top of page

Olimpos’ta gün batımı

Taner Ceylan’ın Aheste Çek Kürekleri Mehtap Uyanmasın adlı kişisel sergisi 16 Eylül -15 Ekim tarihleri arasında Sipahiler Ağası Mehmet Emin Ağa Yalısı’nda ziyaret edilebilecek. Eş zamanlı olarak 15 Eylül’den itibaren Sahnede 90’lar sergisi kapsamında SALT Beyoğlu’nda Ceylan’ın 25 yıl önce gerçekleştirdiği The Monte Carlo Style performansı yer alacak. Sanatçıyı Olimpos’taki evinde ziyaret ettik ve gündemine dair konuştuk


Röportaj: Sami Kısaoğlu


Taner Ceylan, Fotoğraf: Sami Kısaoğlu


Dağların yamaçlarında sisin beyaz bir şiir olduğu, alabildiğine nemli bir Ağustos öğleden sonrasında çam ağaçlarının arasındaki tek şeritli yoldan süzülerek Olimpos’a doğru ilerliyoruz. Sis başımı sola, denize doğru çevirdiğimde suyun üzerinde de devam ediyor ve ufuk çizgisi sisten bir perdeye dönüşüyor. Sanki tam orada denizin bittiği yerde bir yangın var, öylesine büyük bir duman bulutu kaplıyor denizin üzerini. Olimpos’a beni getiren neden ise 15 yıl aradan sonra Taner Ceylan’ın İstanbul’da, Boğaziçi kıyısında, Kanlıca’da yer alan Sipahiler Ağası Mehmet Emin Ağa Yalısı’nda ziyaret edilebilecek olan kişisel sergisi. 2019 yılından itibaren İstanbul’dan ilhamla ürettiği resimlerin yanı sıra bir heykel ve bir video çalışmasını da seyirci ile buluşturacak olan sanatçı aynı zamanda sergiye paralel olarak usta bir İstanbul rehberi eşliğinde resimlerinde ima ettiği İstanbul’a yolculukların gerçekleştirileceği bir gezi programı ve sergi konuşmaları planlıyor. Mehmet Emin Ağa Yalısı’ndaki kişisel sergisinin yanı sıra Sahnede 90’lar sergisi kapsamında SALT Beyoğlu’nda 25 yıl önce gerçekleştirdiği The Monte Carlo Style performansını da ziyaret etme fırsatı bulacağımız Taner Ceylan ile Osmanlı’nın anlatılmayan hikâyelerinden İstanbul sevgisine, Türk Sanat Müziği ve Halil Paşa’dan Olimpos sergilerine uzanan bir sohbet gerçekleştirdik.


Taner Ceylan, Müzik Dersi, Tuval üzerine yağlı boya, 150 x 200 cm


Osmanlı’nın bilmediğimiz suretlerinden ve anlatılarından, imparatorluk başkentine dair gerçekleştirdiğin keşif yolculukları ve İstanbul tutkuna, 14 yıl aradan sonra gelen Aheste Çek Kürekleri Mehtap Uyanmasın serginin birçok farklı çıkış noktası mevcut. Söze biraz bu sergiyi var eden unsurlar, hikâyeler ve meseleleri konuşarak başlayalım mı?


