unlimitedrag.com, her çarşamba Masa başlıklı köşesiyle Ahmet Ergenç'i ağırlıyor. Ergenç bu hafta, Alp Sime ve İhsan Oturmak'ın çalışmaları ile Prof. Dr. Zeynep Sayın'ın ses kaydını bir araya getiren ve 23 Mayıs – 23 Haziran tarihleri arasında Galata Rum Okulu'nda gerçekleşen Ölüme Ne İyi Gelir? adlı sergiyi değerlendirdi
Alp Sime, 2018, İnşaat, Arşivsel pigment baskı, 114 x 75 cm
Ölüm üzerine düşünmek, aslında tersten hayat üzerine düşünmek olduğu için herhalde, bütün filozoflar ölüme dair birkaç cümle etmiştir. Ölümlü olma bilinci de, herhalde bu yüzden, yaşıyor olma bilincinin kötü kardeşidir ve o kötü kardeş hayat tahayyülünü sürekli ele geçirmek ister. Ölüm meselesi böyle ‘hayati’ bir mesele olduğu için devletler ve çeşitli iktidarlar da kendi ölüm-politikalarını (ya da ölüm-felsefelerini) geliştirirler. Kimin nasıl yaşayacağına karar vermek, politik açıdan aslında kimin öleceğine ya da öldürülebilir olduğuna da karar vermek anlamına gelir. Aslında bütün merkeziyetçi yapılar, kendi merkez kurgularının dışında kalanları ‘çıplak hayat’a (bkz. Agamben), yani haklardan mahrum bir hayata mahkum ederler. Bu mahrum etme durumu uç noktaya taşındığında, hayatın kendisinden mahrum etmeye kadar uzanır. Yani ölüm felsefi ve ontolojik bir mesele olduğu kadar, siyasi ve ideolojik bir meseledir.
İhsan Oturmak ve Alp Sime Ölüme Ne İyi Gelir? adlı ortak sergilerinde ölümün bu felsefi ve siyasi yönü üzerine düşünüyorlar. Ve onlara Ölüm Terbiyesi’nde ölümün siyasallaşmasının feci tarihini inceleyip, ölüme dair yeni bir etik öneren Zeynep Sayın’ın metinleri ve ses kaydı eşlik ediyor.
İhsan Oturmak, 2018, Kurtarılmıl Bölge, Yerleştirme
Sergi kitapla yakın bir diyalog içinde olduğu için, önce biraz kitaptan bahsetmek lazım. Zeynep Sayın’ın kitabı ‘nekro-politika’nın uzandığı noktaları ‘gömülme hakkı’ üzerinden inceliyor ve yaşamsal hakları tanınmayanların birer ölü olarak da kabul edilmemesinin feci tarihini gösteriyor. Kitapta bahsedilen ‘ölüm terbiyesi’ ölümü bir sınır olarak, simgesel ve politik alanın dışına taşan bir şey olarak görmeyi öneriyor ama mevcut durumda simgesel düzen (ya da ideoloji) ölüm üzerinde de bir tasarruf istiyor. Şöyle: “Simgesel düzen, yasanın dili ve yürütmesi, ölümü bir imgede ele geçirmeye ve ölenin ölümü hakkında tasarruf sahibi olmaya çalıştığı için suçludur.” Burada simgesel düzenle kast edilen şeyi bir devlet ya da siyasi yapının ürettiği bütün ‘ideolojik-mitolojik’ değerler takımı olarak düşünebilirsiniz. Her iktidar kendi anlatısını, kendi dilini kurar ve ‘özneleri’ bu dile göre değerlendirir ve şekillendirir. Hain, terörist, karşı-devrimci gibi sözlerin her dönem kullanılabilen esnek ve fakat katı-tehlikeli terimler olmasının nedeni de budur.
