Dünyaca ünlü orkestra şefi Gürer Aykal, geçtiğimiz hafta kurucu şefi olduğu BİFO ile birlikte 80. Yaş Günü konserinde sahne aldı. Dünya genelinde bugüne kadar pek çok orkestrayı yöneten ve ünlü solistlerle aynı sahneyi paylaşan Gürer Aykal ile 80. Yaş Günü konseri şerefine bir araya geldik. Bu özel konserin yanı sıra Gürer Aykal ile Cumhuriyet’in ilk yıllarından günümüze sanat politikalarını ve daha fazlasını konuştuk
Röportaj: İhsan Dindar
Gürer Aykal
Tüm dünya bir süredir oldukça zor bir dönemden geçiyor. Önce pandemi ardından da hemen kuzeyimizde yaşanan savaş. Bir sanatçı olarak içinde bulunduğumuz bu koşullar hakkında neler düşünüyorsunuz?
Pandemi döneminde dünya genelinde orkestralar çok büyük zarar gördü. Özellikle de Amerika’da. Biliyorsunuz oradaki orkestraların işleyişi bizimki gibi değil. 800’ü aşkın orkestra bulunmasına rağmen yanılmıyorsam bunların yalnızca ikisi devlete aittir. Diğerleri ise özel özel orkestralardır. Özel orkestraları yaşatmak ayrı bir bilinç. Bir kent bilincidir. Amerika’nın kıskanılacak bir bilinç düzeyidir. Almanya’da bunu göremezsiniz. Ama orada da 240’ın üzerinde devlet orkestrası vardır. Örneğin Finlandiya’da devlete ait 22 orkestra var. Pandemi sürecinde Amerika’da benim de çalıştığım New Manhattan Sinfonietta büyük zarar gördü. Şimdi tekrardan toparlanıyor. Ülkemize gelince bu pandemi sürecini en iyi geçiren orkestra BİFO oldu. BİFO bu süreçte konserlerini dörde katladı. O dönem herkes konserlerine ara veriyordu. Burada benim açımdan da güzel bir şey oldu. Orkestraları sosyal mesafe kuralları çerçevesinde daha küçük topluluklar haline getirdiler. Bu sayede de erken klasik dönemine yani Haydn, Beethoven ve Mozart’a çok ağırlık verildi. Haydn’ın 105, Mozart’ın 41 senfonisi var. Bunun gibi eserlere daha fazla yer verme olanağı doğdu. Ben de o tip eserleri yönetmekten her zaman çok mutlu oluyorum. BİFO bana bu mutluluğu yaşattı.
Şimdilerde malum Rusya ve Ukrayna’ya bakıyoruz… Büyük devletler hâlâ bu huylarından vazgeçmiyor. Dünyanın sürüklendiği korkunç bir gerçek var. Bunu engellemenin tek bir yolu var. Onu da zaten bize Mustafa Kemal Atatürk verdi. Bilimi ve bilimsel eğitimi amaçlayan bir yaşam tarzı benimsemek, kadın-erkek eşitliği ve lâik sistemi sağlamak. Eğitim bu noktada çok büyük bir öneme sahip. Ancak eğitilmiş bir dünya bu berbat günleri yaşamaz.
Cumhuriyet’in 100. yılının şafağındayız. Yıllar önce TRT’de yayınlanan Kentler ve Gölgeler programı için Bach’ı tanıtan bölümde konuyu Beethoven ve cumhuriyetçiliğe getirdiğiniz etkileyici bir giriş konuşması yapmıştınız. Bunun ışığında bir Cumhuriyet aydını olarak 100. yılın şafağında cumhuriyet hakkında ne söylemek istersiniz? Bu özel yıldönümü için hislerinizi öğrenebilir miyiz?
