Burcu Yağcıoğlu'nun evrimsel mikrobiyoloji teorisi olan simbiyogenesis etrafında şekillenen ve buradan yola çıkarak öznenin eylemliliğini sorunsallaştıran sergisi İçeride, 13 Eylül - 20 Ekim 2018 tarihleri arasında Galerist'te izlendi. Aslı Seven'in Yağcıoğlu'nun çalışmalarından yola çıkarak sanatçıya hitaben yazdığı yazıyı yayınlıyoruz
Burcu Yağcıoğlu, Culinary Facts and Fantasies II, 2018, Kolaj, 55 x 47 cm (çerçeveli)
"Sermayenin metafizik skandalı bizi tinsel olanın ve cansız olanın failliğine dair daha geniş bir soruya götürür: minerallerin ve manzaranın failliği... ve “biz”lerin, “kendimiz”in, insan olmayan kuvvetlerin ritmlerine, itimlerine ve örüntülenişlerine dalmış halimiz. İçerisi diye bir şey yoktur, içerisi ancak dışarının bir içe katlanışı olarak vardır. Ayna çatlar, ben bir öteki olurum, hep bir öteki olagelmişimdir." (1)
Burcu Yağcıoğlu, Involute Love II, 2018, Kağıt üzeri karakalem ve kolaj, 50 x 64,5 cm (çerçeveli)
Sindirim, karmaşıklığa yol açar diyorsun. Mikrobiyolojik anlamda, simbiyogenez (2), tek hücreli bir organizmanın bir diğeri tarafından yutulması, ancak sindirilememesi, iki organizmanın birbirine gösterdiği sürekli direnç ve ortak yaşamlarının süreci, yeni ve karmaşık yaşam formlarının oluşumunu tanımlar. Karşılaşma iki organizmayı da yeni bir şeye dönüştürür, ilki sindirmeye çalışır, ikincisi hazma direnirken. Nasıl fizik dünyasında form birbirine zıt kuvvetlerin karşılaşmasından ve birbirine direnmesinden doğarsa, biyolojide de sindirime direnç – daha doğrusu hazımsızlık – karmaşık formların üreme zeminidir. Direnç, burada sergiyi boydan boya kateden ilk çizgi. Yalnızca yeni bir formun ortaya çıkışını - evrim sürecini - rekabet prensibinin aksine, eş-failliğin kolektif süreci olarak tanımladığı için değil, aynı zamanda direnç, enerji yarattığı için. Bedenlerin maddeselliğinden insan bilincine devam ettiğimizde; direnç aynı zamanda katı, somut ve gözle görülür, kategorize edilebilir olarak algılanan ile bilinçaltına dair olan; muğlak, biçimsiz, canlı ya da cansız olanın devinim halinde olduğu; bulaşma ve enfeksiyonun gerçekleştiği, biçimin potansiyel oluşum veya çözülme sürecinde olduğu bilinçaltı alemi arasındaki geçirgen baskıcı bariyerin eşiğinde yer alır. Böylelikle direnç, ki bu hazımsızlık için de söylenebilir, hayalgücüne de yol açar. Hiç karşılığında biçim almadan herhangi şeye biçim verir miyiz?
Burcu Yağcıoğlu, Untitled, 2018, Kağıt üzerine akrilik ve karakalem, 214 x 84,5 cm (çerçeveli)
İkinci çizgi ise biz insanların kompozit bir yaşam formu olduğumuzu anlamamızdan gelir. Birden fazla organizmanın birbirini yutup sindirmeye çalışan karşılaşmasından; parçalara bölünmüş fakat hala sindirime direnen organizmaların ev sahibi olarak doğan bizler, birer toplamayız ve çoğuluz. Kabul görmüş bilgi kategorileri bir yana, bizler dil ve temsil, mineral ve günışığı kadar bakteri ve mikroplardan olmayız. Bu toplama prensibi, senin kompozisyonlarında içerik ve biçim olarak baştan sona yer alıyor, kesip kelimenin tam anlamıyla birbirine ördüğün arkaplan ve figür, buluntu imajların, zar çizimlerinin, organlar, aletler, salgılar ve gıdanın, manzara ve minerallerin oluşturduğu kompozit, hareketli dokuda herşey aynı oyun sahasında dengeleniyor. Bu açıdan baktığımızda, benlik duygumuz, bireyin meşhur benlik bilinci, insan failliğinin öncülüğü ile birlikte, bir anlatıdan öte değil. Bir biçim olarak bedenimizin özerkliği ve bütünselliği için de aynı şey geçerli:
Bir baş
Bir gövde
İki kol İki bacak.
