top of page

New-York’ta kavramsal şah-mat!


Çalışmalarında özellikle asıl ve suret ilişkisini irdeleyen Serkan Özkaya, çetin hava koşullarının dışarıda -30 dereceyi gösterdiği New York’un West Village bölgesindeki atölyesinde, Art Unlimited için kavramsal şair Robert Fitterman ile bir araya geldi. Bir satranç tahtasının başında buluşan ikilinin düşünsel müsabakasında sonuç, her iki taraf için tebessüm verici oldu.

Serkan Özkaya & Robert Fitterman

Amerika’da kavramsal şiirin kurucularından sayılan Robert Fitterman, çalışmalarında özellikle asıl ve suret ilişkisini gündeme taşıyan Serkan Özkaya ile Art Unlimited adına New York’ta bir araya geldi. Fitterman’ın kitapları arasında, The Sun Also Also Rises, war the musical, Metropolis XXX: The Decline and Fall of The Roman Empire ve This Window Makes me Feel gibi çalışmalar bulunuyor. 2000’de ‘Amerikan Yeni Şiir Ödülü’ne ve 2003’te ‘Yılın Kitabı’ ödülüne değer görülen şair, 1993’ten bugüne ise NY Üniversitesi’nde öğretim görevlisi. Fitterman şu günlerde, iki proje üzerinde çalışıyor. Bunlardan biri, Nirvana topluluğunun Nevermind albümünün tam bir dökümünden oluşan bir kitap, diğeri ise, Özkaya’nın George L.Legendre ile ortaya çıkardığı, Bir ve Üç Makarna sergisi hakkında, yeni bir kitap. İkili, entelektüel bir satranç lezzetini taşıyan özel söyleşilerinde New York’ta gündemi belirleyen Guggenheim On Kawara sergisinden, Sol LeWitt’in sanatçı tarifine uzanan geniş bir perspektif yakalıyor.

Serkan Özkaya: Rob, istersen yazar, yapıt ve okur arasındaki ilişkiden başlayalım. Yani, yapıt nerede başlıyor, yazar nerede, okur nerede ve yapıt nerede oluşuyor? Ben bunun hep ortak bir çalışma olduğunu düşündüm…

Robert Fitterman: Evet, bu konuya nasıl yaklaştığın hoş aslında; ikimiz de yapıt üretirken, okurun buna katkıda bulunacağını, hatta yapıtın, okurun tecrübesinde oluştuğunu varsayıyoruz. Ben, aynı zamanda bunun değiştiğini düşünüyorum. Bu ilişki neredeyse fazla saf. Yazar sorumluluk almayı göze alıp da, ‘Bunu yapan, benim’ dediği zaman okuru incitmemiş olması gerekiyor.

S.Ö.: Ben daha ziyade, okurun konumuna yakın hissediyorum kendimi. Zaten, sanatsever olarak işe başlamıştım; aktif bir sanatsever olarak; yapıtları tekrarlayarak. Bu şekilde, sanat tarihinde ne istersen onu yapabiliyorsun.

R.F.: Burada değişen bir şey var. İşte, bu değişimde sanatçının verdiği kararlar ve niyet, önemli hale geliyor. Senin dediğin gibi, bir nevi saflık, naiflik aslında önemli. Bu bir nevi, düşünülmüş, planlanmış bir naiflik. Bu naiflik davetkâr bir hale geliyor. Bir sihirbaz gibi. Aldatıcı olabilir bu, ama aynı zamanda sırlarını ortaya koyan bir yanı da var.

New York'taki atölyeden detay. Fotoğraf: Serkan Özkaya. Şubat 2015

S.Ö.: Bu benim de çok ilgimi çeken bir durum; yani, sihirbazın numarasını nasıl yaptığını biliyorsun, hilesini çözmüşsün ama onu görmek hâlâ seni büyülüyor.

R.F.: Sihirbazlık ile sanat arasındaki fark burada yatıyor. Tılsımı çözen kişi, her zaman okura dahildir.