Cumhuriyet, Mustafa Kemal Atatürk’ün yalnız bize değil birçok mazlum ülkeye de bıraktığı büyük bir armağan. Cumhuriyeti anlayabilmek kolay değil. Bu aynı zamanda uygarlığa giden bir yol. Kadın-erkek eşitliğinin olmadığı bir toplum kesinlikle uygar olamaz. Tabii ki kuvvetler ayrılığı da çok önemli. Bunlar kırmızı çizgiler. Biraz geçmişe gitmek istiyorum. 1978 yılında Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü görevine getirilmiştim. O zamanlar yurtdışında getirtmek için sadece gübre para verebildiğimiz bir dönemdi. Işıklar içinde uyusun o dönem Cumhurbaşkanı olan Fahri Korutürk’ten İngiltere’den getirtilmek üzere balerin ayakkabısı istemiştik. Bu imkânı sağlamıştı. Böylece Devlet Opera ve Balesi’nin perdeleri kapanmamıştı. O dönem benim büyük bir şansım daha vardı. Ahmet Taner Kışlalı, Kültür Bakanıydı. Kendisi aynı zamanda İzmir milletvekiliydi. Ancak o zaman İzmir’de ne opera ne de bale vardı. Bunu, kendisine ifade ettiğimde benden bir rapor hazırlamamı istemişti. Bu rapor sonrasında Bakanlar Kuruluna sunuldu. O dönem başbakan, Bülent Ecevit’ti. Sonrasında bu öneri kabul edildi. Bugün İzmir Devlet Opera ve Balesi orada yıllardır halkının hizmetindedir. Aynı şekilde Antalya Devlet Senfoni Orkestrası’nın kuruluşu içinde çaba sarf etmiştik. O zaman da çok şanslıydım. Süleyman Demirel, Cumhurbaşkanıydı. Bana “Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi’nde her ay konser düzenleyeceğinize söz verir misiniz?” diye sormuştu. Orada olduğum süre boyunca orkestra kuruluşunun ardından her ay Isparta’ya konsere gittik. Ben isterdim ki 40 ilimizde orkestra, 20 ilimizde de opera olsun. Opera çok başka. İçinde her şey var. Operaya gelen insan, oradan yorgunlukla değil kültürle çıkar. Dilerim bugün bu görevlerde olanlar Cumhuriyetimizin 100. yılında başka şehirlerde opera ve bale açılmasına vesile olsunlar. Aynı şekilde devlet orkestralarının sayılarını arttırsınlar.
Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk dönemine dair aktardığınız anekdot oldukça etkileyici. Tüm imkânsızlıklara rağmen sanatın devamlılığının sağlanması çok önemli. Örneğin hocanız Ahmet Adnan Saygun’un yetiştiği döneme bakalım. Ülkede neredeyse her şeyin sıfırdan kurulduğu bir dönem var karşımızda. O dönemde eğitime verilen önem neticesinde de böyle insanlar yetişiyor. Bu aynı zamanda bütçede de bir öncelik meselesi…
İşte o öncelik dediğiniz mesele yok mu? Bir türlü o sıralamada olmuyoruz.
