlikte küratörlüğünü üstlendiğimiz Huzursuz Anıtlar sergisi için Zilberman Gallery’nin ana sergi mekanına küratöryel bir jest olarak yeni bir pencere açmıştık. Çünkü galerinin o duvarının arkasında çok etkileyici bir Boğaz manzarası var, fakat beyaz küpün gereklilikleri sebebiyle seneler önce boydan boya duvar ile kaplanmış bu manzara. Sergi şehirde anıtlara dönüşen objeler, ritüeller, insanlar hakkında olduğundan bu pencereyi açarak şehri galeri mekanına davet etmek istedik. İnsanların bu daha önce orada olmayan yeni pencereye verdikleri tepkileri incelemek çok keyifliydi. Çoğu kişi pencerenin zaten halihazırda orada olduğunu sandı. İnsanların algılarının bu kadar manipülasyona açık olması, bizim sergide aslında göstermek istediğimiz pencere-dışı manzaradan çok daha güçlü bir etki de yarattı mekanın içerisinde.

Herkesle paylaşmak istediğin bir alıntı var mı?

“Bilinmeyene güvensizlik duymak dar bir dünyanın işaretidir.” (Çok sevdiğim bir kitaptan bu cümlenin yer aldığı sayfasını kopararak çok sevdiğim bir arkadaşıma hediye etmiştim ama o kadar uzun zaman geçti ki hangi kitaptı unuttum ve sadece bu sayfası kaldı)

Bir kaç sene sonraki Naz’a … hatırlatmak isterim.

İstanbul’un hiç bir detayını unutmaması gerektiğini tembihlerim.

Küçükken en çok severek izlediğin çizgi film hangisiydi?

Susam Sokağı ve Casper.

Son yıllarda küratöryel olarak kolektif çalışmalar yapmak kendi bağımsız çalışmalarına nasıl etki etti sence?

Öncelikle beraber çalışmayı öğrendim, ama sonrasında olduğum kişiyi de çok dönüştürdü diyebilirim. Araştırma alanlarımı etkiledi, çevremdeki birlikte çalıştığım insanlardan öğrenmek ve ben-sen ayrımı gibi tüm sınırların bulanıklaşması elbette ki besleyiciydi. Beraber düşünmek, üretmek çok zenginleştirici, ve gerçekten çok keyifli ve bir kez bu çalışmanın tadına varınca kendi başıma çalışmak istemediğimi fark ediyorum çoğu zaman.

Hayatımda ... daha fazla zaman ayırmak istiyorum.

Arkadaşlarıma ve aileme.

… sergisinde emeği geçen herkese alkış, hala etkisinden kopamadım.

Kesinlikle Hera Büyüktaşçıyan’ın 2014 yılında Galeri Mana’da gerçekleşen Körler ülkesinin karşısında sergisi derim. O benim için her şeyi başlatan sergi oldu. Sergiye girdiğimde çok etkilenmiştim, işlerin ya da Hera’nın değil sadece, serginin de bir daveti vardı. İçeri adım attığınızda suyun altına indiğinizi hissediyor, neredeyse nefessiz kalıyordunuz. Çok samimi bir davet, bütün o süreç, deneyim çok önemliydi. Şimdi bakınca bizim de tüm çalışmalarımızda, gerek okuma grubunda gerekse Bilgelik Evi sergisinde o kütüphane oluşturma çabamızda hep bu samimiyete yakın durma özenini fark ediyorum. Çoğu zaman bunu atlıyoruz çünkü, o etkiyi kimin için yarattığımızı unutuyoruz. Muhteşemdi, yeri bambaşkadır…

Bir dahaki sefere İstanbul’a ziyarete geldiğinde ilk uğrayacağın üç yer; ...

Solera, annemlerin evi ve Moda sahil.

Şu ana kadar en ilgiyle gezdiğin ve ilham aldığın bienal hangisiydi?

Benim için ve sanırım bir çok farklı kişi için de Bakargiev’in küratörlüğünü üstlendiği 14. İstanbul Bienali çok özeldi. Yaşadığımız o dönem içinde değerlendirmek gerekirse, o zamana dair nasıl sanat yapabiliriz diye soran bir şehre verilebilecek en iyi yanıttı diye düşünüyorum. Çok içten gelmişti, çok İstanbul’a ait bir bienaldi. Hala unutamadığım, aklımdan çıkmayan işler var o bienalden. Evet fazla sayıda mekan ve eser vardı, belki zorlayıcıydı hepsini gezmek. Ama belki de hepsini gezmek gerekmiyordu zaten. O kendiliğinden orada olması, bırakılmışlık hissi daha güzeldi. Keşif yapıyorduk bir nevi, istediğiniz mekanı istediğiniz rotadan bulabiliyordunuz. Her şeyin büyüdüğü bir dönemde çok da geniş çaplı ve programlı bir bienal olmasına rağmen bana mütevazı, samimi ve küçük gelmişti.

Nerede bir süreliğine vakit geçirip araştırma yapmak isterdin?

İstanbul’dan ayrılma fikri yaklaştıkça daha fazla nostalji duygusuna kapıldım, bir şekilde bunu kontrol edemiyorum. Son bir kaç senedir sürekli koşuyordum, sürekli bir telaş vardı. Son bir aydır ilk defa gerçekten kendimi burada gibi hissediyorum. Bütün sorunlara, problemlere rağmen buraya çok bağlı hissettim kendimi, şehre karşı yeni tam tanımlayamadığım bir his oluştu içimde. O yüzden bu yeni düşünme biçimimle sanırım bir süre İstanbul’da kalıp sadece okumak, araştırmak isterdim. Bu şekilde şehre yeniden bakmak çok zihin açıcı olurdu, koşmadan, sakin sakin şehirle vakit geçirmek… Sanırım bir süredir sürekli seyahat ettiğim için de biraz oturup sakinleşmek istiyorum, bu dönemi anlatırken de aklıma hep Barcelona’da gittiğim writing residency dönemi geliyor. O yüzden nerede olduğundan çok, bu araştırma döneminin ne şartlarda olduğu daha önemli. Kendinle kalabildiğin, kendini dinleyebildiğin, acele etmeden okuyabildiğin bir dönem sadece. Yoksa görmek istediğim, merak ettiğim bir çok yer var. Japonya’nın farklı kentlerine yapılabilecek bir seyahat hala en büyük hayalim, ve ayrıca Meksika’nın Ölüler Günü’nü ziyaret etmek, Çin’de yeni açılan 1,2 milyon kitaba ev sahipliği yapan kütüphane The Binhai Library’e de gitmek istiyorum. Fakat soru araştırma üzerine olduğu için sanırım daha çok kendimle kalabildiğim ve iyi hissettiğim bir yer olmasını isterdim.

Hep birlikte …... üzerine daha çok kafa yormalıyız.

Nasıl bir arada yaşayabileceğimiz ve üretebileceğimiz üzerine…

Bir de sevgili arkadaşımız Kemal Harman’ın hep dediği gibi daha çok aşktan ve şaraptan bahsedelim.

bottom of page