top of page

Modern zamanların büyük sancısı


Red Bull Art Around’un üçüncü edisyonu, Naz Cuguoğlu, Mine Kaplangı ve Serhat Cacekli’den oluşan Collective Çukurcuma küratörlüğünde Hayaletler başlığıyla 4 - 20 Mayıs tarihleri arasında Arnavutköy’de gerçekleşti. Merve Ünsal, Eda Sancakdar, Ebru Yetişkin ve Ulya Soley’i, ilhamını Derrida’nın hauntology kavramından alarak geçmişe dair bitmeyen bir nostalji duygusunu hiçbir zaman gerçekleşmemiş bir gelecek tahayyülüyle bir araya getiren Hayaletler üzerine birlikte düşünmeye davet ettiğimiz dizinin üçüncü ayağında, Ebru Yetişkin ile bir söyleşi gerçekleştirdik

The Plantoid Project

Hayaletler ne ifade ediyor senin için?

Bu yazı davetinizi aldığımda öncelikle hayaletlerin bende neleri çağrıştırdığını düşündüm. Aklıma ilk gelen hayalet sözcüğünün hay kökünden geliyor oluşuydu. Hay Arapça bir sözcük ve canlı demek. Animé, animal, hayvan oluş... Bu kelimeler de hep hay kökünden türetilmiş sözcükler. Animé hareketli demek. Yani yaşayan, yaşam sahibi olan, canı olan, canlı... Hareket edebilen aynı zamanda değişebilen, dönüşebilen, değiştirebilen ve dönüştürebilen demek. Değiştirme ve dönüştürme yetisini kullanabilen... İngilizce ghost sözcüğüne baktığımız zaman ise karşımıza Farsça bir köken çıkıyor ki o da zest kökü ile ilgili. O da çirkin, nefret dolu, tiksindirici demek. Ben de bu noktadan yola çıkarak şöyle bir (b)ağ kurdum: Bir varlığın yaşadığını hissedememesi yani, kendi yaşamına bir mülkiyet değeri olarak sahip olamaması ve onu değiştirebilme, dönüştürebilme kabiliyetini kullanamaması, bu özgürlükten faydalanamaması… Kendisini canlı değil de ölü gibi hissetmesi, kendisini yaşasa da ölü gibi hissetmesi. Yaşayan ölüye dönüşme ve bunun ne denli güncel bir durum olduğu geldi aklıma.

Yaşayan ölüye dönüşme hali tabi son derece çirkin ve hatta tiksindirici bir şey çünkü başkalaştırma kabiliyetini kullanmamak ve kendini gerçekleştirememek çileci bir şekilde yaşamayı beraberinde getiriyor. Bu çileli yaşam için her ne kadar bir başkasını ya da bir başka şeyi suçlasa ve suç ile sorumluluğu da sürekli bir başkasına yüklese ve devretse de aslında kişi, içinde kendisiyle ilgili bastırdığı ve biriktirdiği her şeyi kusar... Tabi bunun sonucunda kendisini çirkin, tiksindirici ve nefret dolu hisseder ve dolayısıyla da etkileşimi de son derece sınırlı kalır. Güzellikleri yayamayışından, değiştirebilme, dönüştürebilme etkisinin güçsüzlüğünden bahsediyorum size.

Ne de olsa bu var olamamakla da alakalı. Descartes “cogito ergo sum” diyerek şüphe ve emin olmak arasında bir ikili ayrım yaratmıştı. Şüphe ettiğin şeyden emin olamazsın, emin olduğun şeyden de şüphe edemezsin. Peki o zaman, düşünüyorum, düşünüyor muyum düşünmüyor muyum, bunu teyit edecek olan kim? Bu modern zamanların büyük bir sancısı. Kısırdöngü.. Modernleşme paradoksu.. Freud Uygarlığın Huzursuzluğu kitabında bunu çok güzel tarif eder. Gabrial Tarde ise der ki birinin varlığından emin olabilmesi için en azından biriyle ya da bir şeylerle etkileşimde olması lazım. İnsanın her an yaşamının bir değer olduğunu bilmesi, bunun sorumluluğunu üstlenmesi, kendi kendini yönetebilir olması hem kendisiyle hem de bir diğeriyle etkileşimde olması demektir. Yani her an, yaptığımız ve yapmadığımız her şeyle zaten ya dönüşüyoruz ya dönüştürüyoruz; ya değişiyoruz ya da değiştirebilme yetimizi kullanıyoruz, bunu hissediyoruz ve dolayısıyla yaşadığımızı hissediyoruz.