S.Ö.: Senin Nirvana çalışmandan bahsedelim; ‘Nevermind’. Burada yazarın ne yaptığını ilk 50 sayfadan sonra falan tamamen çözmüş oluyorsun ama okumaya devam ediyorsun; yani büyüsünü yitirmiyor. Belki işi daha diyalektik-materyalist bir düzleme çekiyor.

R.F.: Evet, işte burada sihirbazınkinden farklı bir edime dönüşüyor iş. Çünkü, sihirbazın numarasını anladığın anda, işin büyüsü kaybolur. Oysa bir sanat yapıtında tekniği anlasan da devam edersin. Ondan sonra göndermeler ve tarih ile ilişkiye geçmeye başlarsın ve burada elindeki şeyin zengin ve güçlü bir yapıta dönüşme şansı ortaya çıkar. Öğrencilerime derse bir ‘Hazır-Nesne’ getirmelerini öğütledim. Önce hepsi bu fikirden nefret etti, saçmalık olduğunu düşündüler. Sonra bir kız, üzüm getirdi sınıfa, bir salkım üzüm. Akıl yürütmesi oldukça tahmin edilebilirdi. Yani, üzümün ‘Nature-morte’da, dolayısıyla sanat tarihindeki yeri, vs. Salkımı minik, plastik bir torbada getirmişti ve ona ‘Torba da işin parçası mı?’ diye sorduk. O da bize, ‘Ben bu üzümleri sonra yiyeceğim, o yüzden torbaya koydum, torbanın eserle bir ilgisi yok,’ dedi. Ardından üzümleri bir kâğıdın üzerine koyduk ve her şey bir anda değişti. Buradan, üzümler ve bağlam üzerinde uzun bir tartışmaya giriştik. O anda üzümler, yenebilir olma işlevinden tamamen uzaklaşmıştı. Duchamp misali bir havaya girmiştik. Üzümle başlayan tartışma, bütün sanat tarihini kapsadı bir anda.

Serkan Özkaya, "I'm Still Dead"("Hala Ölüyüm"), tuval üzerine akrilik, 10 Haziran 2014

S.Ö.: Korkarım Amerika’da şöyle bir inanç var; ya da hazır nesneye karşı bir inançsızlık… Robert Gober, bir gün atölyeme gelmişti ve ona zamanında Philadelphia Sanat Müzesi’ne yazdığım bir faksı gösterdim. Aşağı yukarı, şöyle bir şeydi: “Acil-Acil-Acil: Müzenin güvenlik bölümüne: Performans sanatçısı bir arkadaşım, yaşadığımız uzun bir tartışmanın ardından müzenize doğru harekete geçmiştir. Amacı, Duchamp’ın pisuarına işemektir. Lütfen önlem alın ve performans sanatçısı olduğunu, vücudunu kullanmaktaki ustalığını göz ardı etmeyin.” Gober bunu görünce, “Ben o müzenin küratörünü tanıyorum ve eskiden böyle bir performans yapılmış. Biliyor musun, eserin boyası, asitten dolayı soyulmuş. Bu da demek oluyor ki, pisuar bizim düşündüğümüz gibi hazır bir nesne değil; Duchamp’ın rengine özenle karar verdiği bir heykel!” dedi. Öncelikle, bu hikâyenin doğru olduğuna inanmıyorum; ikincisi, doğru dahi olsa bu yaklaşım hazır-nesneyi tamamen anlamamaya, hatta kökten bir biçimde reddetmeye yönelik. Sanki her şey, kişisel dışavurumun bir parçası olmak zorundaymış gibi. Sanki özellikle, Duchamp’ın seçtiği o renk, eseri husule getiriyormuş gibi. Bence büyük bir saçmalık ama Amerika’da genel kabul gören düşünce biçimi bu sanat alanında.

R.F.: Ben, sanatçının ya da yazarın ölümü denen şeyin fazla abartıldığı kanısındayım.

S.Ö.: Öznelliği nerede bulacağız? Yani bence, söz konusu ettiğimiz nesnenin renginde değil elbette ? Baktığın zaman, Duchamp aslında hiç de esrarlı şeyler söylemiyor bu konuda, “Ben bunu seçtim ve benim edimim de o,” diyor. Yani neden anlamamak için bu kadar çaba sarf ediyorlar, bilemiyorum. Peter Schjeldahl’ın On Kawara ile ilgili yazısı da böyle bitiyordu. Retrospektifi kişisel dışavurumdan uzak bulmuş, izleyiciyi dolduran değil, içini boşaltan bir tecrübe olduğunu düşünmüş.