İstanbul’a olan ilgimin bir kırılma noktası var. O kırılma noktası da benim New York’ta çok yoğunlaştığım bir zamanda yaşandı, Paul Kasmin ile birlikte çalışırken... İstanbul’da turist olmak çok güzel bir şey. Aslında dünyanın her yerinde turist olmak çok güzel bir şey ama İstanbul’da daha güzel. Almanya’da doğup büyüdüğüm için ailemle birlikte her yaz İstanbul’a gelmek benim için Alaaddin’in Sihirli Lambası’nda olmak gibiydi. Deniz, sıcak, güneş, palmiyeler… 1982’den sonra buraya yerleştik. Yaşamaya başladıktan sonra bu güzellikleri görmemeye başladım. İstanbul’a nasıl bakmam gerektiğiyle alakalı iki kırılma noktası iki kişiyle tanışmamla gerçekleşti: Erkal Aksoy ve Hikmet Mizanoğlu. Erkal Aksoy Alaturca House’u işletiyor, antikacı. Hikmet Mizanoğlu’nun da bir antikacı dükkânı var ve aynı zamanda sanat tarihinin köklü isimlerinden. Tam bir İstanbullu olan Erkal’ın mekânını ilk gördüğümde içimden geçenler şunlardı: “Ben bir göçebeyim, buradayım ama bir ayağım hep dışarıda. Bir noktadan sonra tamamen gideceğim. Oysa Erkan burada köklenmiş. Bunu onun sahip olduğu nesnelerden, hayata bakışından, İstanbul’a olan aşkından anlıyorum.” Hikmet Mizanoğlu ile Kapalıçarşı’da bazı hanları ve mekânını gezerken, sahip olduğu bilgileri fark edince “bu insanlar benim bilmediğim bir İstanbul’u yaşıyorlar” demiştim. Onların İstanbulu’na nüfus etmeye başlayınca âşık oldum ve yeni şeyler fark ettim. Mesela, Londra’yı gezince uzun yıllardır bir şeyin değişmediğini gördüm. Notting Hill’in antikacıları Hollywood dekoru gibidir, her şey eski ve otantik. New York’a gittiğim zaman ise New York’un İstanbul’dan daha yaşlı olduğunu gördüm çünkü gökdelenler 80-100, evler 150 yaşında. İstanbul’da 100 yaşında bina pek yoktur. Burada her şey o kadar değişiyor ve yenileniyor ki o köklülük duygusu hiç gelmiyor. Fakat ben burada o iki insanla tanıştığım zaman 1000 yaşındaki o eski İstanbul’u gördüm. Çok büyük bir kırılma noktası yarattılar bende. “Ben de bu İstanbul’un içine gireyim, nasıl yaşanıyor göreyim ve ben de kendi İstanbulum’a bir bakayım, ne çıkacak ortaya?” dedim. Tam da o aşamada New York’taki galeriyle ilişkim iyiydi ve İstanbul’da bir sergi yapmaya karar verdim. Galeriye dedim ki siz aradan çekilin, ben bu sergiyi kendim yapacağım. Kabul etmediler. İlişkiyi donduralım, sonra bakarız dedik ve o süreçte Paul Kasmin vefat etti. Herkes kendi yoluna gitti. Ben de bu sergi için kolları sıvadım. Üç yıldır konak arıyorum ve en sonunda muhteşem bir yalıya denk geldik: Sipahiler Ağası Mehmet Emin Ağa Yalısı. İstanbul’a daldıkça Osmanlı, Bizans, hikâyeler de buna dahil oluyor. Peyzaj üzerinden değil erkekler, kadınlar yani bedenler üzerinden İstanbul’u anlatmaya çalıştım. Bu benim için de bir meydan okuma. Kayıp Resimler serisi benim oryantalizmle derdimin olduğu bir seriydi, bu seri de onun devamı niteliğinde.



Serginin ismi Aheste Çek Kürekleri Mehtap Uyanmasın inceden bir Yahya Kemal Beyatlı şiiri ve Münir Nurettin Selçuk’un aynı şiirden yola çıkarak bestelediği uşşak makamındaki eserine selam gönderiyor. Türk Sanat Müziği'ne ilgin neredeyse çocukluğuna uzanıyor, hatta İstanbul’daki evin Zeki Müren, Neşet Ertaş gibi birçok ünlü ismin yetişmesine büyük katkıları olan Türk Sanat Müziği ve kanto bestecisi, udi ve eğitmen Kadri Şençalar’ın uzun yıllar yaşadığı ev. Biraz Türk Sanat Müziğine olan ilgin ve yeni serginin bu müziğe dair bağlantılarından bahsedebilir misin?