Tam da bu noktada ben o dönemin vizyonuna değinmek istiyorum. O imkânsızlıklar içinde bilim ve sanat alanında pek çok genç yurt dışına eğitim için gönderildi. Onlar içinde sizin de yer aldığınız kuşağı yetiştirdi. Bu açıdan geldiğimiz noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben Necdet Remzi Atak’ın öğrencisiyim. Bahsettiğimiz isim pek çok kez Atatürk’ün huzurunda keman çalmış biri. Atatürk’ün huzurunda kemanıyla aryaları seslendirmiş biri. Tabii ki böyle bir isim, sizi başka türlü yoğuruyor. Sonraki öğretmenim Ahmet Adnan Saygun. Sizin de dediğiniz gibi o günkü olanaklarıyla Ahmet Adnan Saygun’un da yer aldığı öğrenciler yurtdışına gönderiliyor. Döndüğünde de Atatürk ona 27 yaşındayken ilk Türk operasını sipariş ediyor. Kendisine o zor şartlarda bunu nasıl yapabildiğini sorduğumda “evlâdım sen o heyecanı anlayamazsın” demişti. Yani düşünün ki o dönem Atatürk, bestecileri nasıl besteler yapacaklarına dair formül veriyor. Anadolu’ya gitmelerini, türküleri derlemelerini, Anadolu’daki geçmiş uygarlıklara bakmalarını sonrasında da bunu son musiki kurallarına göre uygulayacaksınız diyor. Ben dünyada böyle bir lider düşünemiyorum ki böyle bir şey yapsın. İşte benim hocalarım da bu çalışmaları yapıyor. Bana da bunlara uygulamak kaldı. Bana çok çalışkan derler ama ben onların yanında tembelim. Ama bütün görevim Türk bestecilerinin sesi olabilmek. Yalnız Türkiye’de değil yurtdışında da kendi ülkemin bestecilerinin eserlerini çaldırarak, ülkemizin bestecilik açısından hangi düzeyde olduğunu gösteriyorum. Bu bana büyük kıvanç veriyor. Amerika’da uzun yıllar boyunca müzik direktörlüğü yaptım. 26 kez Türk sanatçıyla sahneye çıktım. Benim çalıştığım orkestralar Ahmet Adnan Saygun, Ulvi Cemal Erkin, Ferit Tüzün bilirler. Özellikle Ferit Tüzün’ü çok severler. Ahmet Adnan Saygun’u huşuyla çalarlar.
Sizce neden özellikle Ferit Tüzün’ü seviyorlar?
Anadolu müziğini ayna gibi yansıtmasından ötürü. Üstelik Ferit Tüzün bunu çok güzel bir orkestrasyonla yapıyor. Ne demişti Atatürk? Son müzik kurallarına göre… Aynı Atatürk’ün belirttiği şekilde besteler üretmişti. Örneğin, yurtdışında Saygun bestelerini en güzel Yunanistan’da çalarlar.
Sözü yönettiğiniz çok sayıda orkestra ve onların üyelerine getirmek istiyorum. Çoksesli müzik yapan orkestraları yöneten bir şef olarak müzisyenlerle olan ilişkinizi nasıl tanımlarsınız?
Orkestrada demokrasi yoktur. Aslında bunu derken şunu kastediyorum. Örneğin Mozart’ın 40. Senfonisi’ni çaldıracağım. Karşımdaki orkestra muhtemelen bunu defalarca çalmıştır. Ama ben de çalışarak kendimden bir şeyler katıyorum. Notalar aynı, çalgıcılar da aynı ama şef? Ama şef kendi düşüncesini orkestradan almaya başlıyor. Tempo tercihleri vesaire… Orkestranın tüm üyelerini bir dile kavuşturuyorsunuz. O orkestra tek dilde çaldığında tadına doyum olmuyor. Ortaya çıkan yorumu beğenip beğenmediğiniz başka bir konudur. Orada orkestra üyelerinin vardığı ortak bir anlayış noktası söz konusudur.
Son yıllarda hem Türkiye’de hem de dünyanın farklı noktalarında kadın şef ve orkestra üyesi sayısında bir artış gözlemlemek mümkün. Gelinen nokta hakkında ne düşünüyorsunuz? 1990’lı yıllara kadar Viyana Filarmoni gibi orkestralarda kadın müzisyenler bulunmuyordu…
Öncelikle kadın veya erkek diye belirtilmesine dahi karşıyım. İnsanız. İnanılmaz bağnaz bir tutum. Viyana hâlâ kadın müzisyenleri sözleşmeli olarak alır. Berlin Filarmoni’ye kadın solisti Herbert von Karajan almıştı. Karajan gibi bir şefin dahi çekmediği kalmadı. Ama o bağnaz anlayış orkestralarda gittikçe azaldı. Ülkemize baktığımız kadınların çoğunluğu söz konusu. İyi ki de öyle. Bununla birlikte Türkiye’den son derece başarılı orkestra şefleri çıkıyor. Bütün şefler orkestraları yöneterek kendilerini geliştirir. Bu gelişim sürecinde orkestraların bu bilinçte olup orkestra şeflerine yardımcı olmaları gerekiyor. Biraz sabretmek gerekiyor. İki-üç yılın ardından o şefler orkestralara katkı sunmaya başlar.
Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası ile yolunuzun kesişmesine gelmek istiyorum. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’ndan ayrılıp Türkiye için bir ilk olan BİFO ile birlikte yeni bir yolculuğa başladınız. Bu yolculuğun ürünü olan BİFO artık Türkiye’nin dünyada tanınan bir markası haline geldi. Sizin açınızdan nasıl bir yolculuk oldu bu?
Benim için çok duygusal bir soru bu. Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası Türkiye’de özel sektörün desteğiyle kurulan ilk orkestra. Ben de kuruluşunda yer aldım. Hepsi çocuklarım gibi. 23 yıl önce seçtiğim çocukların bazıları hâlâ orkestrada. Asım Kocabıyık eşi benzeri olmayan bir insandı. Onun başlattığı ve çocuklarının sürdürdüğü orkestra bu noktalara geldi. Türkiye için bir ilk diyorsunuz ama komşularımıza bakalım. Yunanistan’da bir tane özel orkestra yok. Daha uzağa gidelim. Az önce Avusturya’dan bahsettik. Orada bir tane görelim. Ama yok. Bunu bilmek lâzım. Keşke başkaları da böyle orkestralar kursa. Bir orkestra, içinde bulunduğu kente birlik, güzellik ve sanat kazandırır. Müziğin birleştirici gücü başka hiçbir şeyde yoktur.
Sanırım duygusal olarak nitelendirebileceğiniz bir sorum daha olacak. BİFO ile 80. Yaş Günü Konseri kapsamında birlikte sahne aldınız. Seçilen eserler de simgesel anlamı güçlü besteler. Yaşadığınız duyguları merak ediyorum.
Benim amacım Ahmet Adnan Saygun’u yurtdışında tanıtmak oldu hep. Şimdi Finlandiya’dan bir piyanistin gelip Saygun bestesi çalması Borusan Sanat Yönetimi’nin bana verdiği en büyük armağandır. Fin piyanist Joonas Ahonen o kadar güzel çaldı ki… Üstelik onun için de bir ilkti. Öte yandan Romeo ve Juliet de benim için çok önemlidir. Ankara Devlet Opera ve Balesi 1977’de beni çağırmıştı. Prokofyev’in eserini yönetmiştim. Çok mutluyum. Buradan tekrar tekrar Asım Kocabıyık’ı anıyorum. Zeynep Hamedi’ye çok teşekkür ediyorum. Onun bana sunduğu bir güven ortamı vardır. Öyle olunca insan daha rahat çalışıyor. Bir de asla unutulmaması gereken Borusan Quartet var. O da diğer ülkelerde eşi benzeri olmayan bir şey. Her yerde çalıyorlar. New York’ta altın madalya aldılar. Bu işler kolay değildir.
Peki şimdi ne yapmayı düşünüyorsunuz? Yoğun bir konser temposu içinde mi olacaksınız? Yoksa biraz gezmek ya da dinlenmek planınız var mı?
Ben gezmek nedir bilmem. Genelde dört yıllık bir takvim doğrultusunda gerçekleşen konserler göre belirlerim programımı. Bundan sonraki yıllarda çalacağımız eserler ve konserler üzerine çalışmaktayım.
Anladığım kadarıyla bu tempodan da şikâyetçi değilsiniz.
Hayır, asla. Babam Köy Enstitüsü’nde öğretmendi. Bize de öğrettiği bir şey vardır. Biz hep çalışırız.
Comentarios