Unutmayalım ki bir delikten dışarı doğarız. Cinsel arzumuz ve ürememiz deliklere odaklanır. Bir delik üzerinden hayatımızı sürdürürüz, yemek yediğimiz için, ama aynı zamanda, insanı ayıran özellik, konuştuğumuz ve hayatta kalmak için sosyal bağlar kurduğumuz için.
İçerisi, ancak dışarının katlanması olarak vardır.
Ağız, o derin fiziksel dürtülerin girintisi (3), sindirimin, cinselliğin, dilin organı, yutmanın ve salgılarımızın başladığı yerdir. Nefesin mahalidir. Bir oyuktur. “Kendimiz”, “içimiz” ile ötekiler, dışarıdan olanlar arasında her türlü madde değiş tokuşunun gerçekleştiği bir mağaradır. Bütün dünyayı yutmak ya da yutulmak, içimizi dışarı döndürmek, dışarıyı içeri katlamak, dişlerimizle, dilimizle, dudaklarımızla.
Burcu Yağcıoğlu, İçeride sergi görüntüsü
Girintiden doğru baktığımızda, bedensel özerklik ve bilinçli faillik birer kurguya dönüşür. Burada, gelgitlere, sıvılara ve kayganlaştırıcılara, reflekslere – istemsiz tepkilere – ve dürtülere meylederiz. Ağız ile anüs arasındaki utandırıcı ama gerçekçi bağlantı akla gelir, ve 1970’lerin popüler dergilerinde bulunan yemek fotoğraflarının Teknikolor estetiği boyunca yankılanır: çerçeve ne olursa olsun, yapışkan ve ağdalı madde hep iğrenme uyandırır. Buna kontrastla, saf biçimin otonomisini kutlayabilelim diye iğrenç olan baskılandığında ise, katı bir insani davranışın sımsıkı kabızlığıyla, ağzı kapalı bir yüzün, bir emanet kasası güzelliğindeki amirane bakışıyla (4) buluşuruz.
Ağzını aç.
Sence sindirim bedenin bilinçaltı mıdır?
Bana ilk fermantasyondan söz ettiğinde,
Ana dilimizi düşünüyordum, sondan eklemeler içinde.
Neredeyse her deyim, her sözcük, çoklu anlamları bir arada tutar. Eklenen her sontakı ile tüm öncekiler ve kök bir yandan yeni bir anlama sindirilirken aynı zamanda bütünün anlamına direnir.
Ana dilimizi düşünüyordum, çünkü zaman içinde açılıp anlamını yalnızca en sonda günyüzüne çıkarır. İstenen anlama ulaşmak için tüm önce gelenleri ihtimal olarak duyurman gerekir. Bu açıdan ana dilimiz tüm sözlüğümüzün, beden hareketlerimizin, sözdizimi ve komposizyonda yalnızca kısmen soyutlanabilen ritim ve süreçlerin pratik ve maddi köklerine barınaktır.
Burcu Yağcıoğlu, The Big Digest, 2018, Kağıt üzerine karakalem ve kolaj, 151x 221 cm (çerçeveli)
Çoğunluluğun, bilinmezliğin ve tüm potansiyelliklerin otorite ve müellifliğe karşı, anlam ve mantık düzenine karşı direncini buradan alıp almadığı üzerine düşünüyordum.
Tıpkı
ana dilimizin her bağımsız formda kendini oluşturan tüm diğer formları barındırıp açığa vurması gibi,
İnsan formunu betimleyen en yüce estetik niteliğe sahip bir mermer heykel – Hermafrodit formun barındırdığı potansiyel ile – iki cinsiyeti de barındıran bir beden olarak kendi içine kıvrılır, senin Involute Love dediğin gibi; aynı zamanda mermerin Dünya kabuğunun içindeki jeotermik oluşumunu, sürtünmeyi, baskıyı, akışkanlığı ve var oluşu, tümünü eş zamanlı barındıran bir bedendir.