R.F.: Sanatçının düşünür olma haline geçişini vurguluyor bu yapıtlar aslında. Dünyayı yeniden biçimlendirmek ya da yeniden organize etmek gibi bir şey.

S.Ö.: Ben ortak çalışmadan bahsederken, daha ziyade yapıt ile okurun ortaklığından dem vurmuştum. Yazarın değil. Hatta niyeti de sorguluyorum. Bana sorarsan, niyete fazla önem veriliyor. Yazar ne bilir ki ?

R.F.: Bir şeyler biliyor bence, ama okuru tanımıyor.

S.Ö.: Sen de bir okursun; ‘nevermind’ yapıtına geri dönersek, sen öncelikle okursun ve yapıt da zaten bir nevi ergenlik çığlığı gibi. Sonra bunu bir hazır nesne olarak alıp, parçalamaya başlıyorsun. Kelimelerin sırasını değiştirmiyorsun ama, farklı duraklar koyuyorsun. Bunu yaparken sadece yazar değilsin; aynı zamanda okursun ve dinleyici, hatta ergensin. Sanırım bu kitabı sonuna erdireceksin, öyle değil mi ?

R.F.: Evet.

Serkan Özkaya ve George L. Legendre "Bir ve Üç Makarna", Galerist, 'Le Jardin de la Spéculation Cosmique' sergisi, 2012

S.Ö.: Bu tam da bir sanatçı gibi; çünkü bazı yazar, hikâyeci, romancı arkadaşlarım, öyküyü kafalarında kurmuş olsalar bile, onu yazma esnasında değiştirirler. Sense daha ziyade, bir fikir bulup onu yapmaya çalışan bir sanatçı gibi hareket ediyorsun.

R.F.: Aynen, Sol LeWitt’in dediği gibi; ‘Sanatçıysan bir fikir bulursun. Sonrası, onu inşa etmektir sadece.” Ben hem öyle hissediyorum, hem de tarif ettiğin yazarlar gibi hissediyorum. İnternet benim için çok önemli bir kaynak. Oradaki dil ve metinler… Şöyle bir terim düşünüyorum: ‘Yarı hazır – yapıt’ (Semi-made) yani daha az saf bir hazır-nesne kavramı. Tamda internet ile olan ilişkimize benziyor. Platformlar değiştiği sürece, metin saflığını kaybediyor. Sanki bütün metin, acemice yazılmış bir yapıta dönüşüyor. Bunu bir strateji olarak düşünüyorum ve kurallar gittikçe acemileşiyor. Saflıktan uzaklaşıyor. Şiirde bu yeni bir durum. Daha önce böyle bir şey yoktu. Şimdi neredeyse bütün şairler, kitap yazmaya başladı. Yani, bir kitap, tek bir yapıt.

S.Ö.: Her şarkıya iki saat harcasan, bir haftada bitirirsin aslında.

R.F.: Olabilir. Aslına bakarsan, makarna kitabı daha çok vaktimi alıyor. Senin için de bu geçerli değil mi? Bir dolu emek harcıyorsun, vs.

S.Ö.: Yoo.

R.F.: George’la tanıştıktan sonra?

S.Ö.: Hayır, ilk fikrim farklı makarna taneciklerini tasarım objeleri gibi sergilemekti. Benden sergi isteyen galeriye bunu söyleyince, galerici bir kahkaha attı. Daha fazla da üzerinde konuşmadık. Sonra, George’un kitabını gördüm ve aklımdakine çok yakın bir şey yapmış olduğunu fark ettim. Ve denklemleri varsa, bunları üç boyutlu nesnelere de çevirebiliriz diye düşündüm. Böylelikle ne matematik denklemi, ne makarna taneciğinin kendisi, ne de bilgisayardan çıkmış suret gerçek ve ulvî olan makarnayla eşleşecekti. Ama dediğim gibi, fikrin oluşması ne kadar sürdü, bilmiyorum. Bir anda oluştu sanırım. Gerçekleştirmek için ise biraz uğraşmamız gerekti. Yine de en başından biliyordum neye benzeyeceğini.

