Paul Valéry der ki: “Evini kurmak için yaşamak gerekir, içinde yaşamak için evini kurmak değil.” Çok açık bir tümce bu; insanın doğal gereksinimi olmaktan çıkmış ve düpedüz yaşamın amacı haline gelmiş bir “ev”den söz ediyor Valéry… Biraz daha üzerinde düşünelim bunun: İnsanın doğa koşullarından ya da herhangi bir tehlikeden kaçıp saklanacağı, böylece kendisini güvende hissedeceği bir yer değil o “ev”... Tam tersine; atıldığı her tehlikenin, göze aldığı her olumsuzluğun yarattığı bir mekân orası. Bu durumda pekâlâ, salt yaşamı sürdürebilmeyi sağlayan bir mekândan değil, ölümü de çağıran bir mekândan konu açıyoruz.
İhsan Oturmak, Oynamak İstemiyorum, Toprak üzeri Polyester, 129 x 120 cm, 2016
Ne adına atılır bir insan bu tehlikelere, ne adına türlü olumsuzlukları ve daha da ötede ölümü göze alır? Valéry’nin yaklaşımına bakarsak, şöyle bir düşünceye kapılabiliriz: Çünkü “insani” bir özne olabilmek için, önce bir eylem ve ardından da o eylemin nesnesi ortaya çıkmalıdır. Bu eylem ve bu nesne, “insani” bir yaşam için “her şey”dir; amacın ta kendisidir: “Ev”, o amaçtır işte… Bir yandan da Friedrich Hegel’in yaptığı “özne” tanımına, özne-eylem açısından bir göndermesi mevcuttur o tümcelerin.
Pekiyi yalnızca “insani” olmak mıdır, Valéry’nin kastettiği? Büyük olasılıkla hayır! Bir “ev” ya da daha genel anlamıyla bir mekân, tüm hayvanlar için, hatta tüm canlılar için de bir amaç değil midir? Elbette öyledir; kendi habitatını bulamamış bir canlının yaşamını sürdürebilme şansı nedir ki?
Bu noktada iş biraz çatallanmaktadır; yani “insani” oluşun gereği olan mekân, tehlikeleri ve uç noktada ölümü de içermekte, ama o mekân diğer canlılar için ise yaşamı sürdürebilmekten ötede bir amaç taşımamaktadır. Bir salyangozun kabuğunu imal etmesi, yaşamının zorunluluğudur. Yabani bir hayvanın bir in edinmesi de yaşamsal zorunluluğun sonucudur. Ya da bir bitkinin köklerini uygun yerlere gönderip bir alan işgal etmesi, orayı birtakım salgılarla “zararlı şey”lerden arındırarak bir mekâna dönüştürmesi de aynı anlamda, yaşamsal zorunluluktur.
“Zorunluluk” dediğimiz şey, eğer “yaşamın olmazsa olmazı” anlamına geliyorsa, demek ki her canlı (ki insan da buna dâhildir) evini, “içinde yaşamak” için kurmuyor; “evini kurmak” için yaşıyor, onu amaç ediniyor. Oysa şu var: İnsan, diğer canlılardan farklı olarak, evini kurarken olumsuzlukları, tehlikeleri ve ölümü içeri alıyor. Ve öyleyse, şimdi şu saptamayı yapmanın sırası gelmiştir: İnsanın doğası ile hayvanın ya da diğer canlıların doğası, o doğalarından gelen zorunluluk nitelikleri, aynı değildir. İnsanın doğası, “insani” olabilmek için, bir özne sayılabilmek için, ölümü de göze almak kaydıyla bir zorunluluğu üstleniyorken, diğer canlıların doğası ise yaşamı sürdürebilmek yönünde bir eyleme endeksleniyor.