Burcu Yağcıoğlu,The Big Digest, 2018, Kağıt üzerine karakalem ve kolaj, 151x 221 cm (çerçeveli)
Mikro ve makro ölçeklerin, süreç olarak formun içsel ve arada işleyen bu kolajlaması, The Big Digest’teki patlayıcı güçlerde zirve bulur. Burada baskılayıcı bariyerlerin – bitmiş, saf biçim, kapalı ağzın kabızlığı ve hatta çerçevenin kendisi – bir barajın çatlayışı gibi patlardıklarını görürüz. Çatlak, farklı görselleştirme ölçeklerini bir arada tutarak mermerin tortusal ilerleyişine odaklanır: bir mineral olarak, jeolojik madde olarak, hammadde olarak, hem mikroskopik bakışta, hem madenin kuş uçuşu görüntüsünde, yerkabuğun altında gebe hareketler içinde. Baskı ve direncin bu dansından dışarı kaşıklar, tabaklar ve yemek görüntüleri uçarak fırlamaktadır, her biri tortusal bir ilerileyiş içinde betimlenmiştir. Çatlaktan çerçeveye dogru ve çerçeveden dışarı, bir kaşık çizimiştir, bir kaşık kesilmiş ve yapıştırılmıştır, bir kaşık delik deşik örülmüştür – kaşık süzgece döner, yüzey benzerliği üzerinden değil, ardında bıraktığı iz üzerinden, maddeyi uğrattığı yer değişimi üzerinden betimlenir ve bizlere kaşığın biçimini yaratan şeyin aynı zamanda kaşığın rezervi, malzemesi, negatif alanı olduğunu hatırlatır. Arkaplanın, taşıyıcı unsurların, etkisiz görünen malzemenin failliği böylelikle figürün kendisiyle yanyana öne çıkar. Ve bu mermer madeni ile heykel biçimi için de geçerlidir, ötekinin katlanması olarak kendilik, dışarının katlanması olarak içerisi, bir içe kıvrılma halinde. Bir imgeyi – bir biçimi - biyolojik, mineral, kültürel veya sanatsal oluşum sürecinden yalıtmak istediğimizde bile bulaşıcı bağlar içinde sarılı kalır.
Eğer “dünyalılaşmak” istiyorsak, bizi ayaklandıran o bulaşıcı bağlar ve işbirlikçi süreçlerle açık gözlerle yüzleşmeli ve onları kucaklamalıyız. Yarattığımız her alet eninde sonunda bizleri de şekillendirir – makine makinisti yaratır. Ürettiğimiz biçimleri belirleyen, bizlerin fiziksel veya bilişsel kuvveti kadar maddenin direncidir. Yaşam süremiz boyunca sevdiğimiz ve yiyip yuttuğumuz her şey – bitki ve kitaplar, filmler ve kuramlar, insanlar ve hayvanlar – bize dönüşürler, bizi içeriden dışarıya değiştirirler ve ürettiğimiz her şeyden fışkırılar. Herşeyin sonucunda, yer ve zamandan bağımsız olarak, bizleri yalnızca yamyamlık birleştirir (5).
Burcu Yağcıoğlu, Orifice, 2018, Kağıt üzerine karakalem, 98 x 85,5 cm (çerçeveli)
(1) Mark Fisher, The Weird and The Eerie, Repeater Books, London, 2016 (2) Burada söz edilen, mikrobiyolog Lynn Margulis’in “serial endosymbiotic theory” kuramıdır. Lynn Margulis & Dorion Sagan, What is Life?, University of California Press, 2000. (3) George Bataille, La Bouche (Ağız), Documents dergisi, c 1930 (4) George Bataille, Ibid. (5) Oswald de Andrade ve Leslie Bary (Transl.), Cannibalist Manifesto (1928), Latin American Literary Review, Vol. 19, No. 38 (Jul. - Dec., 1991), pp. 38-47
Comments