Kadri Şençalar’ın evinde olmam ilahi bir rastlaşma sonucu. Ben Floryalı’yım. Yanlış hatırlamıyorsam, 1970’li yıllarında önce Kadri Şençalar Florya’ya geliyor ve Müzeyyen Senar’ın oradan ev almasına neden oluyor. Mustafa Kandıralı bizim komşumuzdu. Akşamları her evden müzik sesi gelirdi. Mustafa Kandıralı klarnetini çalardı, Kısmet Kandıralı şarkı söylerdi. Kadri Şençalar’ın kızları annemin çok yakın arkadaşlarıydı, onlar anlatıyordu: Florya’daki bahçemdeki kamelyanın altında Kadri Şençalar ut çalarmış ve Müzeyyen Senar şarkı söylemiş. Türk Sanat Müziği'ni çocukluğumdan beri çok seviyorum. Hatta çok ilginç bir tecrübem var: Türk Sanat Müziği'nde en çok sevdiğim parçaları bir kâğıda yazdım, sadece iki makam çıktı: Kürdilihicazkar ve Nihavent.


Taner Ceylan, Rüstem Pasha, 2019, Tuval üzerine yağlıboya, 240x160 cm


Serginin çıkış noktasında, özellikle bir eser diğerlerinden daha fazla öne çıkıyor. 240 x 160 cm boyutunda, 2019 yılına tarihlenen bu eser Rüstem Pasha ismini taşıyor. Eminönü’nde, birçok yapının arasına gizlenmiş konumda bulunan Rüstem Paşa Camii’ndeki çiniler, o çinilerin deforme olmuş ve sonradan eklenmiş hallerini tuvale taşıdığın bu eser ve Mimar Sinan’ın görece olarak az bilinen bu yapısı üzerine konuşabilir miyiz?


Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde okurken Özdemir Altan atölyesindeyim ama Adnan Çoker’in atölyesine de gidip geliyordum. Adnan Çoker’in gidip görmemizi önerdiği bir camiydi ve “İstanbul’un mücevher kutusu” derdi oraya. Caminin girişindeki avlu ilk gün dikkatimi çekmişti. Belli ki zaman içerisinde duvardaki çiniler dökülüyor ve her dönem birileri depodaki çinileri yama yama tamamlıyor. O kadar bizi anlatan bir duvar çıkmış ki orada. Tam bir mozaik ama kırık dökük ama çok güzel ama çok çirkin. Bu biziz. Aslında İstanbul’da değil, bütün Anadolu o eklenmiş eklemlenmiş o mozaik kırılmış dökülmüş ve tüm o geleneklerin birleşmesiyle birlikte yepyeni bir şeyin ortaya çıktığı bir duvar aslında, bizi anlatan bir şey. Tabii tarihine de girdiğimiz zaman çok romantik, çok acayip bir hikâye. Mimar Sinan, Mihrimah Sultan’a aşık. Anadolu Yakasına, Üsküdar’a Mihrimah Sultan Camii’ni yapıyor, buraya, Eminönü’ne Rüstem Paşa Camii yapıyor ve fantastik öyküler var orayla alakalı. Rüstem Paşa da aynı zamanda acayip bir tüccar ve ilk camilerin altına dükkan kurup, mağazaya dönüştüren ilk cami örneği Rüstem Paşa Cami. Ticaretle dinin iç içe geçtiği ilk örnek. Tahtakale’nin tam göbeğinde. Bilmeyenin bilemeyeceği bir cami. Mahzenlerden geçerek oraya varıyorsun. Gerçek bir mücevher kutusu. O dönemin hikâyesine baktığımız zaman ve aslında o duvar, o dönemi çok iyi anlatıyor. Kırık dökük hikâyelerin bir bütünü aslında. Bizim gibi. Hikâye bundan ibaret. Ben orada dümdüz çok güzel bir İznik duvarını da resmedebilirdim, Sultan Ahmet Camii’ndeki muazzam duvarlardan biri de olabilirdi. Ama bunu tercih ettim çünkü bir şekilde beni çarptı. Yine oryantalist eleştiri gibi de bakılabilir.


Fotoğraf: Sami Kısaoğlu


Resmin duygusal olmasına dair. Renkleri bir şekilde duygusal titreşimleri üzerinden sanatına aktarıyorsun.