Özetle şöyle söyleyebiliyoruz: Her canlının yaşamsal zorunluluğu, yaşama sarılabilmek ile açıklanabiliyor. Bunun uzantısında, onların eylemi ve nesnesi bir “ev” kurmak… İnsanın da öyle; o da bir “ev” kurmak için yaşıyor, ama onun “ev”inin amacı, yaşama sarılabilmekten, yaşamayı şu ya da bu biçimde sürdürebilmekten ibaret kalmıyor. Hesapsızca giriştiği bir maceranın “ev”i gibidir insanınki… Aydınlanmacı filozoflara kulak kabartırsak, bu amaç, “bilgiye yönelmek” macerasıdır. Belki şunu demek daha doğru: “Deneyim açlığı” ve derin bir “hayal gücü”… Gaston Bachelard’ın Su ve Düşler adlı kitabındaki can alıcı bir saptaması, burada ufuk açıcıdır; şöyle yazar: “Denizciliğe atılmak için güçlü ilgi odakları gerekir. Güçlü ilgi odakları ise, hayali ilgi odaklarıdır. Bunlar da düşlenen ilgi odaklarıdır, hesaplanan ilgi odakları değil. Masalsı ilgi odaklarıdır. Denizin kahramanı, ölümün kahramanıdır. İlk tayfa, en az bir ölü kadar cesur yaşayan ilk insandır.”
Bachelard’dan okuduklarımızın altında bir anlam aradığımızda, ilk olarak aklımıza gelecek olan şudur: İnsan “ev”ini kurarken, “hayal gücü”nün itkisiyle “deneyim”e doğru maceralı bir yola çıkar; o yolun sonunda ise yaşamı sürdürebilmek adına kazanılacak “biraz daha fazla” bir “şey” yoktur. Ölüm vardır. Öyle ya, “ilk denizci” ölüm tehlikesini göze alıp denize açıldığı sırada, yaşama tutunmak adına biraz daha fazla balık düşünmüş olsaydı, bu hayli tutarsız bir davranış sayılabilirdi. Ve mademki bir denizci, kendi yaşamsal mekânını ya da “ev”ini denizde kurmayı yeğlemiştir, artık orada güvende olmadığını da peşinen kabul etmiştir.
Fakat biliyoruz ki tarih, Aydınlanmacı filozofları yanıltan, onları boşa düşüren pek çok etkeni yaşama boca etti. “Toplumsallık” denilen şey, sanayi döneminin siyaseti doğrultusunda “tek irade”leri egemenliği altına almaya başladığından itibaren, kendi “rasyonalite”sini dayattı ve “deneyim” ile “hayal gücü”nü kuşattı. Üstelik bu kuşatmanın en büyük yardımcısı da saptırılmış bir Aydınlanma düşüncesi oldu. İnsanın doğaya bağlı rasyonalitesi, sistemin “rasyonalite”si karşısında kısıtlanıp yenik düştü. Bunun uzantısında da doğal-rasyonalitenin yerini, yine “rasyonel” olarak onay gören irrasyonel durumlar aldı.
İnsanların kurdukları kentler, “o yer”in koşulları ile “oralı” arasındaki bağı kopartmaya başlıyor, sistemin gerekli gördüğü örgütlenmelerin ve aynı zamanda da o örgütlenmelerin mekânları halini alıyordu. Merkezler banliyöleri içinde topluyor, onları da bu örgütlenmelerin ve yaygın üretim biçimlerinin tahakkümüne zorluyordu. Hazlar değişiyordu, bilgi değişiyordu, deneyimler değişiyordu, hayal gücü ise sistemin elverdiği ölçüde işleyebiliyordu, “ruh” değişiyordu.
19. yüzyıl felsefecileri, sanatçıları, siyaset bilimcileri ve kuramcıları, “ruh”un değiştiği, insanın “başka” bir doğa ile birleştiği yönünde neredeyse hemfikirdiler ve bunun karşısında rahatsızlık duyduklarını açıkça ifade etmekteydiler. Hatta sanat ve estetik konuları dile getirildiğinde, şöyle bir yaklaşım ortaya konulmaktaydı: Sanat, ancak iktidar sisteminin sağlayamadığı hazları verebildiğinde, sanat olabilir… Ve o değişen “ruh” üzerine daha birçok sav… Dolayısıyla insan, kendi yaşamsal zorunluluğu doğrultusunda maceralı bir yola çıkmak ve sonunda ölümü göze almak yerine, iktidar sistemi uğruna ölümü göze almaya başlıyordu. Ve bundan böyle, kurduğu “ev” de artık kendi yaşamsal zorunluluğunun değil, iktidar sisteminin “ev”i olacaktı. Daha önce de belirtildiği gibi, kent örgütlenmelerinin mekânları olarak “ev”lerdi bunlar.