R.F.: O sergi hakkında bir metin oluşturma fikrim, suretin kusurlu oluşundan çıktı benim de. Birkaç ayını aldı senin belki, ama okuduğun ve düşündüğün her şey, yani bütün hayatın seni buna yönlendirdi. Hayatını nasıl resim yapılacağına değil, nasıl düşünüleceğine dair yaşadın. Ben iyi okullara filan gitmedim; ama eğitimim fena değil doğrusu ve bunu kaybetmek de istemem. Bence önemli. Yani, saflıktan bahseden insanlara sormak istiyorum, “Hiç mi Nietzsche okumadınız, ya da hiç mi Baudrillard okumadınız ?” Yani, eğitimi olan insanların tasvire dayalı şiirler yazması beni sıkıyor. Şiir dünyasında böyle insanlar var. Sanatı düşün. Manzara ressamları gibi.

S.Ö.: Valla Türkiye’deki, en azından devlet akademilerindeki durum çok da farklı değil. Hep Leonardo’dan falan bahsederler usta olarak. Ve elbette, ne hocalar, ne de öğrenciler o çok hayran olduklarını düşündükleri asılları görmüştür. Bir keresinde, İzmir’deki akademide Brancusi’nin kopyalarını görmüştüm. Heykel sınıfındaki her öğrenci, bu eserin kopyasını yapmış ama hepsi biraz yamuk yumuktu. Sonradan anladım ki, bu kopyaları fotokopilerden yapmışlar. Hoca dahil, kimse o heykeli görmemiş. Bence ilginç bir durum bu tabii. Ama onlar başka yönden yaklaşıyorlardı maalesef. Delilik bu! Kim size bunların başyapıt olduğunu ve o hiç görmediğiniz orijinallerin değerli olduğunu söyledi ? Nereden geliyor bu takıntı ? ...

R.F.: bold italic eserin hakkında konuşuyorduk. Bence bu son derece basit ve izleyiciyi düşündüren bir eser. Belki onun 20 sene önce anlamı olmazdı.

"Bold Italic", Serkan Özkaya, 2014

S.Ö.: Niye öyle diyorsun ? Bold da vardı eskiden, italik de.

R.F.: Evet ama, bu kadar hayatımızda değildi. Şimdi herkes bunlara aşina.

S.Ö.: Evet bugün hepimiz birer daktiloyuz.

R.F.: Sürekli bunlar hakkında düşünüyoruz ve sen bunu tersine çevirdin. Belki 25 sene sonra farklı bir anlamı olacak ama şu anda ‘bold italic’ yaptığımız seçimleri irdeleyen bir yapıt. Herkes bunu anlayabilir.

S.Ö.: Evet, İngilizce dışındaki dillerde bile bold ve italik sözcükleri kullanılıyor. Belki beni fazla köktenci bulacaksın, ama ben sanat yapıtının, olduğu şey anlamına geldiğini düşünürüm. Yani, kendi kendine göndermede bulunan bir şey. Bu yüzden, aslında üç boyutlu baskı hep ilgimi çekti. Meselâ, bu bardağı tarayıp, bassak, aynı bardak çıkar ama içindeki viskiyi içemezsin. Çünkü o çıkan şey, heykeldir. Bu şekilde sadece bir heykel üç boyutlu olarak taranıp, basılabilir. Kendinden bir şey kaybetmeden.

Serkan Özkaya ve George L. Legendre "Bir ve Üç Makarna", Galerist, 'Le Jardin de la Spéculation Cosmique' sergisi, 2012

R.F.: Teknolojiyi sıradan birinin, hepimizin kullandığı gibi kullanmayı seviyorum.

S.Ö.: Ben her türlü ustalığa karşıyım. Hep türlü ustalığın dışında durmaya çalıştım. Gerekli olunca öğrenirim. Ama hemen unuturum.

R.F.: Sanatından da belli bu!

S.Ö.: İltifat etmek istemiştim.

bottom of page