Yıllar önce Sotheby’s, Çağdaş Türk Sanatı müzayedesi yapmaya karar verdi ve büyük bir duyuruyla ilk önce Londra’da bir sergi açılacaktı, ondan sonra dünya sanat ortamına güncel Türk Sanatı sunulacaktı. O sergiye bir boksör resmiyle, Ruhani ile katılmıştım. O resmin kataloğunun ön yazısında Londra’da bir eleştirmen beni Chuck Close ile kıyaslayıp, üzerime hiper-realist damgasını vurmuştu. Danaların sırtına yapılan o acımasız kızgın mühür gibi bir şey oldu bu. Ben asla kendimi hiperrealist olarak tanımlamadım, tanımlamam. Öyle bir amacım yok ve öyle olduğumu da düşünmüyorum. Teknik olarak çok kaba bir ressamım. Sonra bir gazeteciyle röportaj için konuşurken, “Ben gerçekçi bir ressamım. Bunun üstüne ekleyecekseniz duygusal gerçekçi demenizi tercih ederim” dedim. Çünkü ben resme bakıldığı zaman boyanın görünmesini istemiyorum. Kırmızıya baktığın zaman acıyı görmek, kanı görmek benim için önemli. Duygunun karşıya aktarılması, bütün hikâye bu bende demiştim” ve hâlâ bunu söylüyorum. Güncel sanatın tüm dünyada son on yıldır böyle patlaması, yatırım aracına dönüşmesi ve burada da genç sanatçıların, yeni sanatçıların, iyi sanatın esprili sanatla karıştırdıklarından kaynaklı büyük bir handikap ortaya çıktı. Espri bulmak, bir fikir bulmak ve bunu onlarca yüzlerce resme aktarmak yeni bir şeymiş gibi sunmak. Resim bakanı çarpıyor, büyülüyor, tıpkı bir shot içmiş gibi. Çünkü özü bir espriye, bir fikre dayanıyor; duyguya değil. İşin özü duyguya bağlandığı anda karşıdakinin ruhuyla temas eden başka bir rezonans ortaya çıkıyor. Ben de bunu her resmimde yakalayamıyorum ama amacım o. Bir duyguyla kendine getiren yapıt ebedî oluyor.


Osmanlı İmparatorluğu’nun ele avuca sığmaz paşası, Delacroix, Ingres, Courbet gibi Avrupa resminin kilometre taşı ressamlarına eser siparişleri veren, belki de Baudelaire’in dandy kavramının Şark coğrafyasındaki bir yansıması diyebileceğimiz Halil Şerif Paşa’ya özel bir ilgin söz konusu. Kendisi tarafından Courbet’ye sipariş edilen Dünyanın Kökeni resmine selam gönderdiğin 1879 ismini taşıyan resmini anımsıyorum ilk olarak. 2011 yılında yaptığın bu resimden 10 yıl sonra bu kez yeni serginde Halil Şerif Paşa’nın hayali bir portresini yapıyorsun bir modelden yola çıkarak. Halil Şerif Paşa’ya olan ilgin, senin sanatına verdiği ilham, sendeki yansımaları ve yeni sergindeki portresi üzerine konuşabilir miyiz?


Aynı Rüstem Paşa Camii’ndeki duvar gibi kırık dökük bir hikâye bu da. Aslında o resimler bugün burada, elimizin altında olabilirdi. İçinde bulunduğu arkadaş grubu çok enteresan. Abdülmecid Efendi’den tut Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya kadar önemli ailelerin içinde büyümüş, Hidivler’le birlikte. Bu insanlar Verdi’ye Aida Operası’nı sipariş eden, oryantalistlere resim yaptıran insanlar… Sanatsal bir vizyonları varmış.


Bize anlatılan Osmanlı tarihiyle hiç alakası olmayan bir tarih var. Bugün bile herkesin, ulaşmak istediği bir ütopyayı o dönem yaşamışlar. O yüzden benim için bitmeyen bir hikâye... Ben Halil Paşa’nın bir portresini yapayım diyerek yola çıktım ve bu sergide yer alacak olan resim ortaya çıktı. Bu tamamen Halil Paşa’nın bende yarattığı etkiden, duygudan kaynaklanarak yola çıktığım bir kompozisyon. Yoksa Halil Paşa’nın fiziksel portresiyle alakası yok. Resimdeki küstahlık çok davetkâr bir şekilde bakıyor ama tüm edasıyla sana “sen buraya ait değilsin, bizden değilsin” diyor.