Kendimizi canlı ve hareketli hissediyoruz. Aksi takdirde bahsettiğim çile hali, etkileşimi dönüştürebilme kabiliyetinden muzdarip olmak, yoksun olmak, etkileşim imkanımızın kısıtlanması, birbirimizle olan etkileşim olanaklarımızın kısıtlanması… Bunlar son derece güncel meseleler. Kent hayatının gündelik koşturması içinde, birbirimizle konuşuyoruz, aşırı bir sosyallik yaşanıyor ama ne kendimizle ne de birbirimizle ve diğerleriyle muhabbet edebilmeyi hatırlıyoruz. Ne büyük bir amnezi, öyle değil mi? Oysa, muhabbet, Arapça kökenli bir sözcük; sevgi, dostluk içeriyor. Hayalet oluş yok, hayaletlerle bile dost olabilme imkanı tanıyor bu bize.

Peki tüm bu çağrışımlarla sergiyi gezdiğinde neler düşündün? Bu anımsattıkları sergiyi deneyimleme sürecinde tekrar karşına çıktı ya da aklına düştü mü?

Aslına bakarsanız bugünün İstanbul kent hayatının içinde bunlar çok özlemini duyduğumuz noktalar. Bu fikirlerle b(ağ) kurduğum için, Hayaletler sergisini bu yönüyle çok tanıdık ve bildik gördüm, yakın hissettim. Bugünün dünyası deyince, bir taraftan merak ediyorum bunun kaynağını. Neden böyle bir dünyadayız? Fazla bir sosyallik var, sürekli etkileşimdeyiz, herkes sosyal medyada ama giderek yaşadığımızı hissetmekte güçlük çekiyoruz ve buna özlem duyuyoruz. Bunun sanırım en büyük nedeni aslında görünmeyen ve hayaletimsi bir iktidarın da olması. Mesela 20 yıl sonra İnternet her yerde olacak, nesnelerin İnternet’i (1) (Internet of Things) ile açıklanabilir bu durum… Buzdolapları, çamaşır makinaları… her şey birbirleriyle bağlantıda olacak, dolayısıyla İnternet diye bir şey olmayacak. İnternet zaten her şeyin içerisinde olacak ve dolayısıyla da görünmeyen bir varlık olacak. Biz hayalet deyince göremediğimiz ama belirtilerini duyumsadığımız bir şeyden bahsediyoruz. Bugünkü iktidar da bana biraz öyle geliyor. Tam olarak göremiyoruz, tam olarak iktidar budur diyemiyoruz ama o kadar yaygın ki her yerde. Çünkü algoritmalarla çalışıyor. Finans kapital algoritmalarıyla işlediği ve de finans her şeye sirayet ettiği için bizim gündelik hayatımızı doğrudan etkileyen hayalet bir sistem bu. Ya da sosyal medya kullanımına bakalım. Orada da bu iktidarın kendini nasıl yeniden ürettiğine baktığımız zaman, orada da görünmeyen ama belirtilerini gördüğümüz bir takım iktidar emarelerini, iktidar hayaletlerini görüyoruz.

Örneğin kullanım sözleşmeleri; Matthew Fuller ve Andrew Goffey’in Evil Media adlı bir kitabı var, orada bahsi geçer. Bu kullanım sözleşmelerinin içindeki hükümleri onları hiç okumadan imzalıyoruz, sebebi ise o durumda bırakılıyor olmamız. Neden, çünkü o teknolojileri kullanmak istiyoruz. Çünkü bugünün dünyasında etkileşimde olmak durumundayız. Etkileşimde olmak durumunda kalırken de bir yandan da görünmeyen iktidarın etkilerine de maruz kalmak ve ona ayak uydurmak durumunda kalıyoruz. Fakat acaba onu ne kadar başkalaştırabiliyoruz? Görünmez olup semptomlarını okumaya çalıştığımız yoksun bir dijital kültür içinde yaşıyoruz.