Alp Sime, 2015, Sadık, Arşivsel pigment baskı, 64 x 95 cm
Zeynep Sayın dilin bu belirleyici (ya da yasa-koyucu diyelim) işlevine değinirken Lacan’dan şu alıntıyı yapmış: “Sözcüklerden başka yasalar yapıyor muyuz? Yaşam, özgürlük, mülkiyet, onur, sahip olduğumuz en değerli şeyler sözcüklerin seçimine bağlı.” Buna benzer bir şeyi Lacan’dan önce Nietzche de söylemişti: “Hakikatler metafor oldukları unutulan metaforlardır.” Nietzsche’nin ve Lacan’ın ortak uyarısı şudur herhalde: dilin ürünü olan simgesel düzeni ya da gerçeklik rejimini mutlak olarak kabul ederseniz ‘gerçek’in o özgürleştirici belirsizliğini unutur, kendi gerçeklik rejiminizi mutlak diye dayatmaya başlarsınız. Ve bu rejime ‘ölüm-politikaları’ da dahildir. Nekro-politika.
İhsan Oturmak, 2018, Yaşayan Çocuk Lahiti, Yerleştirme
Zeynep Sayın kitapta dünyanın ve tarihin çeşitli noktalarından nekro-politika örnekleri sunuyor: Che’nin “ölü” fotoğrafının dünya basınına servis edilişi, Kongo’nun ilk seçilmiş başkanı Lumumba’nın cesedinin hiç iz kalmasın diye ‘asit küvetine atılarak eritilmesi’ SS subaylarının Auswichtz kurbanlarından ‘figüren’ yani ‘figür’ olarak bahsetmeleri, Taliban’ın Sovyetlerle özdeşleştirdiği Necibullah’ın cesedini sokaklarda sergilemesi… Bütün bu feci örneklerin uzak diyarlar ve garip zamanlarda olup bitmediğini, ‘şimdi ve burada’ da, yani Türkiye’nin çok yakın tarihinde de olduğunu gösteriyor kitap, mesela: “Şırnak’ta yirmi dört kurşunla öldürüldükten sonra zırhlı araca gerilen ve sokak sokak sürüklenen Hacı Osman Birlik.” Mesela: “Oğlunun cesedini, yanmış kemiklerini alabilmek için... 91 gün açlık grevi” yapan Kemal Gün. Mesela: Benzer bir mücadeleyi sürdüren Cumartesi Anneleri. Mesela: Aysel Turgut’un annesinin mezarına yapılan saldırı.
Bütün bu vakalarda ortak olan iki şey var: Ölünün ölü olarak ‘tanınmaması’ ve ölünün gelecekte de tanınmasını sağlayacak anıtların ve ritüellerin ortadan kaldırılması. Böylece ontolojik bir mesele olan ölüm siyasi bir meseleye dönüşür. Butler’ın kimin yasının tutulabilir olduğuna dair o meşhur sorusu da bununla alakalı.
İhsan Oturmak, 2018, Damda Uyuyan Çocuklar, Tuval üzerine yağlıboya, 50 x 160 cm
Sergideki işler de benzer hatlar üzerinden gidiyor. Alp Sime fotoğraflarıyla gündelik hayat içinde ölümü çağrıştıran anları kayda geçirmiş. Mesela Kalabalık adlı fotoğrafta dünyanın her yerinden olabilecek bir insan grubunun telaşlı, öfkeli ve kaygılı görüntüsü var. Bu manzara dünyadaki herhangi bir savaş anından ya da cenaze töreninden alınma olabilir. Böyle bir anonimlik aslında Zeynep Sayın’ın bahsettiği ölüm etiğini de canlandırabilecek bir şey. Bir savaş manzarası çağrışımı da Sadık adlı işte görülüyor. Siperleri andıran çukurlara düşmüş “korkulukların” o cansızlığı savaş anını ve o anonim düşüşü hatırlatıyor. Sergide “yere serilmiş” olan ölü-domuz fotoğrafı da, aniden bir ölü-hayvanla ya da ölü-hayvanın toprakta bıraktığı izle karşılaşma hissi yaratıyor. Tabut Götüren-Getiren Adam adlı fotoğrafta sokak el arabasıyla tabut taşıyan adamsa gündelik hayatta bir memento mori gibi dolaşıyor.