Fotoğraf: Sami Kısaoğlu


Mehmet Emin Ağa Yalısı’ndaki yeni serginde resimlerinin yanı sıra sanatsal ifade biçimi olarak kendini pek de sık ifade etmediğin video ve heykel disiplinlerinden de birer çalışma yer alıyor. Biraz bu eserlerin bağlamını ve süreçlerini anlatır mısın?


Bir heykel denemem var aslında, sekiz yıl önceye ait bronz bir heykel, Altın Çağ serisine ait. Bu da ikinci heykelim, bu sefer mermer bir çalışma. Olimpos Sergileri I’de keşfettiğim bir ressam var: Hakan Çınar. Hakan’ın sanatı ve zanaatından büyülenmiştim. “Rodin İstanbul’da yaşıyor” demiştim. Muazzam bir heykeltraş. Ben bu zeytinliğin içinde dolaşırken bu heykeli gördüm. İlham hâlâ bende çok işleyen bir şey. Ondan sonra Hakan’a bundan bahsettim, “ben sergiye böyle bir heykel yapmak istiyorum ve bu bana göründü” dedim. Hakan fikre bayıldı. Ben en kolay yoldan nasıl yaparız diye bakarken Hakan, “Gel bu heykeli mermer yapalım. Bahsettiğin şey mermer olmalı” dedi. Birkaç hafta sonra Hakan, “Hadi heykeli 50-60 cm değil orijinal boyutuyla, iki metre olarak yapalım.” dedi. Hakan’la Afyon’da mermer aramaya başladık. Bir yıl sürdü. Masif beyaz mermeri Türkiye’de bulamıyorsun çünkü hepsi yurtdışına gönderiliyormuş. İki-üç denemeden sonra bize vaat edilen beyaz mermeri bulduk. Fakat yine zaman içerisinde heykeli yontarken beyaz olmadığını anladık. Sonunda bir iki damar çıktı ama “bu da işin cilvesi” dedik. Fakat iki yılda Hakan’la heykelin modellemesi üzerinde uğraştık bilgisayarda. Çok çalıştık. Ben İstanbul heykeli yapmak istedim bir tane, İlhan Koman’ın Akdeniz heykeli gibi, Taner Ceylan’ın İstanbul’u. Yapacaksak o iddiada olsun dedim. Onun için çok uzun sürdü. Nasıl olmalıydı bu heykel? Örtülü olmalıydı, kendisini göstermeyecek ama son derece küstah, beli elinde, burnu havada bir figür olmalıydı ve sonunda bunu yarattık. Ondan sonra da oymaya başladı Hakan. Şu anda da finalize etmeye çalışıyor. Sergide yalının denize bakan kısmına konulacak, açıkta sergilenecek ve insanlar denizden gelirken ilk heykel karşılayacak onları.

Taner Ceylan, İstanbul, 210 x 60 x 60cm, Mermer, Fotoğraf: Engin Gerçek

Yıllardır bir video işi yapmak istiyordum. Benim yıllar önce bir video denemem var ama onu saymıyorum, denemeydi. (Çok seviyorum orası ayrı.) Profesyonel anlamda bir video işi yapmak istiyordum, Türk Sanat Müziği'ni tınılarının olduğu, deniz sesinin olduğu, tatlılığıyla insanın kalbinde böyle bir sızı bırakan bir video... Akademi'den çok sevdiğim bir yönetmen arkadaşım var: Bora Onur. Konuşunda Bora “Ben bu işe girmem çünkü teknik açıdan benim için sakıncalı bu iş. Senin işini ancak çok iyi bir reklamcı yapabilir,” dedi ve bir yönetmen önerdi: Devrim Erdoğan. Hiçbirimiz bilmiyoruz ama televizyonda seyrettiğimiz o en jilet, yüksek çözünürlükte, detaylar, akışlar, arka arkasına gelen durumlar, dünyalardan dünyalara geçilen reklamları yapan kişi. Ben videonun denizde çekilmesini istiyorum. Sonsuz bir denizin üzerinde bir kayalıkta, dolunayda, Cem Adrian’ın üzerinde beyaz bir örtüyle şarkı söylemesini istediğimi, sonra örtünün yavaş yavaş, heykel gibi, üzerinden düşmesini istediğimi söyleyince Devrim bunun mümkün ama çok zor olduğunu, bunun doğada çekilecek bir video olmadığını söyledi. Devrim’in dediği üzere tüm bu ortam önce bilgisayarda 3D’de yapılacak sonra Cem Adrian çekilip içine yerleştirilecekti. Prodüksiyon ekibi devreye girdi ve şu anda rendering işini yapıyorlar. Benim istediğim dünya yaratılıyor. Yakında Cem Adrian’ın çekimleri de gerçekleşecek. Videodaki kostümü de Hatice Gökçe tasarladı. Ortaya ne çıkacak merakla bekliyorum.