Bunların dışında bir de kent hayatı deyince yine göremediğimiz ortadan yok olan ama aslında emarelerini dahi görsek, hayalet görmüş gibi hissedeceğimiz şeyler var. Mesela 1940’larda Üsküdar’da denize girilirmiş, sahiller varmış. Hatta şuan da Pera Müzesi’nde İstanbul’da Deniz Sefası adlı bir sergi var, Zafer Toprak arşivini açmış bununla ilgili. Oradaki fotoğraflar mesela, Üsküdar’ın o şekilde bugün karşımıza çıktığını düşünebiliyor musunuz? Gerçekten ben hayalet görmüş gibi olurum. Kadın-erkek mayolarla sahilde oturmuş düşünsenize, plaj sandalyeleri, şezlonglarını koymuşlar kum plajdan denize giriliyor. Üsküdar’ı tekrar plaj haliyle görmek… Hayalet görmüş gibi olur muyum? Hem de nasıl! Süreyya Plajı’nda üç dört katlı tramplenler yapılmış, bir görseniz anıt misali, insanlar takla atarak denize atlıyorlar, bugün göremeyeceğimiz hatta hayal bile edemediğimiz anlar, mekanlar ve etkileşim halleri bunlar! Şimdi ise varsa varsa duba vardır. Bunlar İstanbul’un gündelik hayatının içinde olan şeylerdi. Ve bunlardır beni keşke hayalet görsem demeye itenler.

Ya da Kuzey Ormanları talanı. Tamamen yok edildi. Yaşamını yitiriyor, o harap edilen Kuzey Ormanları’ndan kaçan bir yaban domuzunu ben karşımda görsem gerçekten benim karşıma dikilip de “Sen neden benim yaşamımı elimden aldın?” dese, karşıma çıksa inanın hayalet görmüş olurum. Hayaletler, kültürel mirası korumamak ve işte bu hafıza kaybıyla ilgili. İstanbul’da kaybedilen ve hatta artık esamesi bile okunmayan pek çok şey var. Emek Sineması olduğu haliyle karşımıza çıksa mesela... Hayalet görmüş gibi olmaz mıyız ve onu dostlukla yeniden kucaklamaz mıyız?

Bir de kaybettiğimiz değerler diye düşündüğüm zaman, ya da İstanbul’da bugün yaşarken karşıma kim çıksa -yine iyi anlamda söylüyorum- hayalet çıkmış gibi olurum diye düşündüm, çünkü hayalette şu var; yaşamı terk ettiğine hayıflanan, aslında yaşama geri dönmek isteyen, isteyerek gitmiş bir varlık değil o. Yani bizim ölüm ve yaşamı nasıl anlamlandırdığımızın değişmesiyle ilgili biraz da mesele. Eskiden mezarlıklar mahallenin içindeydi, yüksek duvarları yoktu, mezarlıkta oyun oynadığımı çok iyi hatırlıyorum, üstelik hiç korkmadan. Ölüler gündelik yaşamın parçasıydı İstanbul içinde. Yok sayılmıyorlardı. Küçüklüğümde, çocukluk dağarcığımda, onlar buraya tamamlayamadıkları işleri tamamlamak ve öç almak için nefretle geri dönecekler gibi düşünmüyordum. Ölmüş, yok ki. O anlam yoktu. Tabii Protestan kültürüyle, ahlakıyla beslenen kapitalizmle beraber, Türkiye’ye neo-liberal sermayenin girmesiyle birlikte, yaşam ve de ölümün algılanış şekli de değişti. Hissizleşen, duyarsızlaşan ve sürekli yaşadığını hissetmek isteyen ama gerçekten istediği gibi yaşayamayan narsistik kültürün seferber edildiği bir toplumsallık içinde, istediği ve inandığı şeyi gerçekleştirmeyen; dolayısıyla kendini gerçekleştirmeyen ama sürekli ona bir kavuşma ve onunla tamamlanmış olma özlemi duyan, tatminsiz ve hep arayışta olan çileci bir tip karşımıza çıkıyor. Aslında bu çileciliğin kendisi çirkin.