Ama bir süre sonra başka bir tartışma gündeme geldi. Acaba insanın “ruh”u denilen şey, öznenin “ruhtan ruha geçişi”nden ibaret miydi? Yani öznenin asıl niteliği, çevresindeki her koşula göre yeniden ve yeniden biçimlenebilmesi, kendisini her defasında yeniden icat edebilmesi miydi? Bu da 20. yüzyıl boyunca sonu gelmez tartışmaların sahnesini yarattı. Ve böyle olduğu durumda, insanın yaşamsal zorunluluk ile kurduğu “ev” neydi? O da mı sürekli değişen bir şeydi?
Tartışmaların derinine indiğimizde, bunun bir “ruh” meselesi ile sınırlı kalmadığı kanısına varabiliriz. İktidar sisteminin özneleri, “ruhtan ruha” geçiş sürecinde, “bedenden bedene” de geçmekteydiler. Bu bize şunu işaret ediyordu: İktidar “ruh”u değiştirmekle kalmıyor, bedenleri de değiştiriyordu. En basit örnek ile banliyöleri ve daha dışta kırsal alanları da içine alarak büyüyen kent, örgütlenme aracılığı ile mekânlar oluştururken, insanları da bu mekânlara uygun varlıklara dönüştürmekteydi. Her sınıf kentin belirli yerlerine ve kendilerine “uygun” görülen mekânlara yerleştiriliyor, hareket biçimlerinin haritaları çıkartılıyordu. Bedenler, modalara göre durmaksızın değişiyor, “güzel beden”in yüceltilmesi bağlamında incelip genişliyor, kaslanıp gevşiyor, çıplaklığa ya da örtünmeye maruz bırakılıyordu. Bununla bitmiyordu; bir yandan da bedenin sağlığını, iktidar ve o yöndeki ekonomik yapı devralıyor, bir strateji olarak tıp bilimi devreye sokuluyordu. Dahası, o bedenin duyduğu hazlar da yönetiliyor, bu denetim yolu cinselliğin ahlaki boyutundan kürtaj siyasetlerine kadar genişleyen bir alanda, iktidarın gözetimi altına giriyordu. Ve iktidar sistemi, bedeni çok yönlü olarak, daha pek çok alanda belirleyici role soyunuyordu.
Friedrich Nietzsche’den, Michel Foucault’ya kadar ilerleyen felsefi bakış açıları, beden ile iktidar arasında tarihsel bağlar öne sürerlerken, söz konusu bağları mekânlar ile birlikte incelemekten geri durmadılar. Özellikle Foucault’nun “hapishane” ve “tımarhane” üzerine saptamaları, mekân ve iktidar arasındaki ilişkinin en açık kanıtlarını sunar ve bu bakımdan geleneksel bir ideolojik bakışın “karşıtlıklar ilkesi”nden ayrılır. O saptamalar bize şunu göstermektedir ki: Sorun, bir kentin insanları düzenlemesinden ve hareket biçimlerini bir haritaya sığdırmasından daha ileri boyuttadır. İktidar, dışarıdan gelip bedenleri işgal etmiştir. Bu yüzden iktidara karşı durabilecek bir öznenin mevcudiyeti de tehlike altına girer.