Serginin her aşaması ile ayrı ilgilendiğini ve tıpkı resmindeki gibi detaylara büyük özel gösterdiğini biliyorum, bu noktada sergi mekânı olarak seçmiş olduğun Mehmet Emin Ağa Yalısı ve buradaki sergi tasarımı üzerine konuşabilir miyiz? Aslında burada da Osmanlı kültürü ile içe içe geçmiş bir mimari yapıyı resimlerin için sergi alanı olarak seçiyorsun fakat neredeyse onu tamamen.


Beykoz’da bir konak vardı fakat satıldı pandemi döneminde. Burası önüme geldi benim, her şey denk geldi. Sergi tasarımını Autoban yapıyor. Modern bir şey yaparak mekânı modernleştirmek için değil bu resimleri asmadan sergilemek için bana yardım ediyorlar. Çünkü mekâna çivi bile çakamıyoruz. Resimleri konstrüksiyonlara yerleştireceğiz ama bunu öyle yapacaklar ki hiçbir şekilde dikkat çekmeyecek. Teknik bir iş. Mekânın ruhunuysa Hikmet Mizanoğlu verecek. Bahsettiğim antikacı, sanat tarihçi hanımefendi. Onunla yalıyı gezdiğimizde “Bana bu mekânın ruhunu yeniden kazandırır mısın?” dedim. Hikmet mekânı sanki 200 yıl önce yaşanıyormuş gibi döşeyecek. Antika mobilyalar, avizeler, halılar, vazolar geliyor.


Benim etkilendiğim kısım insanların hâlâ yaşayan bir İstanbul’a bir ay boyunca girip çıkacak olmaları. Öyle bir yalıya hangimiz, kaç kez giriyoruz hayatımızda? Bu bir deneyim. Aynı zamanda resimlerimde geçen imalar, Eyüp’teki mezar taşı, İftariye Köşkü, resimdeki sarnıç çok usta bir İstanbul rehberi tarafından şu an haritada belirleniyor ve nefis bir İstanbul turu düzenleyeceğiz. Sergide konuklara bir İstanbul turu da veriyoruz. Resimlerimde geçen İstanbul’u görüp sonra sergiye gelme şansları olacak.


Mehmet Emin Ağa Yalısı’ndaki sergine paralel olarak SALT’ta da bir sergin söz konusu. Oradaki sergi aslında Taner Ceylan’ı belli bağlamlarda yaratan eylemlerden bir tanesinin bir dökümantasyonu olan bir sergi ve yıllar önce gerçekleştirdiğin The Monte Carlo Style performansı ve sergisi kaynaklık ediyor aslında Salt’ta gerçekleşecek olan bu sergiye. The Monte Carlo Style performansı ve Salt’ın ev sahipliği yapacak olduğu bu sergiyi anlatabilir misin?