Peki bugün kim çıksa karşıma hani hasretle kucaklamak isterim diye düşününce; Uğur Mumcu çıksa keşke derdim. Keşke gitmeseydi... Ya da Sait Faik çıksa, Hrant Dink çıksa burada otururken karşımıza çıksa, sohbet ederdik, soracak ne kadar çok sorumuz var düşünsenize. Ya da Dicle Koğacıoğlu geldi aklıma, Sabancı Üniversitesinde namus ve töre cinayetlerini araştırırken 2009 yılında arabada bir intihar notu bulunmuştu, “Dünyada çok acı var, ben buna dayanamıyorum.” diyerek, intihar etmişti. Keşke Dicle’nin de hayaleti karşıma çıksaydı... Neler öğrendi acaba ve sen orada yalnız değilsin demek isterdim ona.

Bütün bunlar yaptığınız serginin temasına dair ilk çağrışımlarım oldu. Sergiye gelecek olursam da, sokakların içindeki yerleştirmeler, tam da hayalet temasının önerdiği gibi hani beklenmeyen ama karşıma beliriveren bir şekilde yerleştirilmişti. Kendimi küçük bir keşfe çıkmış gibi hissettim. Tanıdık bir mahallede, mahallenin dokusu ve ruhuyla muhabbet edebilen başka karşılaşmalar yaşadım. Bu çok hoşuma gitti. Sokak aralarında dolanmak, bir kapı aralığından içeri bakmak, kullanılmayan bir dükkanın vitrinini seyretmek, terk edilmiş gibi görünen bir bahçenin içindeki ışık yansımalarını ve renk kesişmelerini görmek, bunların hepsi temayla birebir örtüşen işlerdi. Ne güzel düşünmüşsünüz...

Caddebostan, 1939

Çok teşekkür ediyoruz. Tüm bu çağrışımlar ve bahsi geçen bir çok isim, bizlerin de sürekli aklında dolaşıyordu sergi öncesi. Bu anımsamalarından yola çıkarak hauntology’nin bir de gelecek tahayyülü üzerine olan yönelimine, gelecek ve geleceğin hayaletleri üzerine ne düşünüyorsun diye merak ediyoruz?

İki şey geldi aklıma. İlki bu ‘gelecek tasarımı’ meselesi, daha doğrusu geleceğin bir özne olarak tasarlanan bir obje haline getirilmesi. Bu büyük bir endüstri (b)ağı. Gelecek tasarımı endüstrisi. Bu endüstri (b)ağında çok büyük medya kuruluşları, tasarım şirketleri, finans şirketleri, sanatçılar, mimarlar var... Büyük interaktif sergiler yapılıyor, geleceğe dair senaryolar çalışılıyor, prototipler tasarlanıyor, pazarlanıyor ve satılıyor. Mesela petrolü biten Birleşik Arap Emirlikleri bu endüstrinin ikon müşterilerinden biri. Geleceğin Müzesi var Dubai’de, akıllı şehirler, yapay zeka vatandaşlar vesaire. Bugün, geçmiş ve gelecek iyi ve kötü, ilerlemiş ya da geri kalmış gibi ikili ayrımlar arasında kurgulanan bir meta. Günümüzde hakim olan neoliberal tekno-kapitalist ideolojinin ütopya ve distopya ayrımıyla birlikte; ya dünyanın sonu gelecek ve yapay zeka işimizi elimizden alacak korkusu tasarlanarak pazarlanıyor ya da teknolojinin giderek tüm hayatımızı kolaylaştıracağına dair deneyler tasarlanıyor. İnanç ya da inançsızlığın tasarımıyla işleyen bir endüstri bu… Senin neye inanıp inanmadığını ya da nasıl inandığını ve inancını yitirişini etkiliyor. İnanç kalıpları davranış kalıplarını oluşturduğu için kalabalıkların güdümlü bir şekilde yönetilebilmesi üzerine çalışan totaliter bir denetim mekanizması aracı yani. Bu yüzden tekno-fetiş odaklı bu ideolojiyi yeniden üretmektense ortaya çıkan ve henüz yayılma aşamasında olan teknoloji ile başka neler yapılabileceğine dair kolektif bir şekilde kafa patlatmamızı çok önemsiyorum.