Bu memento mori meselesi önemli. Bütün anıtlar, mezarlar ve dini mekanlar bir bakıma memento mori’dir. Eski-yeni, Doğu-Batı mukayeselerini çok seven Oğuz Atay son (bitmemiş) romanının bir pasajında Osmanlı’da şehrin içinde olan türbelerin ve mezarların ölüm bilincini günlük hayata taşıdığını, sonra şehir dışına taşınan büyük mezarlarınsa ölümü ve ölüm bilincini hayattan dışladığını anlatıyordu ironik bir paragrafta. Bir dereceye kadar doğru ama bir ‘tanrı’ fikrini hatırlatan bütün yapılar, yani bütün ibadethaneler de aslında birer memento mori sayılabilir. Çünkü tanrı fikri aslında ölüm fikriyle birlikte gelişir ya da bazen tam tersi.
Alp Sime, 2004, ATM Yanında Adam, Arşivsel pigment baskı, 42 x 62 cm
İhsan Oturmak ölüm meselesine böyle bir yerden yaklaşıyor ve birer mimari yapı olarak camileri ve camilere alternatif yapıları ele alıyor. Oturmak’ın yaptığı iyi şey şu: sadece ön cepheden ibaret uzun bir cami yaparak, camilerdeki hiyerarşiyi ortadan kaldırmak ve aslında var olan hiyerarşiyi göstermek. Buna tek uzun bir saftan ibaret olan Ön Saf adlı iş de eklenince, aslında camilerin, o memento mori’lerin bile içinde bir toplumsal hiyerarşi olduğunu gösteriyor. Herkesin ön saflarda olacağı bir cami mümkün müdür? Hayır. Teoloji bir hiyerarşi içerir, teoloji de politiktir. Ama tek sıra, tek safta yan yana olmanın bir yolunu gösteriyor İhsan Oturmak: Damda Uyuyan Çocuklar’da yan yana o en mahrem hali, uykuyu paylaşan çocukların saflığını görmek mümkün. Ve aslında o çocukların ‘damdan düşüp ölme’ ihtimaline meydan okuyuşlarını da.
İhsan Oturmak, 2018, İçgüdüsel Mimari, Tuval üzerine yağlıboya, 50 x 70 cm
İhsan Oturmak, mimari yapıların ideolojik anlamıyla yakından ilgileniyor. Mesela Kurtarılmış Bölge adlı yerleştirmede (ya da ‘inşa’sında diyelim) geçtiğimiz yıllarda yerle bir edilen –bir bakıma “öldürülen”- Sur’un yeni halini gösteriyor. Bu yeni hale hakim olan ‘yeni malzeme’ hissi de, aslında Sur’un ölümüne tersten ayna tutuyor. Mekanların ölümü de, nekro-politikaya dahildir. Oturmak’ın İçgüdüsel Mimari adlı resmi de mekana dair yeni bir düşünce kanalı açıyor: belli bir düzenle değil, rastgele üst üste yığılan tuğlalar da aslında bir mimari yapı oluşturuyor. İdeolojik bir yapıt (tamamlanmış, ‘rasyonel’ bir yapıt) olarak mimariye tersten bakan, rastlantısal ve açık uçlu bir mimari. Şu an Türkiye’de binaların ve mimarinin ideolojik yapıt olarak anlamı o kadar açık ki, mesela Taksim Meydanı’nda caminin AKM’nin yıkılışıyla eşzamanlı yükselmesi üzerine yorum yapmaya bile gerek yok. (Mitolojiyle ideolojinin karışımı olan mevcut ‘inşa’ çalışmalarının tarihsel ve siyasi anlamı için Zeynep Sayın’ın kitabına bakabilirsiniz, özellikle de Nazi Almanyası’ndaki ‘mitik mimari’ ile Türkiye’deki yeni ‘geleneksel-siyasi mimari’ arasında yaptığı mukayeseye.)
Bu sergi ölüme ne iyi gelir sorusunun cevabını sunmaktansa, soruyu bırakıp geri çekiliyor. Ama mitler ve simgelere yaslanan nekro-politikanın iyice yoğunlaştığı bu dönem üzerine düşünmek için iyi bir vesile sunuyor. Ölüme neyin iyi gelmediğini biliyoruz: Nekro-politika, ölüm-hiyerarşisi ölüme iyi gelmez. Ama bu hiyerarşiyi yok etmenin belki de tek yolu önce yaşam-hiyerarşisini azaltmaktır. Simgesel düzenden merhamet bekleyemeyiz.
Alp Sime, 1996, Çizgili Bebek, Arşivsel pigment baskı, 122 x 80 cm
Comentarios