Benim akademiden mezun olup 95-96 yılına kadar defalarca sergi açıp, tutunamayan bir ressam olarak bir intikam alma öykümdü o performans. The Monte Carlo Style. Herkesi sahte bir partiyle kandırıp resimlerimi gösterdiğim bir performanstı. Beyoğlu Devlet Han’da arkadaşlarımın atölyesini bir günlüğüne aldım. Çok şık davetiyeler, afişler tasarlandı, LCV’ler yapıldı. Biz iki üç hafta boyunca arkadaşlarımla kurye kılığına girip o davetiyeleri dağıttık. Telesekreter vardı o dönemler, telesekretere not bırakıyorduk. Bir iki hafta sonra notu değiştirdik, “Lütfen artık randevu ve isim bırakmayın çünkü davetiye listemizdeki seçkin 70 kişilik liste doldu.” Aslında 400 kişiye davet göndermiştik. Sonra coştu insanlar. Sene 1995. Açılışta da ben dört tane resim sergiledim ve resimlerin karşısına da duvara bir yazı yazdım elimle. “Benim yaşadığım hayal kırıklığının hepsini bir akşam da siz yaşayın” diye bir metin yazdım uzunca. Yüzlerce insan geldi. İnsanlar hazırlanmışlardı çünkü o sahte davetiyelerde, onlara sunulan partide Devlet Han’da başlayan ve otobüslerle Karaköy’e tekneye götürüldükleri ve Cocolouris yatıyla devam edecekleri bilgisi vardı. Hatta yatın içinde Jean Paul Gaultier defilesi, havuz partileri, striptiz şovları, sabah 7’ye kadar boğazda eğlence olduğu ve sabah 7’de de Fesçiler Kasrı’nda kahvaltı olacağı yazıyordu. Öyle bir kasır bile yok, tamamen yalan.


Taner Ceylan, Beril, 2021, Tuval üzerine yağlı boya,153 x 200 cm


Yirmi yedi yıl önce gerçekleştirdiğin The Monte Carlo Style performansına dair nasıl bir sunum bekliyor olacak Salt’taki sergi kapsamında seyircileri?


SALT’ta o geceye dair sergilediğim dört tane resmi görecek izleyiciler ve bahsettiğim duvar yazısını… Bir de kaydedilen videodan stil görüntüler Salt’ın sinemasında gösterilecek. Videonun büyük bir bölümü bizim arkadaşlarımızla çünkü o sahte davetiyenin altına sponsored by Vivet Jewellery yazıyordu. Çünkü öyle bir sponsor da olmadığı için biz o gece bayan Vivet kılığına girdik insanları karşılarken. Kapıda son paramızla iki koruma tuttuk ne olur ne olmaz diye. İnsanlar korumalardan ve kapıdaki isim listelerinden geçip içeri girdiklerinde karşılaştıkları drag queenler olduk. Ben kapıda bir prima donna olarak “hoş geldiniz” diyerek elimi öptürüyordum. “Buyurun lütfen kokteyl salonuna geçin” diyordum. Üç kişiydik. Tiyatrocu arkadaşım Murat İpek, ben ve Mine Pektaş. Murat da diyor ki, “Lütfen içeride karideslerden, aperitiflerden alın, karnınızı doyurun.” Mine de aynı şekilde insanları yemeye, içmeye yönlendiriyor fakat içerisi Beyoğlu’ndan topladığımız çöplerle dolu. Kalabalık kıvama geldiği anda ikinci aşamaya geçtik. İnsanlarla karşılıksız bir diyaloğa girdik. Gidip onları aşağılayıp çekilmeye başladık. Mesela bir kadına “Ne kadar güzel bir hanımefendisiniz ama şapkasız çıkılır mı, olmamış” diyorduk. Bir küratör ya da bir sanat insanına “Ah siz o değil misiniz? Kitabınıza ben sponsor olayım ister misiniz?” dedikten sonra lafı ağzına tıkayıp gidiyorduk. Bir ressam görüp “Sergini ben ne yapayım ne olur, sponsorun ben olacağım.” deyip çekip gidiyorduk...


Olimpos Sergileri serisinin üçüncüsünü bu yıl düzenliyorsun. Bu sergilerin kalbinde tam olarak içinde bulunduğumuz coğrafya ve senin burasıyla olan ilişkin yer alıyor. Sergilerin doğuş öyküsünden ve senin için taşıdığı önemden bahsedebilir misin?