İkincisi -yapay zeka diyemeyeceğim ama- öğrenen makine algoritmalarıyla ve bu blok zinciriyle ilgili: Orada şöyle noktalar var; bugün algoritmik otonom failler ortaya çıkıyor; yani algoritmalarla çalışan, kendi kendine örgütlenebilen, kendi kaynaklarını yönetebilen, kendi yaşamsal varlığını idame ettirebilen, sürdürebilen bir orman düşünün. Kendi kaynaklarını satan ve böylelikle kendi yaşamını sürdüren bir orman... Ya da terra.0 diye bir proje yapmışlar, tamamen blok zinciri üzerinden örgütleniyor. Şimdi teknoloji yalnızca bir aygıt olarak değil de bir örgütlenme yolu olarak düşünecek olursak, blok zinciri teknolojisinin çalışmasına neden olan örgütlenme araçlarını, protokoller, akıllı anlaşmalar, DAO denilen gibi şeyleri düşünecek olursak, bana bu gelecekte çok ilginç işler göreceğimizin bir belirtisi gibi geliyor. Aslında henüz ortada yok, görünmüyor ama emareleri var, hayalet gibi... Ama tabi bunu okuyup anlatmamız, öğrenirken yapmamız için epey birlikte çalışıp, üretmemiz gerekiyor.

Ya da Plantoid diye bir çalışma var. Bu çalışmada da mesela bizim gibi yaratıcı işler yapan insanların, kültür-sanat emekçilerinin kendi kendilerine yaşamlarını sürdürebilmeleri için bir iş modeli örgütleniyor. Kültür-sanat emekçileri olarak çoğunlukla yaşamsal varlığımızı bir kişi, kurum yada kurumun sağladığı bir fon aracılığıyla bulmak durumunda kalıyoruz ve bu kaynak yalnızca Türkiye’de değil, diğer ülkelerde de giderek baltalanıp duruyor. Diyor ki her organizma var olabilmek için etkileşimde bulunmak ve üremek zorundadır. Üremek dediği, doğurmak değil. Dönüşmek, mutasyona uğramak ve başka bir şey haline gelebilmek. Dolasıyla biz blok zinciri teknolojisini kullanarak, para gönderiyoruz diyelim sisteme, o para da başka bir kinetik heykelin üretilmesi için sanatçıya gidiyor. Böylelikle plantoid’lar çoğalıyor ve aslına bakarsanız kültür-sanat emekçilerinin kendi kendilerine fon yaratabildiği, kendi kendilerine sanatsal üretimde bulundukları bir kolektif organizasyon, bir örgütlenme çıkıyor ortaya. Ve de bu örgütlenme modelinde insan olan ve olmayan varlıklar bir arada çalışıyor. Çalışma ile ilgili yüzlerce eleştiri ve soru önerebiliriz ama benim için gelecek tasarımı tam da bu işte. Kolektif işbirliği (b)ağlarını insan olmayan faillerle birlikte nasıl üretebiliriz? Otonom örgütlenmeler... Ben bunları nasıl geliştirebiliriz diye daha çok kafa yormamız gerektiğini düşünüyorum. Bu ne yazık ki Türkiye’de yok, en azından şu an görünmüyor, peki emarelerini görebiliyor muyuz, hatta hayaletlerini? Sanırım pek göremiyoruz, emareleri var sadece. O hayaleti çağırmamız gerekiyor.

(1) Nesnelerin İnterneti, fiziksel nesnelerin birbirleriyle veya daha büyük sistemlerle bağlantılı olduğu iletişim ağıdır.

All rights reserved. Unlimited Publications.

Meşrutiyet Caddesi No: 67 Kat: 1 Beyoğlu İstanbul Turkey

Follow us

  • Black Instagram Icon
bottom of page