Bir kez daha Valéry’nin tümcelerini düşündüğümüzde, evini kurmak için yaşayan insanın, aynı zamanda bir iktidar sistemi kurduğunu ve bedenini de onun içine hapsettiğini anlarız. İnşa edilmiş olan “ev”, yaşamın bir zorunluluğu olarak iktidarın temelleri üzerinde yükselmiştir. Bir şey daha var: Bundan böyle, iktidarı temsil eden şey bir devlet değildir; hatta belki topluma ait örgütlenmeler bile bu temsilin uzağında kalır. İktidar, toplumdaki en küçük, en önemsiz birimdedir; bedenlerin birbirlerine değmelerinde, onların uzaklaşıp yakınlaşmalarındadır. Foucault’nun psikanalizi öne sürmesi, bu bakımdan anlamlıdır. Çünkü eğer “iktidar” kavramının analizi yapılacaksa, bu, en küçük ölçekteki toplumsal ilişkilerin tarihine inmekle olabilecektir: Bedenler, onların rasyonalitesi ve irrasyonel durumlar ile giriştiği ortaklıklar… Yani “biyopolitika”dan konu açıyoruz. Bir yandan bedenin, kendisini yaşamsal bir zorunluluk olarak var etmesi, diğer yandan iktidarın bu yapıyı kullanması ve bedenin zorunluluğunu yüklenmesi… Hep belirttiğimiz üzere: “Ev”e iktidarın sızması… Ve “biyopolitika” gereğince, her bir tuğlanın, her bir sıva parçacığının o iktidar ile ilişkisinin incelenmesi…
Ancak bir noktada iktidarın kendisiyle yüzleşmesi, bedenler üzerinde çok güçlü olduğu bir anda, bir engel ile karşılaşması mümkün olabilir. Foucault’nun, cinsellik ve sağlık hakkında bir düşüncesi vardır; bunlar bedenin kendi kendisine bir “arzu” üretmesine yol açar ki işte o arzu, zaman zaman dışarıdaki iktidar ile bir çatışma yaratabilir. “Biyopolitika”, muhalefet adına bu “an”ı önemsemektedir. Foucault İktidarın Gözü kitabında şunu yazar: “Gözetim ve denetim hedefi olarak, bir kaygı ve analiz nesnesi haline gelen cinsellik, aynı zamanda, herkesin kendi bedeni için, kendi bedeninde ve kendi bedeni üzerinde duyduğu arzuların yoğunlaşmasına yol açtı. Beden, çocuklarla aileler arasında, çocuklarla denetim mercileri arasında bir mücadele konusu haline geldi. Cinsel bedenin isyanı, bu gelişmenin karşı-etkisidir.”
Mutlak bir muhalefetten söz etmiyor Foucault; böyle bir “mutlu son”, “biyopolitika”yı ideolojik söylemlerin içine atardı. Bu sorun, Judith Butler’ın da ilgi alanındadır ve o da öznenin iktidar ile “suç ortaklığı”nı öne sürerken, iki “şey” arasında sürekli bir akış olduğunu, aralarında bitmeyen bir alış-verişin geçtiğini belirtir. Butler şöyle der: “İktidarı ele geçirme edimi, elde edilen ya da ele geçirilen iktidarın, bu elde edişi mümkün kılan iktidara karşı işlemesini sağlayacak şekilde başkalaşmasını içerebilir.” Butler’den ne anlıyoruz? Şunu: Özne, dışarıdaki iktidar ile olan ilişkisinde, eğer kendi iktidarını kullanıyor ve dışarıdaki iktidar ile bir birleşmeye gidiyorsa, dışarıdaki iktidar da öznenin bu iradesi karşısında kendisini değiştirebilecektir. Öznenin, dışarıdaki iktidara bir müdahalesi sayılabilir bu…
Şimdi sözü Uzak Hafıza sergisine getirelim: Bu sergide sanatçılar, iktidar ile ilişki kurmuş özneleri kapsamında, özellikle seçilmiş bir mekân ile bir hesaplaşmaya girişiyor. “Ruh”un değişimine ya da “ruhtan ruha” geçişin tarihine tanıklık etmiş bir mekân bu… Dahası, “bedenden bedene” geçiş sürecine de bir tanıklığı var buranın. Böylece iki yönlü bir hesaplaşma olacak o mekânda; bir yandan o mekânın nasıl kurulduğu, sonra politik akışa göre nasıl içerik değiştirdiği ve bu değişen içeriklerin özneyi nasıl etkilediği sorgulanırken, diğer yandan da o sorgulayıcı özneler, kendi “ev”lerini kurarlarken hangi iktidar haritaları arasında gezindiklerini anımsayacaklar. Belleklerini harekete geçirip bir psikanaliz seansına dâhil olacaklar.
*Bu yazı 3-19 Nisan 2018 tarihleri arasında Abud Efendi Konağı’nda yer alan Uzak Hafıza sergisinin katalog metnidir.
留言