Ben burayı hasbelkader aldığım zaman zeytinci olacağım aklımdan hiç geçmemişti hatta arazinin içinde 300 zeytin ağacı olduğunu bile bilmiyordum. Şimdi Alp ile birlikte zeytinleri topluyoruz fakat ağaçlar çok büyümeye başladı. İlk başta 300, 400 kilo zeytin alıyorduk sonra bir baktık 3 ton, 4 ton, 5 ton… İş beni aşmaya başladı. Yağını sıkıyoruz fakat çok da erken hasat yaptığımız asidite oranı 0.2. Durum böyle olunda çok sevdiğim abim rahmetli Ali Dinçkök’e gittim. O da Paper Moon’u kurmuştu ve işletiyordu aynı zamanda gurmeydi. Tam bir İstanbul beyefendisi. Benim yapıtlarımı ilk toplamaya başlayan koleksiyonerlerden biri. Ali Bey’in evine gidince Marina Abramović’den Nan Goldin’e, Picasso’dan Hans Bellmer’e isimleri görünce bir şok geçirmiştim. İstanbul’da bir müzede geziyor gibiydim. “Bu büyük bir haksızlık” diye düşündüm, bu eserleri benim hocalarım görmemişti… Ali Bey’in bir tutkusu da aşık olduğu işin sanatçısını bulup onunla arkadaş olmaktı. Mesela, Nan Goldin Ali Bey’in fotoğrafını çekmiş, Ali Bey de onun; ya da masada bir Hans Bellmer bebeği vardı, görünce aklım çıkmıştı. Ali Bey bana dedi ki, “Taner bu benim çok özelim.” Adam öyle bir tutkuyla yapıyordu ki bu işi… Benim için de özel bir oda yapmış yukarıda. Bir tasarımcı tarafından tasarlanmıştı oda benim resimlerim için… Neyse, zeytin meselesine dönersek, Ali Bey’e durumu anlattım ve bana dedi ki, “Yağın enfes, gençlere sen zaten destek oluyorsun. Ben dahil olmak üzere bir elin beş parmağını geçmeyecek şekilde bu yağı bölüştür ve bize bunu çok pahalıya sat ama önce bir şirket kur. Yağları çok iyi paketle ve çok iyi tasarla. Bana getir önce ben bir göreyim. Ondan sonra beş koleksiyonerine bölüştür ve biz de bizde Taner’in yağları var diye hava atalım. Buradan gelecek parayla da gençlere sergi aç ve her yıl kitap çıkar.” dedi. Yaparım dedim. Fikir Ali Bey’den çıktı. Dediği gibi şirketi kurdum, tasarladım, her şeyi yaptık. 0.2 asit oranını elde ettik. Sonra Ali Bey’e götürdüm, yağları aldılar ve bu parayla da ilk Olimpos sergisini yaptık.


Olimpos sergileri kitapları üzerine neler söylemek istersin?


Kitaplara çok önem veriyoruz. Sanat tarihinin en temel kavramlarından yola çıkarak beş sergi yapma hedefi koyduk. Peyzaj, portre, enteryör, natürmort ve figür. Peyzajı ve portreyi yaptık, şimdi enteriyör geliyor, iç mekân geleneği. Daha sonra ise natümort var. Hikâye sanat tarihini hatırlamak, sanat tarihinin temel konularından yola çıkarak hakiki bir şeyler ortaya koymak. Kitabın ilk yarısında da güncel sanatın en önemli isimlerine, değer verdiğim arkadaşlarıma, o yılın konusuyla ilgili istedikleri bir yapıtı ele almalarını istiyorum. Geçtiğimiz yıllarda Halil Altındere yazarken güncel sanattan bir şeyi aldı, bir başkası klasik resimden yola çıktı, yani dönemleri serbest ama konu sabit. Kitabın ilk yarısı Türkiye’deki güncel sanatçıların dünya sanat tarihinden bir yapıtı ele almaları. İkinci yarısında da sergiye katılan sanatçıların işleriyle ilgili ve onlarla geçirdiğimiz süreçle ilgili benim ele aldığım metinler yer alıyor. Sanatçılarla eser sipariş etmiyorum, sanatçılarla birlikte bir yıl boyunca işleri birlikte üretiyoruz. Her biriyle ayrı ayrı geçirdiğim süreçleri not tutuyorum. İkinci yarıda da onlar yazılıyor. Kasım’da Balat’ta bir konakta olacak üçüncü Olimpos Sergisi. Kendi kaynağını kendi yaratan bağımsız, mekânın ruhuyla iç içe geçen sergiler olarak geçiyor.









bottom of page